Edgar Allan Poe öykülerinde salgın hastalıklar

“Yaşadığımız salgın günlerinin yarattığı haklı endişeye ve oluşturduğu gerilime bakınca, Poe’nun bazen ana karakter olarak, bazen de anlatacağı hikâyeye grotesk bir fon olarak kaleme aldığı salgın hastalıkların peşine düşmek kaçınılmaz görünüyor.”

24 Mart 2020 17:10

Edgar Allan Poe, hakkında uzun uzun yazılası gereken bir kişi ama burada onun hayatına, edebiyat tarihindeki önemine, yazdıklarına, polisiye, bilimkurgu ve fantastik edebiyata verdiği feyzlere, o ana kadar küçümsenen gotik edebiyata saygın bir kimlik katmasına değinmeyeceğim. Zira onu edebiyatla biraz haşırneşir olan kişi az veya çok bilir, bilmeyenler ise kolaylıkla ulaşabilecekleri kaynaklarda detaylıca bilgi bulabilir.

İletişim Yayınları 2015 yılında Poe’un düz yazılarını çok iyi bir tasnif halinde iki ciltlik bir kitapta toplayınca 40 yıllık yaşantısındaki üretimine tekrardan şaşkınlıkla ve hürmetle bakmıştım. Etkileyicidir, zira hangi tür öyküsünü okursanız okuyun yarattığı atmosferden hemen çıkamazsınız. Güçlü kurgusu ve detaycılığı peşinizi bırakmaz.

Yaşadığımız salgın günlerinin yarattığı haklı endişeye ve oluşturduğu gerilime bakınca, Poe’nun bazen ana karakter olarak, bazen de anlatacağı hikâyeye grotesk bir fon olarak kaleme aldığı salgın hastalıkların peşine düşmek gerekti.

Kızıl Ölümün Maskesi

Salgın hastalık denilince ilk akla gelenlerden olan, 1842’de Graham’s Magazine’de yayınlanan ve türünün başyapıtlarından biri kabul edilen bu öyküyü ilk sıraya koyabiliriz.

Hikâyenin açılışı, salgın halindeki dehşetli hastalığın tasviri ile başlar.

“ ‘Kızıl Ölüm’ çoktandır ülkeyi kırıp geçiriyordu. Hiçbir salgın bu kadar ölümcül, bu kadar korkunç olmamıştı. Avatarı ve mührü kandı; kanın kızıllığı ve dehşetiydi. Keskin sancılar, ani baş dönmeleri ve sonra gözeneklerden boşalan kanla geliyordu ölüm. Kurbanın bedeninde özellikle beliren kızıl lekeler, hastalığın, onu diğer insanların yardım etme sevgisinden yoksun bırakan belirtileriydi. Hastalığa yakalanma, hastalığın ilerlemesi ve sonun gelmesi topu topu yarım saatlik bir işti.” (I, s. 215)

Burada tasvir edilen kurgu hastalığın 1347-51 yılları arasında, Asya ve Avrupa’da 75 ila 100 milyon kişinin ölümüne yol açan hıyarcıklı veba salgınına verilen “Kara Ölüm”den geldiği zannediliyor. Zira öyküde bahsedilen durum bu salgın zamanına ve etkilerine uyuyor.

Bazı kaynaklarda hikâyedeki hastalığın ilham kaynağının, karısı Virginia'nın yakalanmış olduğu tüberküloz olduğu söylense de karısı hikâye yayınlandıktan 5 yıl sonra hayata gözlerini yummuştu. Ama bir başka açıdan tüberküloz iddiasını güçlendiren diğer etkense, Poe’nun bu hastalıkla ilk defa karısıyla karşılaşmamış olmasıdır. Annesi Elizabeth Poe (1811), ağabeyi William Henry Leonard Poe (1831) ve üvey annesi Francis Allan (1828) tüberkülozdan ölmüştü. Bulaşıcı bir enfeksiyon hastalığı olan verem, bu kurgu hastalığı yaratırken Poe’nin zihninde etkili olmuş olabilir.

Hikâyedeki kurgu, yapısal olarak distopik ve apokaliptik filmlerde sıklıkla karşılaştığımız, dünyayı saran bir salgın veya tehlike karşısında seçkinlerin (genellikle politik ileri gelenler ve zenginler) kendilerini bir sığınağa veya gemiye ya da uzay gemisine kapatıp tehlike geçinceye kadar orada durmalarına benzer.

