Doğaya karşı, doğayla iç içe, insanın serüveni

Romandaki üç karakteri var eden iklimler bu kadar farklı olduğunda her birini anlamak için de sadece bakmak yeterli olmaz, daha incelikli bir bakış ve görme eylemi ihtiyacı hâsıl olur. Bu da söz konusu üç hikâye arasındaki en temel farklardan birisini görünür kılar: 'Bazen bakış, görmek için yeterli gelmez.'”

14 Temmuz 2022 17:30

 
 


“İnsan bedeni Doğa’nın bir parçasıdır. İnsan zihnine gelince, onun da Doğa’nın bir parçası olduğunu düşünüyorum; çünkü bana göre, Doğa’da da sonsuz bir düşünme gücü vardır ve bu güç sonsuz olduğu ölçüde Doğa’nın bütününü nesnel olarak kendinde içerir ve düşünceleri Doğa’nınkiyle aynı tarzda işler, nitekim fikrinin konusu Doğa’dır.”

Steven Nadler, Spinoza’nın Etika’sı’ndan.

Ercan Y Yılmaz’ın geçen ay İthaki Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Altı Üstü İstanbul, kurgusu, dili, okuyucuyu sürüklediği hayal iklimleri ve İstanbul üzerinden kurduğu metaforlarla dolu anlamsal katmanlarıyla dikkat çeken, İstanbul’un başka yüzlerini bambaşka/çizgi dışı karakterlerle işleyen bir eser.

İstanbul tarih boyunca birçok edebi metnin konusu olmuş belki de en ayrıcalıklı şehirlerden birisidir. Öyle ki, bu anlatılar ağını İmparator Konstantin’den bugüne getirmek hiç de zor değildir. Asırlar süren Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorluk süreçlerinin ardından gelen Cumhuriyet Türkiyesi’nde de bu kültürel mirasa sahip çıkılmış, İstanbul hep yeniden, yeni göz ve perspektiflerle değerlendirilmiştir. Bu durum çağdaş Türk edebiyatında da kendisine ciddi bir karşılık bulmuş, yakın dönemde de birçok yazar ve şair İstanbul’u doğrudan üzerine eğilinebilecek bir konu olarak merkezlerine almıştır. Bu konuda Yahya Kemal’den Turgut Uyar’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Orhan Pamuk’a dek uzanan, içerisine yakın geçmişi de alan kırmızı bir hat çizmek mümkündür. Bu hattın ön plana çıkan hususiyetleri çoğunlukla şüphesiz şehrin bir imparatorluk merkezi olarak rolü, kültürel birikim meselesi çerçevesinde muhtevasında topladığı unsurlar ve kozmopolit yapısıdır. Öte taraftan Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ı, Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’u gibi Ercan Y Yılmaz’ın Altı Üstü İstanbul’u ise şehrin farklı kimliklerine vurgu yapan, yaşadığımız çağ/dönem/dönemeç ile yakından ilgilenen, şehri salt bir övgü mekânı olmaktan çıkaran daha farklı bir hat üzerinden hareket eder, ilerler. Burada şehre dair bir övgü yoktur; onun güzelliğine, başkentlik günlerine, dünya tarihi içerisindeki başat rolüne… Aksine, burada şehrin bilinmeyen kimliklerine, eziyet çekenlerin, ötekilerin, ötekilenenlerin yaşadıklarına dair bir utanç anlatısı vardır. Bu anlamda çağa tanıklığı ile, çevresi ve bir araya getirdiği insanlarla Ercan Y Yılmaz’ın inşa ettiği İstanbul’un da tıpkı Kaçan ve Sönmez’de olduğu gibi ortaya bambaşka bir yapılanma ve şehir anlatısı çıkardığı söylenebilir.

