Şehzadenin çilesi

"Belki de Dünyanın Sonundayım sonuna kadar gerilimi ve belirsizliği sürdüren, iktidar mücadelesi içinde çaresizliği resmeden bir roman. Aile iktidarının aynı zamanda ailesizlik olduğunu gösteren, gerçekçi ve hazin bir anlatı."

Yavuz Ekinci çağdaş Türkçe edebiyatın en üretken ve başarılı kalemlerinden biri. Öyküleriyle Haldun Taner ve Yunus Nadi ödüllerini aldıktan sonra roman yazmaya yöneldi. Günün Birinde (2016) ve Peygamberin Endişesi (2018) romanları farklı ülkelerde de yayımlandı. Ekinci geçtiğimiz aylarda yayımlanan altıncı romanı Belki de Dünyanın Sonundayım’la yeniden okurlarla buluştu. Yine geçtiğimiz aylarda, sekiz yıl önce attığı tweet’ler gerekçe gösterilerek örgüt propagandası yapmakla suçlandı ve zorlu bir yargı sürecine maruz kaldı. Bu süreçte “Yargılanan ben değilim, düşünce ve ifade özgürlüğü” diyerek kendisini savundu.

Yavuz Ekinci, romanlarında sade ve akıcı bir dille, masalsı bir atmosfer içinde, tarihten, dinden, güncel toplumsal ve siyasi konulardan temalar işliyor. Daha doğrusu güncel sorunları tarihsel ve dinsel motiflerle masalsılaştırıyor. Kimi zaman tedirgin edici ve gizemli bir gerilim duygusu eşlik ediyor anlatısına. Belki de Dünyanın Sonundayım’da da Ekinci’nin anlatım özelliği diyebileceğimiz masalsı hava ve gerilim duygusu var. Kitap henüz başlığında bile aynı anda belirsizlik ve endişe duygularını hissettiriyor.

Uzun yıllardır sancakta bulunan Şehzade Davud, babasının ölüm haberinin gelmesi üzerine payitahta doğru yola koyulur. İlk andan itibaren bunun babasının kendisine kurduğu bir tuzak olup olmadığından emin değildir; belki de kendi sonuna doğru yürümektedir. Diğer yandan, haber doğruysa kardeşinin tahta çıkıp kendisini öldürtmesini de göze alamaz. Bütün ihtimalleri göz önüne alarak hamlelerini dikkatli oynaması gereken, herkesin ve her şeyin feda edilebildiği bir satranç oyunu içindedir artık. Belki de Dünyanın Sonundayım hem baba-oğul ilişkisine, hem de iktidar sahiplerinin acımasızlığına dair bir metin.

Kötü bir aile ortamı

Anlatıcı ve baş kişi Şehzade Davud, tahta çıkmaya aday görülmeyen, zayıf ve babası tarafından sevilmeyen bir karakter. Payitahta giden yol boyunca hatırladıkları, çocukluğundan itibaren acımasız bir aile ortamında yetiştiğini gösteriyor. Bir gün sultan olma ihtimali, aile üyelerinin birbirleriyle bütün ilişkilerini belirleyen bir tür saplantı. Zira aksi ihtimal öldürülmek anlamına geliyor. Ne var ki, kardeşler arasındaki yarışa en baştan mağlup başlıyor Davud; babasının ona karşı duyarsızlığı Davud’un içinde yatan öfkenin de kaynağını oluşturuyor:

“Babam, Şehzade Selim’in düğününde, herkesin önünde elini Şehzade Musa’nın omuzuna koyup ‘Oğlum, sultan olacaksın!’ dediğinde acı da olsa gerçeği anladım. Babamın gönlünde, sarayında ve planlarında bana yer yoktu. Onunla aramda uçsuz bucaksız bir boşluk vardı. Beni sevdiğine, kucağına aldığına, takdir ettiğine, benimle övündüğüne dair hiçbir anım yoktu. (…) Görülmeyen, değer verilmeyen ve fark edilmeyen her oğul gibi hem öfkeli hem de kırgındım. Babama olan sevgim zamanla öfkeye, öfkem nefrete, nefretim intikam ateşine dönüştü.” (s. 101)

