"Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete"

Seçkin Selvi: Siz istediğiniz kadar ciddiyetle çalışın, yayın dünyasıyla ve yurt dışıyla ilişkilerinizi götürün, dünya edebiyatını takip edin, ama bir yerde devletinizin yanlış politikaları yüzünden eliniz kolunuz bağlı kalıyor...

13 Eylül 2018 13:30

Altmış bir yıl ve yüz altmış sekiz çeviri… Isabel Allende’den Paul Auster’a, Alice Munro’dan Carlos Fuentes’e, James Baldwin’den Gabrial García Márquez’e uzanan, uzadıkça bitmeyen bir yazar listesi… Yıldız Kenter’den Gülriz Sururi’ye, Yaşar Kemal’den Özdemir İnce’ye, Cevat Çapan’dan Ahmet Cemal’e, Ataol Behramoğlu’ndan Talât Sait Halman’a kadar uzanan kıymetli dostluklar… Yiğit Sertdemir’den Şevket Çoruh’a, Tolga Yeter’den Eraslan Sağlam’a, Sevinç Erbulak’tan Günay Karacaoğlu’na, Senem Cevher’e, Rıza Sönmez’e kadar genişleyen, birbirinden başarılı öğrenci listesi… Yüzlerce kitabın editörlüğü, son okuması, düzeltisi...

Bütün bunları iki saatlik bir sohbete sığdırmanın imkânsızlığının farkında olarak, değerli çevirmen, editör, köşe yazarı ve tiyatro eleştirmeni Seçkin Selvi’yle buluştuk. Biz konuştukça muhabbet dallanıp budaklandı; yukarıda bahsi geçen isimlerin ve daha fazlasının kulaklarını çınlattık, anıları yâd ettik, günümüz edebiyat ve tiyatro dünyasının akıbetini konuştuk. 

Seçkin Hanım’ın “Kitap okumaktan kitap okumaya vakit kalmıyor” isyanını bu piyasanın en haklı ama bir o kadar huzur veren isyanı olarak görüyorum, zira çevirilerini anlatırken, üzerine çalıştığı metinlerden bahsederken gözlerindeki ışığa ve mutluluğa yakından şahit oldum. Ayrıca kendisinin “yanınızda çalışanlara istediğiniz şeyi yaptırabilmek için o işi bilmeniz gerekir” cümlesini, kültür ve medya dünyasında oturduğu “büyük” sandalyeleri dolduramayan insanları düşününce manidar buluyor ve yanında eleman yetiştiren, tecrübelerini ve bilgi birikimini yeni nesle aktarmayı kendine ilke edinen, öğretmekten ve öğrenmekten bıkmayan müdürlere, patronlara, şeflere, amirlere ihtiyaç olduğunu, özellikle yayın piyasasında stajyerliğin, çevirmen ve editör yetiştirmenin elzem olduğunun altını çizmek istiyorum.

Ömrünün çocukluk hariç her dönemini bu piyasanın çeşitli alanlarında üreterek geçirmiş ve geçirmekte olan Seçkin Selvi’yle sohbetimiz boyunca oyun çevirilerine ve tiyatro eleştirilerine de yer vermeye çalıştık ancak hep bir şeyler eksik kaldı, zaten konuşurken de bu alandaki eksikliklerden bahsettik durduk. Oyun çevirisinin daha fazla gündeme gelmesine, dergi ve gazetelerde tiyatro eleştirilerine sayfa ayrılmasına ihtiyaç olduğunu yine bu sohbette ele aldık. Bu minvalde, çeviri kitaplar üzerine yazılan eleştirilerde/tanıtımlarda metnin bir çeviri olduğunun unutulmasından, çevirmenin sesinin kısılmasından, doğru düzgün bir metin karşılaştırması yaparak çeviri eleştirisinin yazılamamasından yine ve yine bahsettik.

Uzun lafın kısası, Seçkin Hanım’la çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik, dileriz siz de aynı keyfi alırsınız.

Can Yayınları’nda uzun yıllar editörlük yaptınız ve pek çok çeviriye imza attınız, sizi yayınevinin bir parçası olarak düşündük hep, o yüzden oradan başlamak isterim. Can Yayınları’ndan ayrılma sürecinizden bahsetmek ister misiniz?

Can Yayınları’ndan ayrılma sürecim, daha doğrusu ayırtılma sürecim diyelim. Ben ayrılmadım çünkü. Orada 15 yıl çalıştım, Erdal (Öz) benim 55 senelik arkadaşım, dostum. Ben Can’ı (Öz) mama iskemlesinden tanıyorum, ama Can şimdi pek fiilen çalışmıyor yayınevinde, yeni bir genel yayın yönetmeni geldi ve o yönetiyor artık. Yeni bir yöntem deneyecekmiş, tabii o yeni yöntem denendikten sonra belki başarısız olurdum, belki olmazdım, ama ben başarısız olunca yollar ayrılabilirdi, onu beklemeden çıkardılar beni. Herhalde yaşımdan kaynaklanan bir şey ya da Erdal Öz’ün kadroları tasfiye ediliyor çünkü sadece ben değil, Faruk Duman’a da aynı karar uygulandı. Erdal Öz’ün kadrosu, onun ekibi dağılıyor diyebiliriz.

Sizce neden böyle yaptılar peki?

Onun nedenini tam olarak bilemiyorum. Her genel yayın yönetmeni kendi koşullarıyla, kendi kadrosuyla gelmek ister; o da doğaldır, ama daha şık bir şekilde olabilirdi, olamadı.

Yayınevinden çıkarıldığınızı siz ne zaman öğrendiniz? Önceden haber verildi mi?

Ani bir karar oldu. Tabii şu da var, orada redaksiyon için benim İngilizcemin ve hızlı çalışmamın rahatlığını karşılayacak birisi olmadığından dışarıdan redaksiyon yapmak üzere ayrı bir sözleşme imzaladık, evden çalışıyorum.

Can Yayınları’ndan ayrılma sürecim, daha doğrusu ayırtılma sürecim diyelim. (..) Herhalde yaşımdan kaynaklanan bir şey ya da Erdal Öz’ün kadroları tasfiye ediliyor çünkü sadece ben değil, Faruk Duman’a da aynı karar uygulandı. Erdal Öz’ün kadrosu, onun ekibi dağılıyor diyebiliriz

Yani şu an aslında Can Yayınları’na dışarıdan editörlük ve redaksiyon hizmeti sunmaya devam ediyorsunuz?

Evet evet. Çeviriler için her zaman olduğu gibi başka yayınevleriyle de çalışıyorum, sadece Can’a çeviri yapmam için hiçbir zaman bir şart koşulmadı tabii. Şu anda 168. çevirimi yapıyorum. Patricia Highsmith’in Carol’ını. Filmi de vardır, Cate Blanchett oynamıştı, izlemenizi tavsiye ederim, izlemediyseniz. O filmdeki genç oyuncu Rooney Mara da yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı almıştı. Çok hoş bir filmdi.

İzlemiştim ben de. Peki, filmini izledikten sonra kitabı çevirmek sizin için nasıl bir tecrübe oldu?