“Prens Prespero iyimserdi, gözü pekti, akıllıydı. Ülke halkının yarısı kırılınca, sarayın şövalyeleri ve soylu kadınları arasından sağlığı ve neşesi yerinde olan binini çağırttı ve bunları yanına alıp, kale tipinde inşa edilmiş manastırlardan birine çekildi. Bu şato Prens’in tuhaf ama ince zevkine göre inşa edilmiş çok büyük ve görkemli bir yapıydı. Kalın ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Duvarda demir kapılar vardı. Prens ve maiyeti içeri girdikten sonra, ocaklar ve balyozlar getirilerek sürgüleri kaynatıldı. Maksat dışarıdan birilerinin içeriye girmesini, umutsuzluğa veya çılgınlık nöbetine yakalanacak olanların da dışarı çıkmasını engellemekti. Manastırda erzak boldu. Bu önlemler sayesinde saraylılar salgına meydan okuyabilirlerdi. Dışarıda kalanlarsa başlarının çaresine kendileri baksındı. Bu arada dertlenmek ve düşünmek saçma olurdu. Prens, her türlü eğlenceyi düşünmüştü. Soytarılar vardı, tuluatçılar vardı, balerinler vardı, çalgıcılar vardı, her türden güzellik vardı. Dışarıda ise ‘Kızıl Ölüm’”. (I, s. 215-216)

Salgın dışarıda tüm hızı ve dehşetiyle sürerken, bu korunaklı mekânda eğlence kesintisiz devam etmektedir. Bu gönüllü tecritin beşinci veya altıncı ayının sonuna doğru prens bin kişi için eşi görülmedik bir maskeli balo düzenler. Çılgın denecek kadar fantastik, güzel, şehevi kostümler arasında garip ve dehşet verici olan kostümler de vardır ve bunlara da bizzat Prensin tuhaf ve ince zevki yön vermiştir.

Bin kişi birbirine dönemeçli koridorlarla bağlı yedi ayrı salonda eğlenirken, (sonuncu salon, dekorasyonu itibarıyla tedirginlik verdiği için çok az girilen kızıl salondur) saat gece yarısını vurunca kalabalıktan bazıları daha önce hiç kimsenin dikkatini çekmemiş olan maskeli birini fark eder.

“Yüzünü örten maske kaskatı kesilmiş bir cesetin yüzüne öyle benziyordu ki en ayrıntılı bir inceleme bile aradaki farkı zor ortaya çıkarırdı.”

(...) maskeli aktör kızıl ölümü oynayacak kadar ileri gitmişti. Üstü başı kan içindeydi, büyün çehresi ve yüksek alnı korkunç kızıl lekelerle kaplıydı.” (I, s. 219-220)

Prens, kendini bilmez bu hadsizi öldürmek için elinde hançeriyle onun bir metre kadar yanına sokulunca maskeli yabancı aniden dönerek prensle yüz yüze gelir. Prens tiz bir çığlık atarak ölünce, kalabalık Kızıl Ölüm’ün aralarında dolaştığını anlarlar… Son kişinin de yere yığılmasıyla,

“Ve karanlık ve çürüme ve Kızıl Ölüm her şeye, her yere egemen oldu.” (I, s. 221)

Kızıl Ölüm hastalığı, fenomen bir dizi olarak tüm dünyada takip edilmiş olan “Game of Thrones”ta da kendine yer buldu; Valyria Kıyameti'nden yetmiş yedi yıl sonra Gogossos'un köle kafeslerinde ortaya çıkan salgın bir hastalık olarak.

On kişiden dokuzunun yakalandığı bu hastalık, tüm vücut boşluklarından kan akmasına ve kişinin çığlıklar içinde ölmesine neden oluyordu.

Kızıl Ölüm, Poe’un öyküsünden bir başka kurguya atlayarak hâlâ yayılmaya devam ediyor...


Solda, Harry Clarke'ın “Kızıl Ölümün Maskesi” için çizdiği illüstrasyon, 1919. Sağda,Graham’s Magazine’in 1846 yılı kapağı.
Bu sayıda Poe’un "The Philosophy of Composition" isimli makalesi yayınlanmıştı.