Kitabın kalbinde yatan şehir, kökü asırlarca evvelde yatan kadim kent değildir artık. Aksine yağmalanmış, ciğerleri sökülmüş/sökülmekte olan, herkesin yersiz yurtsuzlaştırıldığı bir şehir vardır ortada. Anlatıyı tam da böyle bir zemin üzerine kuran yazarın ortaya gittikçe dallanıp budaklanan, şehri ve hikâyeyi farklı katmanlar üzerinden yeniden inşa eden bir roman çıkarması da bu yönüyle oldukça anlaşılır…

Altı Üstü İstanbul’dan söz etmeye başlarken üzerinde durulması gereken ilk konu aslında “göz” ve “bakış” arasındaki ilişki, bu ilişkinin ortaya çıkardığı/çıkaracağı/çıkarabileceği meseleler. Öncelikle kitabın kurgusundan başlamak gerekirse hikâye zemininin üç temel düzlemde geliştiği söylenebilir: 2013, 2015 ve “zamansız” bir tarihsel süreçte. Bu üç zaman, anlatıcının göz ile kurduğu ilişkiyle metne yansır ve gözün her bir hareketi, kıpırdanışı, kırpılışı okuyucuyu farklı bir zamansal sürece iter. Burada söz konusu olan üç zamansal dilimin üç farklı anlatıcıyla dile geldiğini de ayrıca söylemeli. Yazar üç farklı tarihsel düzleme üç farklı karakter üzerinden yaklaşır, ancak bu hikâyeler, karakter ve zamanlar arasında da çeşitli paralellik ve yakınlıklar kurulur. Hiçbir şey birbirinden alabildiğine bağımsız değildir ve bir noktada tüm hikâyeler birbirine bağlanır. Hep döngüsel bir süreç söz konusudur. Edip, Mukim ve Dav hem romanın üç ana kahramanı hem de anlatıcılarıdır. Dolayısıyla ortada bu kadar geniş bir zamansal dilim ve bu kadar geniş bir anlatıcı karakter örgüsü söz konusuyken anlatının da “göz” ile bölümlenmesi, bölümlere ayrılması yazar nezdinde yeni bir arayışı beraberinde getirmiştir. Roman boyunca iki göz kapalıyken farklı bir anlatıcı, tek göz kapılıyken farklı bir anlatıcı, iki göz açıkken farklı bir anlatıcı devreye girmiş, anlatı zemini okuyucu için giderek kaygan bir hal almıştır. Bu da Ercan Y Yılmaz’ın talep ettiği okur profiline dair önemli bir veridir: Altı Üstü İstanbul “dikkatli okuru kendisine çağırır”. Dikkatin dağıldığı ve işaretlerin kaçırıldığı herhangi bir anda takip edilen izlek ve olaylar silsilesi de kaçırılabilir; çünkü her ne kadar birbirlerine eklemleniyor olsalar da, Mukim’in hikâyesiyle Dav’ın hikâyesi, Dav’ın hikâyesiyle Edip’in hikâyesi birbirlerinden alabildiğine farklıdır. Bu meseleyi icat ettiği göz sembolleri üzerinden çözümleyen yazar, kurgusal olarak yaptığı bu ayrımı anlamsal olarak da sürdürür ve ortaya görmekle bakmak arasındaki farkı/mesafeyi koyar.

Bakmak her zaman görmek anlamına gelmez. Kişi bazen belirli bir noktaya bakar, bir şeyler görmeye çabalar, ancak her zaman baktığı şeyi görmez; çünkü görmek için farklı bir bilinç gerekir. Bu bilinç sağlanamadığında da görme işlemi değil, bakma işlemi gerçekleşmiş olur. Dav ile Mukim’in hikâyesinin kilit noktası da tam olarak budur. Edip’in hikâyesi bakma meselesi, Dav ve Mukim’in hikâyesi ise görme arzusu ile örtüştürülebilir/eşleştirilebilir. Edip’in hayatı alabildiğine fizikseldir, onda dile gelen her şeyin gündelik hayatta bir karşılığı vardır, çünkü Edip yaşayan bir karakterdir; sokaktadır, pazarda, yolda, barda, sinemada. Dav ile Mukim ise Edip’ten çok farklı bir iklimde yaşayan karakterlerdir. Bunlardan Mukim zaten “zamansız” bir iklimin insanı/varlığıdır. Dav ise İstanbul’un ötelerinde, sınır uçlarında, kılcal damarlarında yaşamış, şehirden, insandan, toplumsal bellekten uzak bir noktada kendisini, yaşamını ve çevresini kurmuş, bellemiş, sürdürmüş biridir. Dolayısıyla onları var eden iklimler bu kadar farklı olduğunda her birini anlamak için de sadece bakmak yeterli olmaz, daha incelikli bir bakış ve görme eylemi ihtiyacı hâsıl olur. Bu da söz konusu üç hikâye arasındaki en temel farklardan birisini görünür kılar: “Bazen bakış, görmek için yeterli gelmez.”