Benim için kötü; şundan dolayı, ben çeviriye başlamadan önce kitapları okumam, çünkü okuduğum zaman önümde havuç kalmıyor, o yüzden Carol’ın sonunu biliyorum ya heyecanı bitti benim için.

İlknur Özdemir de söyleşimizde benzer bir şey söylemişti, kitabı önceden okuduğu takdirde bir daha okuyamayacağı için, izlediği filmi tekrar izleyemeyeceği için, çevirdiği kitabı da bilmek istemiyordu, "Sonra o heyecanı kalmıyor" demişti, sizinki de o hesap sanırım.

Aklın yolu bir. Bu tuhaf bir şey gerçekten. Ben katiyen okuyamam, okursam çeviriye başlayamam. O yüzden de çok sevdiğim kitaplarda sonuna yaklaşırken işi ağırlaştırmaya çalışırım bitmesin diye.

Peki, şu an çalışma masanızda hangi kitaplar var? Carol’dan bahsetmiştik.

Evet, Carol’ın dışında iki tane daha Highsmith var çevireceğim, sonra bir liste var ondan seçerek ilerleyeceğim, bir yandan da redaksiyon yapıyorum, son bir ay içinde edit ettiğim beş kitap var.

İlk çevirinizden başlayarak biraz çeviri maceranızı dinleyelim o zaman.

Yedi sekiz yaşımızdan itibaren tiyatro dünyasına izleyici olarak beraber başladığımız çocukluk arkadaşım Güner Sümer, 1957 senesinde ben koleji bitirip Ankara’ya döndükten sonra  Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Sahne Z’yi kurduklarını ve William Saroyan’ın tek perdelik bir oyunu olduğunu söyledi, onu çevirmemi istedi. İlk çevirim o oldu. Oyunun adı Hello Out There idi, Merhaba Dışardaki olarak çevirdim. O ve onun yanı sıra Ionesco’nun Kel Şarkıcı'sı olmak üzere iki tek perdelik oyunla açıldı tiyatro, ilk çevirim o ve o ilk çeviriyle hem çeviriye hem tiyatroya bulaştım, ikisinden de kurtulamadım.

İyi ki de kurtulamamışsınız o zaman.

İyi ki de kurtulamamışım hakikaten, başka bir şey yapmayı zaten düşünemiyorum.

En çok sevdiğiniz ya da iyi ki çevirmişim dediğiniz kitap(lar) hangileri?

Tabii ilk söyleyeceğim herkesin bildiği kitap aslında, Yüzyıllık Yalnızlık. Ama çevirdiğim kuramsal kitapların hepsini çok severim, çok Lenin çevirdim, Troçki, Dimitrov, Stalin çevirdim, kuramsal kitapların hepsinin çok yararlı olduğuna inanıyorum, o yüzden onları çok severim. Çevirdiğim 168 kitabın herhalde 100 küsuru kurmacadır, çünkü hapishanedeyken mesela beyaz dizi de çevirdim.

Harlequin serisi gibi kitaplar mı?

Onlardan önce çıkmıştı bu kitaplar. Bunlar tutunca Harlequin serisi çıktı. Hilmi Yavuz ile Tanju Gökçöl’ün yönettiği bir diziydi. Oraya da böyle bir 15-20 kitap yapmışlığım var.

Onlar kafa dağıtmak için miydi?

Hapishane şartlarında onları çevirebiliyordum, gerçi Yüzyıllık Yalnızlık’ı da hapishanede çevirdim ama o zaman sivil hapishanedeydim.

Hapishanede kitap çevirmek pek kolay olmasa gerek.

Vallahi fark etmiyor, yani o işi yapıyorsanız her yerde yapıyorsunuz, çünkü ben plajda bile kitap çeviriyorum. Zaten ikinci defa dünyaya gelirsem kesinlikle kepenkli bir meslek edineceğim, kepengi akşam indireceğim, benimle hiçbir yere gelmeyecek o meslek. Çünkü şimdi çeviriler ya da redaksiyonlar yazlığa geliyor, hapishaneye geliyor, seyahate geliyor, her yere geliyor.

Çok haklısınız, tam da bu noktadan hareketle Ahmet Cemal’e selam vererek, onun bir cümlesini alıntılamak isterim. Kendisi sizin için “üretmekte direnmeyi öğretiyor” demişti. Galiba Ahmet Cemal bir noktada yorulmuş, üretmeyi bırakmış ve bunun için sizden güç aldığını yazmış.

Çok sevdiğim, çok değer verdiğim dostumdur Ahmet benim, çok sevişirdik biz Ahmet’le. Benim için çok önemli insanlardan biriydi. Bazen karamsar olurdu. Onun Cumhuriyet’te yayınlanan haftalık yazıları vardı. Yazıyı okurdum, bakardım biraz karamsarsa hemen telefona sarılırdım, o sözleri bununla ilgili.

Gazetedeki yazısından anlaşılıyor ki, siz ona umut veriyorsunuz, güç veriyorsunuz.

Karşılıklıydı. Görüşlerimizi paylaşmak ikimizi de çok mutlu ederdi.

Üretkenliğinizden devam edecek olursak, nasıl bir çalışma temponuz var? Seçkin Selvi’nin bir gününde neler yaşanır?

Ofiste çalışırken sabahları gidiyordum.

Her gün gider miydiniz ofise?

Bir gün gitmiyordum sadece, onun da nedenini açıklayayım. Ben burada çalışmadan önce, gazeteden ayrıldıktan sonra bir reklam ajansında müdür olarak çalıştım. O sırada da Yeditepe Üniversitesi’nde tiyatro eleştirisi dersi veriyordum, cuma günleri okula gidiyordum. Reklam ajansı kapanınca Erdal’a (Öz) geldim, yalnız “Erdal, ben cumaları çalışmam çünkü üniversiteye gidiyorum” dedim kendisine. Cumayı hariç bıraktım, sonra bu paralı üniversitelere gelen çocuklar ayaklarını suratınıza doğru uzatmaya başlayınca orada daha fazla kalamadım. On beş yıl ders verdikten sonra bıraktım. Ama yayınevindeki düzeni bozmadım, cumaları çalışmıyordum. Ama eve iş getiriyordum tabii. Aslında ben 7/24 çalışıyorum, diyebilirim. Şöyle bir şey, bütün gününüzü bir başkasına kiraya veriyorsunuz. Akşam da yine bir iş oluyor, derken kendinizden çalarak bir şeyler yaşamaya çalışıyorsunuz. Mesela ben dört beş saatten fazla uyku uyumam, biraz fazla uyuyunca zaten felaket bir şey oluyorum. O yüzden çalışma tempom hâlâ devam ediyor. Tabii eskisi kadar süratli değilim, bu mümkün de değil çünkü 79 yaşındayım. Eskisi kadar süratli değilim ama yaşıtlarımdan demeyeyim de gençlerden daha süratliyim. Bitirilecek bir iş varsa bitirmeden rahat edemem.

Söz konusu olan iş de kitap olunca tabii...

Bir de süreklilik gerekiyor. Kocam bana “Sen çalışkan olduğun için hızlı çalışmıyorsun, tembel olduğun için hızlı çalışıyorsun” derdi. Bir an önce bitsin diye yani. Öyle değil tabii, daha doğrusu “bir an önce bitsin”in arka planında ekmek parası var.