Diri diri gömülme

Philadelphia Dollar News Paper’da 1844’te yayımlanan ve bir makale gibi başlayan bu öykünün girişinde Poe vebayı anar.

“Bazı konular çok ilgi çekici olmakla birlikte, eli yüzü düzgün bir kurmacanın konusu olamayacak kadar dehşet vericidir. Okurlarını kızdırmak ya da tiksindirmek istemiyorsa romantik yazarlar bundan uzak durmalıdırlar. Ancak hakikat bütün ciddiyeti ve ihtişamıyla bunları kutsar ve desteklerse ele alınmaları uygun olur. Örneğin Berezina’dan geçişin Lizbon Depremi’nin, Londra Veba Salgını’nın, Bartholomew Katliamı’nın veya Kalküta’da Kara Delik’te havasılıktan boğularak ölen yüz yirmi üç mahkûmun hikâyesini okurken ‘acıyla karışık bir zevk’le heyecandan titreriz. Ama bu anlatılarda bizi heyecanlandıran onların birer gerçeklik –tarihi birer gerçeklik– olmasıdır. Kurmaca olarak onları iğrenç bulurduk.” (s. 239)

Bahsedilen salgın, 1665-66 yılları arasında İngiltere’nin yaşadığı son büyük hıyarcıklı vebaydı ve Kara Ölüm olarak adlandırılan salgından sonra görülen en büyük yıkımdı: Aralık ayında ilk ölümlerin yaşanmaya başlamasıyla kentte kısa bir panik havası yaşanır ama ölüm haberlerinin arkası gelmeyince insanlar yine eski yaşamına döner. İlk başlarda pek kendini göstermeyen veba havaların ısınmasıyla birlikte etkisini artırır ve eylül ayında sadece bir hafta içinde 7.165 bin Londralı ölür. 18 ay sonunda 100 bin kişi hayata gözlerini yummuştur ve bu rakam şehirdeki her 4 kişiden birinin ölümü anlamına gelmektedir. Ölümler sadece insanla kalmaz, hastalık yaydıkları şüphesiyle yüzbinlerce kedi ve köpek de katledilir.

Daniel Defoe’un Londra salgınını anlattığı Veba Yılı Günlüğü’nde, Kızıl Ölümün Maskesi öyküsüne benzeyen eylemlerle karşılaşırız: Salgının büyümesiyle birlikte, başta kral ve maiyeti olmak üzere soylular, zenginler yanlarına aileleriyle uşaklarını alıp şehri terk eder.

Poe’nun yine ismini zikrettiği Lizbon Depremine de değinmek gerekiyor, konu dışında olmasına rağmen. Çünkü bu afetin meydana getirdiği yıkım karşısında Aydınlanmacılar sonuçlara farklı açılardan bakarak, kadercilerin otoriter sesine karşı çıkmaya başlamışlardı.

1755 yılında, Lizbon’da, 9.0 şiddetinde tezahür eden depremde yüz bine yakın insan öldü. Peşinden gelen tsunamiyle birlikte şehir neredeyse dümdüz oldu. Yaşanan büyük yıkım eski kabullerin sorgulanmasına yol açtı: Mesela, o ana kadar kabul edilen Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in, “Dünyanın yaşanacak en güzel yer olduğu, tanrının bütün kötülüklere rağmen en iyi tanrı olduğu” inancı.

Depremden sonra Portekizli ilahiyatçılar tanrının bu öfkesini araştırmak için kurul topladılar ve sonuçta da “Takdir-i İlahi”de hemfikir oldular. Bu bir inanç sınanmasıydı onlara göre...

Voltaire ise “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir”i yazarak bu yaklaşıma karşı çıktı. Voltaire Lizbon depreminden yola çıkarak yazdığı Candide adlı eserinde de aynı konuyu ele aldı. Leibniz ve Papa’nın yaklaşımını eleştirerek depremin tanrıyla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, bir doğa olayı olduğunu söyledi: Deprem jeolojinin konusudur.

Rousseau da tartışmaya girerek Voltaire’e şu soruyu sordu:

“Deprem bir doğa olayıdır, tamam… Peki, neden sadece yoksullar ölüyor? (…) Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor."

Rousseau’nun son cümlesinin geçerliliği hâlâ değişmedi.