Doğayla insan arasındaki ilişki dünya kadar, insanlık tarihi kadar eski bir konudur. Doğanın insanı ve insanın doğayı nasıl dönüştürdüğü (kimi zaman sömürdüğü) bir kişinin/toplumun nasıl bir yaşama biçimi üzerinden hareket edeceğini belirleyen en önemli unsurdur. Altı Üstü İstanbul’daki en önemli mesele ve çatışma da bu: “Doğa ile insan”, belki daha doğru bir ifadeyle “insan ile insan arasında doğa” üzerinden bir çatışma. Ana hatlarıyla mekânsal olarak Aydos’ta başlayan ve gelişen roman, “İnvalılar” üzerinden okura farklı bir yaşama biçimi sunar. Doğayla iç içe yaşayan bu insanlar fani olan hiçbir şeye değer biçmezken, onlar için var olan tek şey kendileri, bir parçası oldukları doğa ve dünyadır. Doğa olmadan insan var olamaz, insan doğa ve onunla kurduğu ilişkiyle kendi benliğini kazanır. İnvalılar da tam olarak bunu temsil eder. Dav, Tun, Sar… Söz konusu tüm bu karakterler Aydos sınırları içerisinde yaşayan, şehirle yaşadıkları coğrafya arasında sürekli mekik dokuyan, ancak şehirde gördüklerini hiçbir zaman yaşadıkları yere getirmeye yeltenmeyen insanlardır. Burada İnvalılar ile ilgili olarak dikkat çeken en önemli şey, çalıştıkları, ara ara gidip geldikleri şehri görüp tanımalarına karşın hiçbir zaman onun bir parçası olmamaları, şehri geride bırakabilmeleridir. Onlar için bir yaşam pratiğidir bu. Yaşanan her ne var ise geride kalmalıdır. İnsanoğlunun tarih boyunca gösterdiği adaptasyon ve uyum gücü düşünüldüğünde bu daha da dikkat çekici bir konu halini alır. Şehirle iç içe yaşayan, ancak kendisini ondan izole eden, onunla sadece gereklilikler ve zorunluluklar üzerinden iletişim kuran bu insanlar, doğayla iç içe nasıl bir hayat sürdürülebileceğine dair de farklı bir profil çizerler. Bu insanlarla bitki/doğa arasında da çok az fark vardır, tıpkı Marquis de Sade’ın dediği gibi:

“İnsan nedir ve insanla bitkiler arasındaki, insanla hayvanlar arasındaki fark nedir? Elbette hiç fark yoktur. Onlar gibi rastlantı sonucu dünyaya yerleştirilmiş, onlar gibi doğmuş, üremiş, çoğalmış ve azalmış, onlar gibi yaşlanmış ve Doğa’nın organik yapıları nedeniyle her hayvan türüne uygun gördüğü yaşam süresinin sonunda hiçlikte kaybolmuştur”

İnvalıların isimlerinin üç harften oluşması, yaşamları boyunca sadece bu kısaltmalarla anılması, ancak ölünce tam isimlerinin zikredilmesi de bundandır. Beden yaşarken doğanın bir uzantısıdır; ancak ölünce her şey sonlanır ve yeniden doğaya döner, onun içinde, onun sınırları dahilinde çürüyerek doğanın bir parçası olur. Dolayısıyla yaşamını/döngüsünü tamamlayan da bir isme sahip olur. Kazanılan isim mezar taşına yazılır, bir mezar taşı olacaksa şayet.

Hayat gibi, hayat kadar hayatı simgeleyen zaman da uçucudur. Altı Üstü İstanbul’da zamanın sürekli olarak değişmesinin, sıkça farklı zaman dilimleri arasında geçiş yapılmasının sebebi de biraz buna yorulabilir. Bu başta anlatıyı diri tutan en önemli etkendir. 2013, 2015 ve “zamansız”lığın içerisinde gidip gelen karakterler dile getirilen hikâyeleri hem birbirinden alabildiğine ayırır hem de aslında zaman dediğimiz olgunun aynı anda nasıl farklı şekillerde yaşanabileceğini/algılanabileceğini ve bu noktada her bir zaman diliminin kendi çizgisi içerisinde akabileceğini gösterir. Bu konuda en önemli örnek Dav’dır. Dav’ın gözü açıkken gördüğü zamanla gözlerini kapattığında kendisini içerisinde bulduğu zaman birbirinden alabildiğine farklıdır. Bu bir yandan okurun her bir satıra farklı bir dikkatle bakmasını gerektirir hem de sürekli olarak zaman algısının sorgulanmasına yol açar.