Çeviri dünyası aslında maddi anlamda tatmin etmeyen de bir dünya, özellikle gençlerin kendilerini ispatlama ve bir yol çizme süreçlerinde iyice zorluk çıkarıyor, değil mi?

Pek de ispatlayamıyorlar zaten. Ama şimdi ben başka bir ülkede yaşayan birisi olsaydım ve o ülkenin diline çeviri yapsaydım şu anda ayağımı uzatmış, oturuyor olurdum. 168 kitap kenarda duruyor, ben acaba bu yaz nereye gitsem, dünya seyahatini nerede yapsam diye plan yapıyor olurdum, ama şimdi Taksim’e çıkamıyorum. Tabii bunlar bizim seçimlerimiz. Ben köklü bir burjuva ailesinden geliyorum, çok farklı seçimler yapabilirdim, o imkânlarım ve o yönde talepler vardı ama ben istemedim.

Yayınevlerinin bugünkü durumunun geleceğini Türkiye’ninkinden farklı düşünmek pek mümkün değil. Kısacası binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete diye özetlenebilir

İtiraz eden oldu mu ailenizden?

Hayır, ailemden en ufak bir müdahale görmedim.

Biraz da yayıncılığın hâini konuşalım. Neler oluyor, nasıl gidiyor, ne düşünüyorsunuz mevcut yayın dünyasıyla ilgili? Hem ekonomik anlamda hem de yayımlanan kitaplar açısından neler söylemek istersiniz?

Tabii diğer yayınevlerini çok yakından tanımıyorum, ama şöyle bir şey söyleyebilirim, yayınevlerinin bugünkü durumunun geleceğini Türkiye’ninkinden farklı düşünmek pek mümkün değil. Kısacası binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete diye özetlenebilir. Şu anda nereye varır hiç bilmiyorum, siz istediğiniz kadar ciddiyetle çalışın, yayın dünyasıyla ve yurt dışıyla ilişkilerinizi götürün, dünya edebiyatını çağdaş olarak takip edin, etmeye gayret edin, ama bir yerde devletinizin yanlış politikaları yüzünden eliniz kolunuz bağlı kalıyor, kalacak tabii.

Seçkin Selvi'nin çevirdiği kitaplardan bazılarıBasılan kitaplar açısından neler söylemek istersiniz? Son zamanlarda, siz de gözlemlemişsinizdir eminim, kurmaca dışı kitaplarda büyük bir patlama söz konusu ve yayınevlerinin çoğu bu alana doğru evrilmeye başladı. Hâliyle kurmaca eserleri biraz daha geri planda bırakmaya niyetleniyorlar, bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

Evet, farkındayım bu durumun, ama ben edebiyat yayınından yanayım. Şöyle bir şey olabilir, bir yayınevi her alanda yayın yapmaz, uzmanlık yayınevleri olabilir, yani kurmaca dışı kitap yayımlayan üniversite yayınevleri var, bu alanda çok iyi işler çıkaran belli başlı yayınevleri var. Bir de popüler edebiyat teranesi tutturdular tabii, bunun arkasında bir satış endişesi vardır, ama dediğim gibi ekonomi öyle bir yere geldi ki siz istediğiniz kadar popüler edebiyat yapın veyahut kurmaca dışı yapın yahut bilmem ne yapın, o kazanda kaynayacaksınız.

Ahmet Cemal’den devam etmek isterim, Cumhuriyet gazetesinde “Seçkin Selvi Kültürü” başlıklı bir yazı yazmıştı. “Çevirmenliği en yetkin düzeyde bir dil ustalığına dönüştürdü” diyor sizin için ve “Gelecekte Seçkin Selvi’nin çevirmenliğini hakkıyla değerlendirebilecek olanların, ondan bir dile yönelik bütün yozlaştırma girişimlerine ne kadar kararlı ve ne kadar etkin bir biçimde karşı konulabileceğini de öğreneceklerinden eminim" diyor yazısında. Burada bahsi geçen bu yozlaştırma girişimlerinden konuşmak isterim biraz.

Yaşadığımız genel yaşam ortamında şöyle bir şey var. Bizim yıllarca mücadele etmeye çalıştığımız kültür emperyalizmi. Şimdi herkes sular seller gibi yabancı dil konuşuyor, öncelikle İngilizce olmak üzere, ama Türkçe bilmiyorlar maalesef. Bakın ben 61 yıldır çeviri yapıyorum, bir tek gün konuşurken yabancı kelime kullandığımı göremezsiniz. Öyle olması gerekir. Bir de şu var tabii, yeni kuşakların Türkçe sözcük dağarcığı maalesef son derece sınırlı, sanıyorum üç yüz kelimeyi aşmıyor konuşmalarının sınırı. O yüzden de özellikle girift cümleleri, İngilizcede “Teutonic” dediğimiz girift cümlelerle yazan yazarları çevirirken zorlanıyorlar da diyemeyeceğim, beceremiyorlar ve cümleleri bölüyorlar.

Şimdi herkes sular seller gibi yabancı dil konuşuyor, öncelikle İngilizce olmak üzere, ama Türkçe bilmiyorlar maalesef. Bakın ben 61 yıldır çeviri yapıyorum, bir tek gün konuşurken yabancı kelime kullandığımı göremezsiniz

Orada üslûp kayboluyor böyle olunca da.

Tabii, bir cümle şöyle bölünebilir ancak, ona cevaz vardır bence, ki ben de yapmışımdır zamanında. Kuramsal bir kitap çeviriyorsanız, orada önemli olan mesajı iletmektir, onu en anlaşılır şekilde çevirirsiniz. Zaten onu yazanlar da -ideologlar da- üslûp kollamazlar. Ama edebî bir yazarı çeviriyorsanız üslûbunu kollamak zorundasınız. Aksi hâlde, olmayacak bir yazarın kitabı Seçkin Selvi gibi konuşur. Bu da son derece anlamsız bir şey tabii. O yazarları “o” yapan onların ününü gerçekleştiren şey, üslûpları, anlatım tarzları ve tabii dünyaya bakış açıları... Onu yakalayamadığınız zaman üslûp havada kalıyor.

Peki, bu yozlaş(tır)ma meselesinden devam edecek olursak... Bu süreçte ne tür yöntemler geliştirmeye çalıştınız, nasıl mücadeleler verdiniz?

Ben 10 yıl tiyatro dergisi çıkardım. Ondan sonra iki yıl bir edebiyat dergisi çıkardım.

Tiyatro 70 ile Edebiyat 80’den bahsediyoruz, değil mi?

Evet, Tiyatro 70, ‘80’e kadar devam etti, ‘80’de de Edebiyat 80’i çıkardık. Ondan sonra tabii, dergi çıkarma meselesi aile bütçesini zorlamaya başlayınca bıraktık maalesef.

Dergilerin içeriğinden konuşalım mı biraz?

Öncelikle şunu söyleyeyim, ikisinin de başlığında şöyle yazardı: Siyasî Tiyatro Dergisi, Siyasî Edebiyat Dergisi.

Sanatı siyasetten ayırmak mümkün değil zaten.