Solda, Harry Clarke'ın “Diri Diri Gömülme” öyküsü için yaptığı illüstrasyon, 1919. 
Southern Literary Messenger’in kapaklarından biri (sağda).

Kral Veba

1835 yılında, Southern Literary Messenger’de ilk kez yayımlanan bu hikâyede Poe, “Diri Diri Gömülme” öyküsünde bahsettiği Londra’daki veba salgınının kalbine götürüyor okuru: Sırık ve Hugh Tarpaulin isimli iki sarhoş denizcinin peşinden salgının yaşandığı zamana, şehre, girilmesi yasak sokaklara ve ölülerin arasına...

“Tam olarak bu öykünün başladığı sırada Sırık’la arkadaşı Hugh Tarpaulin salonun orta yerindeki meşeden kocaman bir masaya dirseklerini dayamış, yüzleri avuçlarının arasında oturmaktaydılar. Parası ödenmemiş kocaman bir şişe içkinin arkasından, kapının üzerinde tebeşirle yazılmış olduğunu öfke ve şaşkınlık içinde gördükleri uğursuz ‘veresiye yok’ yazısını süzmekteydiler.” (II, s. 155)

Parasız denizciler bu açmazdan kaçarak kurtulmaya karar verirler ve düşüncelerini mekândan ok gibi fırlayarak uygularlar. “Şen Denizci” barının sahibesi de onları kovalamaya başlar. Koştukları sokaklar ise şöyle zamanları yaşamaktadır:

“Bu dramatik öykünün geçtiği devirde ve ondan önceki ve sonraki devirlerde bütün İngiltere ama özellikle de Londra belirli aralıklarla ‘Veba! Veba!’ çığlıklarıyla çınlıyordu. Kent nüfusu hatırı sayılır ölçüde azalmıştı ve Thames’a komşu korkunç bölgelerde, Hastalık Şeytanı’nın doğum yeri olduğu kabul edilen karanlık, dar ve pis sokaklar arasında kol gezen Korku, Dehşet ve Batıl İnanç’tan başka bir şey yoktu.” (II, s. 155)

Bu “karanlık, dar ve pis sokaklar” Kralın emriyle yasak bölge ilan edilmiş ve sokak girişleri dev bariyerlerle kapatılmıştı. Yasağı ihlal edenler ölümle cezandırılacaktı ama buraları yağmalamak için gelenleri engelleyemiyordu bu yasak ve ceza. Özellikle de karantinaya alınan sokaklarda bulunan dükkânlardaki zengin içki stokları çok cazip bir nedendi yasağı delmek için.

İki denizci, “Kovalayanların soluklarını enselerinde hissederlerken” önlerini kesen bariyerlerle karşılaşınca, “İçkinin iki katına çıkardığı heyecanın verdiği güçle” tahta perdeleri kolaylıkla atlayıp bu yasaklı sokakların derinliklerinde kayboldular.

“Doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek denli sarhoş olmasalardı hiç kuşku yok ki içinde bulundukları durumun dehşetiyle sendeleyen bacaklarına felç inerdi.” (II, s. 156)

Girdikleri sokakların hali ise şöyleydi,

“Şimdi artık vebanın kalesine ulaşmış olmalıydılar. Her adımda veya ileri atılışta yol daha iğrenç, daha korkunç, daha dar ve daha dolambaçlı bir hal alıyordu.”

“... sık sık önlerine çıkan çerçöp yığınları arasında kendilerine yol açmak için ellerini kullanmak zorunda kaldıklarında ikide bir elleri bir iskelete veya biraz daha etli bir cesede değiyordu.” (II, s. 157)

Denizciler “uğursuz görünüşlü büyük bir binanın önünden geçerken” içeriden gelen vahşi bir kahkaha sağnağı duyarlar. Burası, içi ve mahzeni çeşit çeşit içki dolu olan bir cenaze levazımatçısının dükkânıdır. Ortada bulunan masanın çevresinde üzerinde kefenlerden, tabut örtüsünden oluşan kıyafetlerle oturan ve içen altı kişi oturmaktadır. Hepsinin yüzünün bir tarafı çok abartılıdır, kiminin ağzı, kiminin burnu, kiminin alnı... (Poe, bir heyulanın yüz parçalarını altı kişiye paylaştırmıştır.) Herkes içkilerini kadeh olarak kullandıkları kafataslarından içmektedir. Kapının tam karşısında ve diğerlerine göre daha yüksekçe olan kişi, sövüp sayarak sarsak adımlarla içeriye giren denizcilere kendilerini ve mekânı tanıtır:

“... bu toprakların hükümranı benim ve imparatorluğu ‘Kral I. Veba’ unvanıyla tek başıma yönetiyorum. (...) bu salon, Sarayımızın krallık konseyi toplantılarına tahsis edilmiş Taht Odasıdır.