Doğanın bir parçası olarak zaman çok katmanlıdır. Zaman insan için farklı, bitkiler için farklı, hayvanlar için farklı akar. Hatta ağaç için farklı, çiçek için farklı, çimenler için daha da farklı akar ve bu döngü sürekli tekrarlanarak uzayıp gider. Aydos’taki evren de aslında bu yapı üzerine inşa edilmiştir. Sözgelimi, Aydos’ta yaşananların gerçekleşme hızıyla şehirde yaşanan onca olayın gerçekleşme hızı birbirinden farklıdır. Aydos’ta daha yavaş, dingin, suyunda ağır ağır akan bir hayat vardır. Oysa şehir bir kaosun içerisinde, kaosa teslim olmuş vaziyettedir. Herkes bir şeylere yetişmeye çalışır, gerilir, öfkelenir, bu süreçte zaman algısı da hızlanır, her şey birbirine karışır. Bu noktada doğayla, zamanla insan ve mekân ilişkisi üzerine vurgulanabilecek temel bir mesele vardır ki, o da metnin başlığındadır: “Altı Üstü İstanbul”da. Ne demektir bu? Burada hem hafif bir alaysama vardır, hem de şehrin altı ile üstünün birbirinden ne derece farklı olabileceğine dair bir gönderme. Alaysama, biraz hiçbir şeyin göründüğü gibi olmamasıyla alakalıdır. Tıpkı daha önce değinilen göz ve bakış konusunda olduğu gibi. Öte taraftan şehrin farklı kimlikleri de burada işaret edilen en temel ayrımdır. Aydos, İstanbul’un bir ucudur, ancak şehirden alabildiğine farklıdır. Dav gerek Aydos’ta gerekse yıkım sonrası şehirde gizlendiği tüm ormanlarda kendisinden bir şey arar. Kendi dünyasıyla bu dünyanın nasıl birbirinden alabildiğine farklı olduğunu anlamaya çalışır. Ormanların nasıl birileri tarafından –bu kimi zaman devlettir kimi zaman şahıslar– kapatılabileceğini, kontrol altına alınabileceğini, herkese ait olması gereken doğanın nasıl birileri tarafından bir sömürü aracına çevril(ebil)diğini anlamaya çalışır. Burada da ortaya iki farklı İstanbul çıkar, tıpkı Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’da yerin altındakiyle üstündeki İstanbul’un ne derece farklı olduğuna işaret ettiği gibi. Bu aşamada Sönmez’in bağlamı daha siyasi ve Türkiye’nin geçirdiği toplumsal/sosyal dönüşüm ve süreçle ilgiliyken, Yılmaz’ınki daha çok yakın dönemde özellikle etkisini artıran doğa-insan ilişkisine dairdir. Bu ilişki de kimileri için bir çatışma, kimileri için ise uyum arama sürecidir.

Romanın sonlarında tüm hikâyeyi bütünleyen ve ona güncel bir değer katan önemli bir olay gerçekleşir. Dav, şehir içi yürüyüşleri sırasında Gezi Direnişi’ne denk gelir ve orada olup bitenleri takip eder, bir grup insanın doğa için nasıl mücadele ettiğine tanıklık eder. Bu hem şehrin doğayla ilişkisinde hem de gençliğin kendisine yöneltilen baskılara tepki vermesinde önemli bir olay olarak değerlendirilebilir. Roman bağlamında ana hikâyeden farklı bir noktada akan bu olaylar bir yan-hikâye olarak değerlendirilmeli ve metne güncellik bağlamında artı bir değer katan unsurlar olarak görülmelidir. Zira anlatıcının çağla, çağın sorunlarıyla ve içerisinde bulunulan meselelerle yakından ve doğrudan ilişkisi edebiyatın güncel olanı takip etme hızı bakımından da işaret edilmesi gereken bir konudur.