Mümkün değil elbette. Sanatı siyasetten ayırmak, hayatı siyasetten ayırmak mümkün değil. Ayaklarınız yere basacaksa, söylediğiniz her sözcüğün arkasında durabilecekseniz siyasetten kopmanız mümkün değil.

Kimlerle birlikte çıkarmıştınız dergiyi?

O sırada ben Tanju Cılızoğlu’yla evliydim, beraber çıkardık dergiyi. Önce Günay Akarsu da vardı, sonra Günay İzmir’e taşındı.

Siz İstanbul’daydınız, değil mi?

Evet. Bu arada çok kısa süreliğine, Cumartesi adında bir haftalık gazete de çıkardık. Fakat onda dağıtım sorunu oldu, büyük dağıtım şirketlerine gittik, bizden akıl almaz tirajlar istediler. Onlar da haklıydı çünkü Türkiye çapında dağıtım yapılacaktı, o yüzden o dağıtım nedeniyle, altı yedi sayıdan sonrasını çıkaramadık.

Diğer dergilerin tirajı nasıldı peki?

Büyük satış yoktu, daha çok abonelerle satılıyordu. Tiyatro 70’in iki bin civarında abonesi vardı. İşin garibi, o abonelerin yüzde doksanı da tiyatrocular değildi.

Aslında bugünle kıyaslayınca bir derginin iki bin aboneye ulaşması çok iyi bir sayı olsa gerek...

Bilemiyorum ama şimdilerde en çok satılan derginin bile 10 bin, 15 bini bulduğundan şüpheliyim.

Şu anki dergiciliği nasıl değerlendirirsiniz?

Bilmiyorum çünkü ben masanın o tarafında değilim. Ama pek parlak olduğunu sanmıyorum. Şu anda ben Milliyet Sanat dergisinde yazıyorum. Bir de Milliyet Sanat’ın internet sitesine yazıyorum.

Peki, köşe yazılarınızdan bahsedelim mi biraz da?

Köşe yazılarım çok daha eski. Sabah'ın gerçekten bir gazete olduğu dönemden, Dinç Bilgin’in olduğu dönemden bahsediyorum. Ama Sabah’tan önce Günaydın’da başladım, burada da nasıl başladım diye soracak olursanız anlatayım. Oğuz Aral benim çok eski arkadaşım. Oğuz Günaydın’da Gırgır’ı çıkarıyor, biz Oğuz’la birlikte Günaydın’da “Genç” başlığıyla bir mavi sayfa, genç sayfası yaptık. O sayfada ben köşe yazılarına başladım. O sayfa kapandıktan sonra gazetede köşe yazılarıma devam ettim. Bu arada Türkiye’de başka bir ilki gerçekleştirdik Oğuz’la, video gazete yaptık.

O nedir tam olarak?

32. Gün’den çok önce 32. Gün formatında spordan siyasete, modadan röportaja her şeyi içeren haftalık iki buçuk saatlik bir video kaset yapıyorduk. Benim haber ve program sunucularım Yılmaz Zafer, Tiraje Başaran, Sevda Uskan, Erhan Çelik’ti. Sacit Onan, Lami Sesar gibi çok değerli seslendirme sanatçılarıyla çalıştım.

Yorucu bir şey olsa gerek bunu hazırlamak.

Tabii, şöyle bir şey var, Haldun Bey ağırlıklı olarak İngiltere’de yaşadığı için BBC’den master kasetler getiriyordu. Yani U-Matic dediğimiz büyük master kasetler. Onların içindekileri ben tarıyordum, kopyalıyordum, edit ediyordum, o yüzden film montajını da biraz bilirim.

Bu reklamcılıkta da çok işinize yaramış olsa gerek.

Tabii, bu öyle olmaz diyordu montajcı, ben de olur diyordum. Ben geçip yapıveriyordum. Bazı şeyleri bilmek, başkasına yaptırabilmek için şarttır. Mesela Günaydın’da mavi sayfayı ben yapıyordum.

Sayfa tasarımını da mı siz yapıyordunuz?

Tabii, sayfa tasarımını da yapıyordum. Aşağıya iniyorum, sayfa bağlanacak. Oradaki görevli “Abla bu böyle olmaz, yerleşmez bu böyle” diyor. “Çekil bakalım sen” diyordum, yapınca pekâlâ yerleştiği anlaşıldı. O yüzden yanınızda çalışanlara istediğiniz şeyi yaptırabilmek için o işi bilmeniz gerekir. Mesela Haldun Bey’in iyi gazeteci olması oradan gelir, çok sıkıştığı zaman tulumunu giyip matbaaya inen bir adamdı.

Üretimin pek çok aşamasında aktif rol oynayanların farkı anlaşılıyor zaten piyasada. Peki, Milliyet Sanat’taki köşe yazılarınızdan bahsediyorduk, oradan devam edelim mi?

Köşe yazarlığım benim tiyatro dergisiyle ‘71’de başladı. Sonra ‘80’lerde Günaydın geldi. Sabah burada kurulduğu zaman orada başladım, ‘92’ye kadar devam ettim.

Tiyatro üzerine mi yazıyordunuz sadece?

Yok, köşe yazısı yazıyordum, tiyatro ağırlıklıydı ama her konuda oluyordu. Bu arada 37 senedir de Milliyet Sanat’a yazıyorum.

Cansu Canseven ve Seçkin SelviOrada sadece tiyatro eleştirisi yazıyorsunuz ama değil mi?

Evet, orada sadece tiyatro üzerine yazıyorum. Bir de maalesef ölen dostlarımın arkasından ölüm yazıları yazıyorum.

Köşe yazılarınızı kim okuyor dersiniz? Tiyatrocular mı, öğrenciler mi?

Hayır hayır, okumazlar. Şunu söylemek isterim, dergi için bunu söylemek mümkün değil ama internete yazdığınız zaman müthiş bir geri dönüş alıyorsunuz. Altmış bir yıldır yazı yazıyorum, ama bu kadar geri dönüşü internetten aldım, belki ötekiler de okunuyor, ama bilmiyorsunuz ki. İnternette kaç defa okunduğunun görünüyor olması çok güzel. Daha önce de dediğim gibi tiyatro dergisinde abonelerimizin çok az kesimi tiyatroculardı. Tabii şimdi yeni tiyatroculardan bahsetmiyorum, eski tiyatroculardan bahsediyorum. Onlar kendi oynadıkları oyunla ilgili yazıda kendileriyle ilgili paragrafı okurlar. Ben de kolaylık olsun, zorlanmasınlar diye onlarla ilgili bölümleri bold yapardım. Yalnız şimdi son derece iyi bir tiyatrocu kuşağı yetişti, gerçekten hayranlık duyduğum tiyatrocular var içlerinde.

İsim de verebilir misiniz?