Şehzade Davud’un nefret ve öfkesi aynı zamanda gücünün de kaynağı. Babasına duyduğu sevgi ve hayranlık zamanla şekil değiştirse de yaşamaya devam eder ve nefretini, öfkesini canlı ve diri tutar. Romanın sonunda babasının cesediyle baş başa kalabildiğinde yanına uzanır, bir çocuk gibi onunla vedalaşmak ister. Ancak umduğunu bulamaz:

“Yapayalnızdım, üşüyordum, korkuyordum, titriyordum. Babamın yanına uzanıp ona sarıldım. ‘Korkma oğlum, yanındayım!’ demesini bekledim. Bana sıkı sıkı sarılsın, yanımda olduğunu hissedeyim diye kollarını kaldırıp üzerime koydum ama babam her zamanki duygusuzluğuyla oradaydı. Kolları kuru bir dal gibi düştü. Bir iki kez zorlukla yutkundum. Bana sarılsın, beni korusun, yanımda olsun diye kollarını tekrar üzerime attım. Kolları bir tahta parçası gibi yine iki yanına düştü. Göğsüme binlerce çivi çakılmıştı sanki. Babamın ölüsü bile bana küstü.” (s. 124)

Bu küs cesede karşı yine Davud’un içindeki öfke, nefret ve intikam hisleri baskın gelir. Kendisine tercih edilen kardeşi Musa’nın kellesini bir hışımla babasına fırlatır. Baba-oğul arasındaki ilişki, babasından nefret eden Davud’un babası gibi acımasız bir karaktere dönüşmesine ve kendisinden de nefret etmesine varır. Öte yandan annesi Nigâr Hatun da babayla evladını uzlaştıran sevgi dolu birisi olmaktan çok ama çok uzaktır. Oğluna iktidarı elde etmek adına faydalı, ruh sağlığını korumak adına hayli zararlı öğütler verir:

“Gözün kara, kalbin taştan olmalı. Acıma yok! Af yok! Bağışlama yok! Önüne çıkan her şeyi yakıp yıkacaksın. Kılıcından kan damlayacak. Sultan can verip bağışlayan ve affeden değildir, Allah gibi, çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç demeden can alandır. Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. (…) Burası payitaht! Oyunların, dümenlerin döndüğü yer. Saray dediğin ev değil, kocaman bir mezbaha.” (s. 97)

Zavallı Davud yalnızdır, nereden geleceğini kestiremediği tehditler altındadır ve korku içindedir. Başka ülkelerin düşman ordularının tehdidi, aile içinden gelen tehdidin yanında solda sıfır kalır. Bu akıllara ziyan aile ilişkileri, canını kurtarmanın tek yolu olarak iktidarı elde etmeye çalışan kişi için korkunç bir ortam oluşturur:

“Ya öl ya da öldür! Benim kaderim bu. Sultan babam için bir tehdit, kardeşlerim için bir hasım, oğullarım için bir korkuydum. İstemeden doğmuştum, istemeden ölecek, istemeden öldürecektim.” (s. 49)

Paranoya ve yok olma korkusu

Kitap boyunca Şehzade Davud ölümle yaşam arasında, her ikisine de eşit mesafede durarak tahta doğru ilerler. Hiçbir zaman hiçbir şey kesin değildir. Sürekli tedirginlik içine işler. Her şeyi kazanmak ile öldürülmek arasında hiç mesafe yoktur; birine yaklaştığını sanırken diğerine varmak işten bile değildir. Sonuçta Anadolu yakasına varır ve babasının adamları tarafından karşılanır. Ordusunu ardında bırakarak savunmasız bir şekilde saraya gitmesi gerekmektedir. Acaba tahta mı çıkacaktır yoksa kendisine tuzak mı kurulmuştur? Sarayburnu’na doğru gemiyle yol alırken paranoyak bir ruh hali içindedir:

“Bir kâbustaydım. Sesim çıkmıyordu. Kelimeler dilimde ölü kuşlar gibi hareketsiz duruyordu. Kaç kez ‘Durun! Dönüyoruz!’ demek için ağzımı açtım ama tek kelime söyleyemedim. Hızla babamın kurduğu pusuya doğru gidiyordum. Kasım Ağa ‘Daha hızlı! Daha hızlı!’ diye bağırdı.