Altı Üstü İstanbul’daki doğa görünümlerinden bahsederken söz edilmesi gereken bir diğer konu da şüphesiz doğanın katledilmesi, doğanın kaderiyle Dav’ın kaderinin nasıl iç içe geçtiğidir. Romanın en can alıcı sahnelerinde Aydos’ta yaşananların ve İnvalıların başına gelenlere karşı verdikleri tepkinin önemli bir karşılığı vardır. İstanbul’un eteklerinde doğayla birlikte var olan insanların yaşadığı bir yer olan Aydos, burada yaşayan İnvalılar için özel bir alandır. Atadan toruna değin tüm yaşamını burada geçirmiş olan sekiz aile, bir gün bölgenin sahibi olduklarını söyleyen birtakım kimseler tarafından yerlerinden edilir ve bundan sonra onlar için daha önce hiç deneyimlemedikleri bir yersizlik-yurtsuzluk süreci başlar. İnvalılar için ne gidecek bir yer vardır ne de başka türlü bir yaşam alanı, yaşam biçimi. Birtakımı Aydos civarındaki apartmanlara yerleşir, Dav gibiler ise böyle bir yaşamı kabul edemez. Aydos yoksa onlar da yoktur, doğayla birlikte onlar da katledilir. Önce Aydos’tan sürülürler, ardından da bu dünyadan. Devirlerini tamamlayıp başka bir zamana geçerler. Doğaya karşı romanda yürütülen kavganın, mücadele ve savaşın gedik noktası da burasıdır. Aydos her şeyin merkezinde yer alan asıl alandır. Doğanın ciğerlerinin şehirliler tarafından sökülmesi, İnvalıların ve dolayısıyla bir noktada yine şehirlilerin nefessiz bırakılması bu anlamda trajik bir unsurdur. Aslında burada herkes kendisine can olan, şehre ciğer olan ormanları yok ederek kendi sonlarını hazırlamakta, basit emeller uğruna, gündelik zenginlikler uğruna geleceklerini çalmakta, yok etmektedir. Gezi’deki direnişin anlamı da budur, Dav’ın ailesiyle birlikte onca yıl yaşadığı köyünü terk etmesindeki mana da. Nihayetinde her ne kadar şehirliler İnvalılara karşı yürüttükleri mücadeleyi kazansa ve onları yersiz yurtsuzlaştırsalar da, son raddede kaybeden yine kendileridir. Bu filmde kazanan yoktur, kötü adamlar da kaybetmeye mahkûmdur. Dolayısıyla doğanın tahribatı aynı zamanda zamanın ve insanoğlunun kıyametidir.

Son raddede Altı Üstü İstanbul’dan söz ederken bahsedilmesi gereken özel bir konu daha var: Altı Üstü İstanbul iyi bir okurun romanıdır. Başta 3P olmak üzere (Proust, Pessoa ve Pavese), Fowles, Ahmet Hamdi Tanpınar, Turgut Uyar, Edip Cansever, Âşık Veysel gibi birçok isim roman boyunca mesele edilir. Gerek anlatıcıların dilinde, gerek yazarın, gerekse karakterlerin dilinde hep bu isimler vardır. Salt Altı Üstü İstanbulüzerinden bir okuma listesi yapmak ve burada sözü edilen roman, şiir ve öyküleri okumak bile iyi bir okuma etkinliği olarak değerlendirilebilir. Bu da hem anlatıcının veya bir anlatıcı olarak yazarın arka plandan kendisini hissettiren yazınsal eğilimlerine işaret eder hem de onun okuma edimlerinin edebiyata nasıl ve hangi perspektiften etki edebileceğine. Belki dikkatli bir okur burada sözü edilen yazar ve metinlerle roman arasında kimi bağlar da kurabilir, tüm bunlar okumanın ve etkilenmenin büyüsüyle alakalıdır.

Ercan Y Yılmaz’ın yeni romanı Altı Üstü İstanbul, gerek yarattığı karakterler, gerek onlar üzerinden inşa ettiği evren ve şehirle İstanbul konulu kent anlatıları içerisinde kendisine alan açan özel bir eser. Yılmaz’ın uzun yıllara dayanan yazınsal birikimini yakından hissettiren bu roman, aynı zamanda bilinçli bir yazarın okurla yakın geçmişte çıktığı kıymetli bir yolculuk olarak da görülebilir.