Veririm tabii, çoğu da benim öğrencim. En beğendiğim ve övündüğüm öğrencim Kumbaracı 50’nin kurucusu Yiğit Sertdemir. Şu an tiyatrolarda, özel tiyatrolarda, genç tiyatrolarda ve dizilerde gördüğünüz oyuncuların yüzde 70'i benim öğrencim. Örneğin Eraslan Sağlam, Tolga Yeter, Tülin Özen, Şevket Çoruh, Uğur Uludağ, Günay Karacaoğlu, Ümit Çırak, Sevinç Erbulak, Alper Kul, Barış Atay, Dolunay Soysert, Sevil Akı, Selim Can Yalçın, Rıza Sönmez, Senem Cevher. Kuruluşundan itibaren beş sene Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, ondan sonra 10 sene de Yeditepe Üniversitesi’nde ders verdim.

Ne şanslılarmış, ne mutlu size ve onlara... Çevirdiğiniz kitaplara geçelim mi yavaştan. Liste çok uzun tabii, insan hangisinden başlayacağını bilemiyor...

Evet, dünya edebiyatında pek çok yazar var bu listede.

Nelere dikkat edersiniz çeviri yaparken?

Dediğim gibi okumadan çeviriye başlarım. Daha doğrusu bir iki sayfa okurum, üslûbu yakaladıktan sonra çevirmeye başlarım ve devam eder. Çevirmenin bir tek mutlu ânı vardır: “Bu cümle ancak böyle çevrilirdi, aferin” deyip kendinizi alkışladığınız andır o. Şöyle girift bir cümleyi çözmek hoş bir şeydir.

Çeviri bittikten sonra peki?

Sonrasında okumam tekrar.

Bitirip editöre teslim ediyorsunuz o hâlde?

Emin olmadan zaten ikinci cümleye geçmem. O yüzden okumam. Editöre de gitmiyor tabii, benim kitaplarım edit edilmiyor.

Son okumaya gidiyordur en azından, orada yapılan değişiklikleri görüyor musunuz peki?

Görüyorum. Şöyle bir şeyle karşılaşmıştım, dudağım uçukladı. Can’da ilk başladığım gün, o sırada benim Nadine Gordimer’im çıkıyor. Matbaaya gitmek üzere, bir bak dediler bana da. Zannediyorum ki Evdeki Silah kitabıydı, ama tam hatırlamıyorum. Birinci cümle şuydu: “Herkes kendi gideceği yere gidiyor, o yüzden müthiş bir keşmekeş var alanda.” Onu birisi almış, “Tabakhaneye bok yetiştirir gibi hızlı gittikleri için ortalık...” Kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü. Üstelik de iyi bir çevirmen arkadaş yapmış bu işi.

Ne yaptınız peki?

Ondan sonra okumadım kitabı, o cümleyi değiştirdim sadece. Devamını görmeyeyim, sinirlerim bozulacak dedim, o yüzden tabii bakmak gerekiyor. Böyle işgüzarlıklar yapılabiliyor. Şöyle bir şey mesela, ben dışarıdan editörlük yapıyorum, orada başka editörler var, ikinci okumaların onlara gitmesini istemedim. Çünkü yaptığım bir şeyi değiştirmeye kalkabilirler, bozarlar, orada benim ismim çıkacak çünkü.

Peki, siz editörlüğünü yaptığınız çeviri metinler üzerinde nasıl çalışıyorsunuz? Kaynak metinle erek metni karşılaştırıyor musunuz cümle cümle?

Tabii. Şimdi şöyle bir şey, o yöntemi ben geliştirdim, belki başka yayınevlerinde de vardır, bilmiyorum ama ben başladığım zaman 15 sene önce, çıktı üzerinden düzelti yapılırdı. Son derece saçma bir şey, bir cümle eklerken ya da değiştirirken sayfanın kenarına sıkıştırmaya çalışıyorsunuz falan filan. Ben ekrandan yaparım, ekrandan kırmızıyla işaretlerim, gerekirse çevirmene gösterme imkânı olsun diye. Karşılaştırmak gerekiyor. Tabii gözüm kapalı güvendiğim çevirmenler vardır, onların çevirisinde bir şey çok aksıyorsa farkına varırım da bakarım. Ki gerçekten de yanlış çıkar oradan.

Çok güzel akıp giden bir metinde hata olamaz mı?

Elbette olabilir, şöyle bir şey olmuştu mesela. Genç bir çevirmen adayı deneme çevirisi yaptı, çok güzeldi, bir kitap verdik. Çok da aydın bir ailenin çocuğu, gayet güzel Türkçesi, çeviri geldi, sular seller gibi bir Türkçe, ama kitapla alakası yok.

Kalemini tutamamış demek...

Evet, cümlenin akıcı olması sizi aldatmamalı, çünkü arkasından böyle bir sürpriz çıkabiliyor.

Kaynak metin her an önünüzde duruyor ama değil mi? İhtiyaç hâlinde hemen bakıyorsunuz.

Tabii tabii. Onu fiziksel kopya olarak önümde tutarım, ekranda iki metin, bir ona bir diğerine bakarak yapamıyorum. Kaynak metin kitap ya da çıktı olarak masada durur, çevirirken de öyle yapıyorum zaten. Çevirdiğim kitap da yanımda duruyor, ekranda çeviriyorum.

Hep iyilerden konuşmayalım, biraz da kötü tecrübelerden bahsedelim. Karşılaştığınız sorunlu metinlerden örnek verebilir misiniz?

Sanıyorum ‘59-‘60 yıllarında Varlık Yayınları’ndan çıkan bir John Dos Passos çevirisi vardı, şu an kime ait olduğunu hatırlayamıyorum çevirinin, Önemli Adam diye çevrildi, Number One’dır orijinali. Amerika’daki bir seçim kampanyasında dönen dolapları anlatır. Buraya kadar iyi hoş, çok da iyi bir kitap, ben Passos’u da çok severim. Fakat kitaptaki bütün zenciler Harem ağası şivesiyle konuşuyor, bütün Teksaslılar Kayseri şivesiyle konuşuyor, Kaliforniyalılar yöresel başka bir şiveyle konuşuyor filan. Bu benim bütün çeviri hikâyesinde örnek gösterdiğim çevirilerden biridir. Bir diğeri de işte deşifre edememe meselesi var, Kalinin’in bir hikâyesi, hikâye şu: İki arkadaş meyhanede buluşuyorlar, votka içiyorlar, konuşurlarken laf kızışıyor, biri ötekinin kulağını ısırıyor. İngilizcesi şu: When they were talking over a bottle of vodka...” Bir çeviri şöyle: “Bir şişe votka üzerine ısınırlarken...”

Baştan sona yanlış tabii, ama sorun sanırım Türkçesi üzerine düşünmeden, sadece Türkçeye aktarmaya çalışılması. Ya da kelimesel mi yaklaşılıyor?

Onun neden öyle olduğunu bilemiyorum, ama benimki mesleki deformasyon. Çeviri kitap okuyamıyorum. Önce kafamda İngilizceye çeviriyorum, sonra onu Türkçeye çeviriyorum, karşımdaki kitapla karşılaştırıyorum ve bırakıyorum.

Ya da hemen düzeltmeye çalışıyorsunuz, değil mi? Bu böyle söylenmez, böyle söylenir gibi... Tashihleri de hemen buluyorsunuzdur.

Aynen. Ama bazen orijinal kitaplarda bile tashih yakalıyorum, çok hoşuma gidiyor. Kelime yanlış dizilmiş filan oluyor, onu bulmak çok hoş oluyor. Sadece bize özgü değil diye seviniyor insan.