Dönmek ve gitmek arasında sıkışmıştım. Geride kalan adamlarıma, payitahta, Sarayburnu’na, kayıkhaneye, surlara, tepedeki görkemli camiye, Galata Kulesi’ne, sarayın kubbelerine, binyıllara meydan okuyan Ayasofya’ya, At Meydanı’na dikilen zafer anıtına ve Balat’a baktım. Payitaht, denizcileri baştan çıkaran sirenler gibi beni çağırıyordu. İçime kötü bir his çöktü. Bu his, elmanın içindeki kurt gibi yavaş yavaş ruhumu, kalbimi, zihnimi kemiriyordu.

Kasım Ağa, bir geriye bir ileriye baktığımı görünce şüpheye düştüğümü anladı. Kürekçilere ‘Daha hızlı! Daha hızlı!’ dedi, her birine onar altın verdi.

Kararsızdım. Ellerimi çaresizlikle ovup, alnımı, yüzümü, saçlarımı kaşıyıp gözlerimi kapadım. Bir an her şeyden habersiz kurbanlık bir koyun gibi mezbahaya götürüldüğümü hissettim.” (s. 74)

Davud’un korkusu sadece tahtı ele geçirememek değildir. Hatta tahtı ele geçirdiğinde ne yapacağına dair bir düşüncesi yoktur. Öldürülmekten korkar ama iş bununla da kalmaz. Babası kendisine tuzak kurmuşsa ya da kardeşi kendisinden önce tahta ulaşırsa sevdiği, çocukları, ailesi öldürülecektir. Davud, tarihte padişah olmayan sayısız şehzade gibi, ardında hiçbir iz bırakmadan yok olacaktır. Oysa hatırlanmayı, varlığının bilinmesini ister ve küçük de olsa hayatta bir iz bırakmaya imrenir:

“Gece gündüz demeden payitahta doğru yol alıyorduk. Atlar yorgun, askerler bitkin düşmüştü. Güneşli bir bahar günüydü. Birden kara bulutlar göğü istila etti. Şimşek çaktı. Gök gürledi ve şırıl şırıl yağmur yağdı. Hadım Hasan ile kendimizi zor bela bir mağaraya attık. Yağmurun dinmesini beklerken sağa sola baktım. Mağaranın duvarında eski çağlarda yaşamış insanların el izleri vardı. Büyüklü küçüklü yüzlerce el duvarı süslüyordu. Her bir el birer çığlık gibiydi. Adeta beni hatırlayın, beni unutmayın, diyordu. Kendi kendime, bütün bu insanlardan geriye ne kaldı, diye sordum. Hiçbir şey. Onlardan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bu el izleri olmasa bir zamanlar yaşamış olduklarını bile bilemezdim.” (s. 59)

Yaşamış olduğunun bilinmesi, birileri tarafından hatırlanmak Şehzade Davud’un asıl isteğidir. Bu belki babasından görmediği sevginin açtığı yarayı biraz olsun sağaltabilecek tek çözümdür. Hatırlanmayı öyle ister ki, olası bir ölümle yüzleşme ânında aklına gelecek son arzusu budur.

“Beni kim hatırlayacak?

Omzuna çaprazlama astığı yalınkılıç ve kuşağından sarkan yağlı kementle karşımda duran Başcellat Orhan’ı görünce aklıma ‘Beni kim hatırlayacak?’ sorusu düştü.” (s. 13)

İktidarı elde etmek hayatta ve dünyada bir iz bırakmanın, hatırlanmanın tek yoludur. Acımasız babası bunu başarmıştır ve öldüğünde bile Davud’un karşısında gücünün timsali olan şöhreti vardır. Babası kadar acımasız olsa da, Davud onun ölüsünün gücüne bile yetişmekte zorlanır. Bu güçlü adamla hesaplaşması bir türlü bitmez, bitemez:

“Babam ölmüştü. Şehzade Musa ve Şehzade İsa da. Ama yine de içimde kötü bir his vardı. Saray hâlâ babamın adamlarıyla ve anılarıyla doluydu. Onun anılarıyla doğrudan bir savaş içindeydim. Nereye baksam, nereye gitsem, kiminle konuşsam karşımda babam vardı. Herkes ondan bahsediyordu.” (s. 143)

Belki de Dünyanın Sonundayım sonuna kadar gerilimi ve belirsizliği sürdüren, iktidar mücadelesi içinde çaresizliği resmeden bir roman. Aile iktidarının aynı zamanda ailesizlik olduğunu gösteren, gerçekçi ve hazin bir anlatı.