Mesela kültürel olarak yerelleştirme, uyarlama konularında nasıl bir üslûp belirliyorsunuz?

Olmaz öyle şey. Bir örnek vereyim, çok gerektiği zaman yapılabilecek bir şeydir, Ruhi Hoca (Ruhi Su), biliyorsunuz Türkiye’nin en büyük seslerinden biriydi. “Ben” derdi, “türkü söylerken, sadece bir dizede şive yaparım, ondan sonra yapmam, orada veririm hangi yöreye ait olduğunu. Çok gerekiyorsa bir iki kelimede yaparsınız, örneğin Cockney’dir, başka bir şivedir, bu anlaşılır ama her dakika yaptığınız zaman o Harem ağası gibi konuşmaya döner iş.

Oyun çevirisinde sözün oyuncunun ağzından çıkmasıyla izleyicinin kulağına gitmesi arasındaki ses hızı sürecinde algılanabilecek bir dil kullanmanız gerekir. Böyle eskilerin deyimiyle “edebiyat yaparsanız” olmaz

Tiyatrodan kapıyı aralamıştık, oyun çevirilerinize yavaştan girelim o zaman. Oyun çevirisiyle metin çevirisi çok farklı olsa gerek.

Gayet tabii. Oyun çevirisinde sözün oyuncunun ağzından çıkmasıyla izleyicinin kulağına gitmesi arasındaki ses hızı sürecinde algılanabilecek bir dil kullanmanız gerekir. Böyle eskilerin deyimiyle “edebiyat yaparsanız” olmaz. Günlük dil kullanacaksınız. Tabii Shakespeare çeviriyorsanız, o başka. Mümkün olduğu kadar çabuk algılanabilir olması, tiyatro çevirisinin en önemli yanıdır, bir de oyuncunun ağzına oturma meselesi var, bu yüzden provalarda değişiklik yapılabilir.

Neler çevirmiştiniz peki?

Çok oyun çevirdim, William Saroyan’la başladı. Cesaret Ana’yı da çevirmiştim, onun da hoş bir anısı vardır, Yıldız (Kenter) istemişti, oyunu çevirdim. Tam da o sırada 21 Mayıs 1963. Gittik okuduk, Sermet (Çağan), ben, Yıldız, Şükran (Güngör). Yıldız dedi ki “Ama Seçkinciğim, bu biraz anti-militarist.” Ben de “Yıldızcığım, senin annen İngiliz, senin anadilin İngilizce değil mi? Türkçesini okuyunca mı anladın anti-militarist olduğunu” diye cevap verdim. Sonra o çeviri kayboldu, çünkü o zaman daktilom bile yoktu, elle yapıyordum. O çevirinin başına işler geldi, gerek yok anlatmama. Sonra Aziz’in (Çalışlar) çevirisi oynandı Şehir Tiyatroları’nda. Onun gibi çok hoş bir çeviri anım daha vardır. Bu alaylı tiyatrocularla okullu tiyatrocular arasındaki farkla ilgili. 1960’ların başı. Çok sıkışık günlerimiz. İstanbul’a zorunlulukla gelmişiz, ben hamileyim, hiç paramız yok. İstanbul Tiyatrosu, yani Gülriz Sururi’nin babası Celal Sururi, Toto Karaca, Muzaffer Hepgüler, Ali Sururi’lerin tiyatrosu, benden bir çeviri istediler. Bir komedi. Hemen yaptım. Boğaz’da bir yerde kalıyoruz. Son dolmuş paramızla Taksim’e çıktık. Elhamra Pasajı o zaman İstanbul Tiyatrosu’ydu. Tiyatroya gittik, gişedeki hanıma tiyatrocularla görüşmek istediğimizi söyledik. Onların turneye gittiğini söyledi. Dönüş paramız yok. O sırada arkadan bir kapı açıldı. Gülriz’in babasının eşi, tiyatronun da o zaman müdiresiydi. “Seçkin Hanım, çeviri mi” diye sordu, “Evet” dedim. “Bunu size bıraktılar” deyip bir zarf verdi. Bu, kumpanya denilen ekibin müthiş bir meslek ahlakı sergilemesidir. Hiç unutamadığım bir örnektir. Öte yandan matrak da bir şey söyleyeyim. Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan İstanbul’a nakleden bir ağabeyimiz, ünlü bir tiyatrocu, “Seçkin, biliyorsun ben dil bilmiyorum, repertuvar da yapmam lazım. Bana 15-20 oyun çevir de arasından seçeyim” dedi. Çeviriye böyle yaklaşanlar da oluyor.

Hâlâ oyun çeviriyor musunuz?

Çevirmiyorum.

Oyun çevirilerini beğendiğiniz isimler var mıdır?

Var tabii, DOT topluluğunun bütün çevirmenleri, Haluk Bilginer, Mehmet Ergen’in çevirileri aklıma ilk gelen örnekler. Çok iyi çeviriler var, tabii çok iyi dramaturglar var. Dediğim gibi genç tiyatrocu arkadaşlar yepyeni bir umut, yepyeni bir kıvılcım, o kadar güzel işler yapıyorlar ki anlatamam.

Oggito’da çeviriyle ilgili bir yazınıza rastladım. “İnsanda yazar kumaşı olması gerekiyor” demişsiniz, ben tiyatro özelinde sorayım bunu, oyun çevirisi için oyuncu kumaşı gerekiyor mu?

Demin söylediğim özellik önemli. Oyuncunun ağzıyla seyircinin kulağı arasındaki ses hızında anlaşılabilecek çeviri. Bir de tabii biraz tiyatro tarihini bilmek, yazarları tanımak, tiyatro akımlarını ve sahneyi bilmek gerekir. Sahneyi bilmek önemlidir, örneğin eleştiri dersi verirken öğrencilerime tiyatro izlemelerini ve eleştiri yazmalarını isterdim, ancak o şekilde kendi yaptıkları işe eleştirel yaklaşabilirler. Benim verdiğim ders de nasıl eleştiri yazılır üzerine değil, nasıl eleştirel düşünülür üzerineydi. Onu da galiba başardığımı düşünüyorum.

Öğrencilere bütün sahneyi izleyeceksiniz, mesela ön tarafta birisi konuşurken arka taraftaki oyuncunun ne yaptığını görmeniz gerekir, derdim. Bu deneylerle baktım ki insan sahnenin tamamını ancak bir-bir buçuk senede görebiliyor. Önde birisi tirat atarken arkada bayrak tutanı izleyemezsin, onun için bir-bir buçuk sene gerekiyor, ondan sonra sahneye hâkim olabiliyorsun.

Nasıl bir tiyatro izleyicisisiniz peki?

Şöyle bir şey var, dünyanın en güzel sinema izleyicisiyim çünkü ayağımı uzatıp filmi izleyebiliyorum. Ama tiyatro izlerken diken üstünde oluyorum; çevirisinden oyuncusuna, mizanseninden kostümüne, dekoruna kadar hepsini titizlikle izlemek zorundayım. O yüzden şöyle bir oh deyip oyun seyredemiyorum.

Tiyatro eleştirileri özelinden hareket ederek soruyorum, mevcut yayıncılık dünyasında eleştirmen ve eleştiri eksikliği görüyor musunuz? Çeviri eleştirisi yazılıyor mu?

Hiç yazılmıyor, şöyle de bir şey var. Aklımı hep kurcalar, gazetelerin kitap eklerinde kitaplarla ilgili görüş bildiriyor değerli yazarlar. Bir Allah’ın kulu da çeviri kötüydü desin, ona da razıyım, yeter ki desin. Bu kitap çevrilmiş yahu, çevirmenin adından hiç bahsedilmiyor. Çeviri konusunda, çeviriyi layıkıyla değerlendirebilecek kapasitede insanlar, neden es geçerler, neden yoktur, ona hâlâ anlam verebilmiş değilim, bir burukluk oluyor doğrusu. Çevirdiğiniz bir kitapla ilgili bazen iki sayfa, üç sayfa yazı çıkıyor, biri çevirmiş bunu ya, ondan hiç bahsedilmiyor.

Aklımı hep kurcalar, gazetelerin kitap eklerinde kitaplarla ilgili görüş bildiriyor değerli yazarlar. Bir Allah’ın kulu da çeviri kötüydü desin, ona da razıyım, yeter ki desin. Bu kitap çevrilmiş yahu, çevirmenin adından hiç bahsedilmiyor. Çeviri konusunda, çeviriyi layıkıyla değerlendirebilecek kapasitede insanlar, neden es geçerler, neden yoktur, ona hâlâ anlam verebilmiş değilim, bir burukluk oluyor doğrusu

Sanırım kitap tanıtımları için verilen zamanın kısıtlı olmasından da kaynaklanıyor bu durum. Bir de tabii hem çeviriyi hem de kaynak metni okuyup karşılaştırma yapması gerekecek bu kitap tanıtımını yazan kişinin, o da pek kolay iş değil. Tiyatro eleştirileri için ne söylersiniz?

Şöyle bir durum var, tiyatro eleştirisinin çok yaygınlaşmamasının temel nedeni, yayınlatacak yer yok. Eskiden gazetelerin iyi kötü kültür sanat sayfaları vardı. Artık böyle bir şey yok. Öyle bir talep yok. Bir spor sayfası bir tek gün basılmasın, o gazetenin kapısının önüne siyah çelenk koyarlar. Ama kültür sanat sayfası kaldırıldığı zaman “Ya n’oluyoruz arkadaş” diyen yok. Aslında biz galiba talebi olmayan bir arz içindeyiz.

Kuramsal kitaplarda da ilk başta da söylediğiniz gibi çevirmen olarak adınızı pek çok kez gördük. Kurmaca ve kurmaca dışı kitapları çevirme arasında nasıl bir fark var?

Kurmaca dışı kitaplarda da belirli bir birikim gerekiyor. Benim yaptığım kitaplar hep sol kitaplardı, sol edebiyat, sol kuramlar. O kuramları bilmediğiniz ve o kuramlara inanmadığınız zaman iyi bir çeviri yapmanız mümkün değil tabii.

Terminoloji burada kurmacadaki üslûbun yerini mi alıyor?

Tabii, terminoloji çok önemli. Osmanlıca ancak Hegel’e kadar gelmiş terminolojide, ondan sonra yok. Türkçede de kuramsal terminolojinin çok gelişmiş olduğunu söyleyemem.

Orada ne tür yöntemler geliştiriyorsunuz?

Çok gerekmezse dipnot itici bir şey, okur olarak sevmediğim bir şeydir. Ama öyle bir şey ki bazen kurmaca kitapta bile dipnot düşmek gerekiyor. Mesela yıllar önce yapılmış bir kitabın yeni basımı için edit yapıyordum. “Babadan kızının elini istedi” diyor. Nihal Yeğinobalı gibi çok değerli bir çevirmen, onu aynen çevirmemiş, “Babaya hayatı kızıyla el ele geçirmek istiyor” gibi bir şey yapmış. Çünkü hikâyenin adı “El”. Adam da madem kızımın elini istiyorsun, al sana deyip kızın elini kesip yolluyor. O cümleyi tabii tamamen değiştirdim ve dipnot düştüm. Dedim ki “el istemek” izdivaç teklif etmektir. Türkçede de Osmanlıcada da karşılığı vardır, “dest-i izdivaç” denir. “Dest” el demek Osmanlıcada, tam karşılığı var aslında.

Türkçeyi bilmek ve doğru kullanmak bu yüzden önemli değil mi?

Olmaz olur mu, çeviri yapmak için gelen heveslilere, hangi dili biliyorsun diye sormam, Türkçe biliyor musun diye sorarım. Türkçeyi bildiğiniz zaman iş değişir, çok güzel bir örneği vardır: Leningrad Üniversitesi mezunu bir hanımefendi anlatmıştı bana. Kırım Türklerinden bir hanım. Doktor Jivago yayımlanmıştı o sırada, herhalde yıl ‘61-‘62 filan olsa gerek. “Daha birinci cümlesi yanlış, nasıl inanırım ben bu çeviriye” dedi. Birinci cümle mealen şuydu: “Baba oğul mezarlıktan on bir numaralı tramvayla döndüler.” On bir numaralı tramvay deyince yirmi sekiz numaralı Fatih-Harbiye tramvayı gibi geliyor. Meğerse çok farklı bir deyimmiş. Yürüyerek demekmiş. Oysa Türkçede son derece güzel karşılığı var: tabanvay. Şimdi bu deyimleri bilmediğiniz zaman kıvrak olmuyor yaptığınız çeviri, ilaç prospektüsü gibi bir şey oluyor.

Editörlüğünü yaptığınız kitaplara dönelim mi tekrar... Çevirmenlerle konuşuyor musunuz?

Tabii, konuşuyorum. Bazı çevirmenlere sonsuza kadar güveniyorum. Mesela Püren Özgören, Roza Hakmen, Suat Ertüzün, onlara gözüm kapalı güvenirim. Ama öyle çevirmenler var ki. Demin değindiğim Türkçenin yetersizliğinden kaynaklanan deşifre sorunlarıyla baş edemiyorlar. Yani yan cümleciklerin hangisi, neyi tanımlıyor, farkında olmuyorlar. Şöyle bir şey çıkıyor mesela ortaya: “Bardaktaki suyu, masanın üzerindeki saksıya döktü.” İki tane yan cümlecik mesela. Öyle bir çeviri geliyor ki “Saksı masadaydı, bardağın içindeki suyla birleşti” gibi bir şey ortaya çıkıyor. Mesele o girift cümleleri deşifre edememe sorunu. Tabii Türkçenin gramerinde diğer Batı dillerine oranla da biraz zorluk var. Batı dillerinde özneyi koyarsınız, yüklemi koyarsınız, arkasına istediğiniz kadar yan cümlecik koyabilirsiniz. Oysa Türkçede özneyi koyuyorsunuz, en sona da yüklemi. Araya ne koyarsanız koyun, başıyla sonu kopuyor, o yüzden de büyük çuvallamalar oluyor tabii. Mesela fiilden önce gelmesi gereken sözcükler vardır.

Vurgu amaçlı mı?

Vurgulama amaçlı da olur, anlamın bütünlenmesi amacıyla da olur. Geçen gün bir çeviride öyle bir şeye rastladım. “Kadın odaya etrafı derleyerek toplayarak, giysilerini katlayarak, bilmem ne yaparak çekidüzen verdi” gibi bir şeydi. Burada fiilimiz “odaya çekidüzen vermek”, “odaya”nın “çekidüzen”den önce gelmesi gerekir, bunlara dikkat etmiyorlar.

Aslında gramer açısından bir yanlış olmasa da anlamı verme ve anlatma açısından bazen kulak alışkanlığı bile devreye giriyor değil mi?

Algılama meselesi tabii. Bir de diğer dillerde harfi tarif dediğimiz "article" kullanılır. Her şeyin başına “bir”. Bir ağaç, bir kadın, bir ev, bir adam... Niye kardeşim? Bir’leri silmekten canım çıkıyor, bütün bir’leri siliyorum. Bir cümlede beş defa bir geçiyor: “Bir masaya oturdular, bir çatalla bir kaşık aldılar, bir bardağa bir şişeden bir su koydular, bir dikişte içtiler.” İngilizcede böyle olmak zorunda ama sen onu koymak zorunda değilsin.

Seçkin Selvi'nin çevirdiği kitaplardan bazıları

Türkçeyi doğru kullanmak, Türkçede kendini iyi ifade etmek için aslında Türkçe okuma yapmak ve doğru yazarları okumak gerekiyor, öyle değil mi?

Günümüzde gençler WhatsApp şifreleriyle de konuşmaya başladığı için sorun oluyor, “tşk” diyor, bırakıyor mesela. Ben bunu çeviride de görüyorum, “tşk” gördüm metinde.

Üzücü tabii. Editörlükle çevirmenliği aynı anda yapmanın artıları eksileri neler peki? Birbirine katkısı oluyor mu?

Katkısı oluyor tabii. Mesela şöyle bir şey, edit ederken yahu bu sözcüğü ben çeviride kullanabilirdim, nasıl da atlamışım, deyip hatırladığım oluyor. Aynı alan zaten, tabii hem editörlüğün hem çevirmenliğin bir tek şikâyetçi olduğum yanı var: Kitap okuyamıyorum. Kitap okumaktan kitap okumaya vakit kalmıyor. Okumak istediğim pek çok kitap var ama vaktim yok. Mahcup da oluyorum, eş dost imzalayıp kitabını veriyor, okumak istiyorum ama okuyamıyorum ki. Okumamak için değil, okuyamadığım için.

Çevirdiğiniz kitapları siz seçiyorsunuz değil mi?

Hep ben seçiyorum. Öyle bir ayrıcalığım var. Mesela bütün çalıştığım yayınevlerinin yöneticileri, Necdet Sander olsun, Erdal olsun, Mehmet Ali Yalçın olsun, Ahmet Öztürk olsun, diğerleri olsun, hepsi birkaç kitabı önüme koyar, bunlardan birini seç derler, seçerim. Hiçbir zaman da koltuğumun altına bir kitap alıp da bunu yapar mısınız diye bir yayınevine gitmedim.

Çeviri ödülleriyle ilgili düşüncülerinizi merak ediyorum. Siz de çeviri ödülü almış bir çevirmensiniz.

Ben de evet, Dünya Kitap tarafından verilen bir Yılın Çeviri Ödülü'nü aldım, bir de Çeviri Derneği tarafından Onur Ödülü’ne layık görüldüm. Alınca tabii hoşunuza gidiyor, yaptığınız işin değerlendirmesi oluyor.

Aslında Çeviri Derneği’nin ödülü bir yaşam ödülü gibiydi.

Evet, o biraz öyleydi.

Kitap bazında verilen ödüllerdeki değerlendirmeler nasıl yapılıyor sizce?

Onu bilemem. Ben yıllarca Afife jürisinin başkanıydım, tiyatro jürilerinin nasıl çalıştığını bilirim. Ama edebiyat jürileri nasıl çalışıyor, o konuya dair bir bilgim yok. Yapılan işin değerlendirilmesi bile güzel. Jüri altı kişiyse, en azından altı kişinin çevirinizi okuduğunuzu biliyorsunuz, bu da güzel.

Davalık olan çevirilerinizden konuşalım mı biraz?

Her biri kuramsal kitapların çevirileriydi. Yirmi yıl boyunca sürdü davalarım. Her kitabımdan dava açıldı. O sürecin bütün şartlarını yaşadım, hapiste de yattım. Stalin’in Lenin üzerine yazdığı bir kitap vardı, hatta dediler ki yazan Stalin, yazılan Lenin, çevirmen Seçkin hapishaneye gelin, nitekim gittim. O dönemde iki çok yüksek hukuk profesörü vardı, kendilerini çok iyi tezgâhlamışlardı. Adlarını, acı çektirdikleri bütün çevirmenler adına özellikle açıklamak istiyorum: Sulhi Dönmezer ve Sahir Erman, bunlar kitaplar için açılan bütün davalarda bilirkişi olurlardı. Bilirkişi olmak iyi de geçim kaynağıydı, çünkü habire dava açılıyordu. Benim bir kitabımla ilgili şöyle bir rapor vermişlerdi, tarafsızlık anlayışlarını anlayacaksınız şimdi: “Kitapta herhangi bir suç unsuru olmamasına rağmen çevirmenin dünya görüşü bilindiğinden dava açılmasına...”

Amaç sizin dünya görünüşünüzü yargılamak aslında, çeviri bahane...

Tabii tabii, sizin dünya görüşünüz değerlendiriliyor. Ama ben hiç vazgeçmedim, niye vazgeçeyim, hapishanede de çeviriye devam ettim.

Bilirkişi raporlarına güvenmek o zaman da bu zaman da çok zor demek...

Şimdi daha da beter. O zaman hâlâ hukuk düzeni vardı, askerî rejimlerde bile mahkemeye çıkarılabiliyorduk. Şimdi öyle bir şey yok artık, bir kişinin iki dudağı arasında kararnamelerle iş görülüyor. O yüzden şimdi tarafsızlıktan daha da söz edilemez duruma gelindi.

Genç çevirmenlere neler söylemek istersiniz?

Mümkün olduğu kadar Türkçenizi zenginleştirin, Türkçenizi zenginleştirmek için de Türkçenin zenginleşmesine katkıda bulunmuş yazarları okuyun. Yaşar’ı (Kemal) okusunlar mesela, Orhan Kemal’i okusunlar, Kemal Tahir’i okusunlar, bol Nâzım’ı okusunlar. Hem dilleri zenginleşir hem o şiirselliği yakalarlar. Ben o yüzden şiir çevirmem, çeviride yazar kumaşı derken şiirde şair derim. Hatta çevirdiğim kitaplarda uzunca bir şiir varsa dostlarımdan rica etmişimdir, ya Talât Sait Bey’i arardım, ya Özdemir’den (İnce) ya Cevat’tan (Çapan) ya da Ataol’dan (Behramoğlu) yardım isterdim. Gramer olarak çok kusursuz çevirirsiniz ama oradaki tını var ya, onu aktarmak gerekiyor, onun için de şair kumaşı gerek.