Karşımızda oturan soylu kadın, Devletlu Zevcemiz, Kraliçe Veba’dır. Gördüğünüz tüm diğer yüce şahsiyetler ailemizdendir ve kraliyet ailesinden geldiklerini gösteren şu ad ve unvanları taşımaktadırlar: ‘Majesteleri Arşidük Veba-Yayan’, ‘Majesteleri Dük Veba-Getiren’, ‘Majesteleri Dük Veba-Estiren’, ve ‘Ekselansları Arşidüşeş Veba-Koşuk’.” (II, s. 161-162)

Orada yaşanan konuşmalar ve iddialar üzerine Tarpaulin’in Kral Veba tarafından Ekim birasıyla dolu dev fıçıya ölmesi için atılması sonucunda çıkan arbedede, iki denizci masada bulunan dört kişiyi öldürür; çapkınlıkları kendilerine tanıtılan dehşetli isimlerin önüne geçmiştir:

“... Sırık kefen giymiş şişman hanımı (Kraliçe Veba’yı) belinden kavrayarak onunla birlikte kendini sokağa attı ve dümeni doğdoğru “Free and Easy’ye (çalıştıkları uskunanın ismi) kırdı; üç-dört defa aksırdıktan sonra yelkenleri fora eden yiğit Hugh Tarpaulin Arşidüşeş Veba-Koşuk’u yanına almış nefes nefese peşinden geliyordu.” (II, s. 165)

Böylece veba onlarla birlikte seyahate çıkmış olur.


Sfenks öyküsünün yayınlandığı Arthur’s Ladies Magazine dergisinin kapaklarından biri

Sfenks

“Koleranın New York’u kasıp kavurduğu sıralarda, bir yakınımın Hudson Nehri kıyılarındaki cotage orne’sinde iki hafta geçirmem için yaptığı daveti kabul ettim.” cümlesiyle açılan ve 1846 yılında Arthur’s Ladies Magazine’de yayımlanan öykü, “Kızıl Ölümün Maskesi”nin salgından uzak durma kurgusuna biraz benzer. Ama salgının etkisi, arada mesafe olsada bu güzel ve korunaklı yere huzursuzluk verici bir duygu olarak ulaşmaktadır.

“Orada alışılageldik bütün yaz eğlenceleri elimizin altındaydı; kalabalık kentten her sabah gelen kötü haberler olmasaydı ormanda dolaşarak, resim çizerek, kayıkla gezerek, balık tutarak, yüzerek, müzik dinleyerek ve kitap okuyarak hoşça vakit geçirebilirdik. Bir tek gün geçmiyordu ki bir yakınımızın ölüm haberini almayalım. Sonra kurban sayısı arttıkça her sabah bir dostun ölüm haberini beklemeye alıştık. Sonunda kentten haber getiren herkese korkuyla yaklaşır olduk. Güneyden esen yel bile bize ölümle doluymuş gibi geliyordu. İliklerimi donduran bu düşünce bütün ruhumu elime geçirmişti. Aklım fikrim onunla doluydu.” (II, s. 327)

Karakteri New York’tan kaçmaya zorlayan kolera vakası ise, kendisinden çok uzakta Hindistan’daki Jessore kentinde başlamıştır. Orada daha öncede görülen ama bölgesinden dışarıya çıkmayan hastalık, 1817-23 yılları arasında Hindistan’daki İngilizlerin peşinden Asya’ya yayılıp, ardında 100.000 civarında ölü bırakarak biraz durulur. 1829’da Avrupa’da tekrar canlandığı zaman da 200.000 kişi hayatını kaybeder. 1830’da Osmanlı sınırlarından içeriye girdiği zaman –daha sonra Kolera hakkında bilgilendirici bir risale yazacak olan– Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, “Görülmüş birşey değil, Korkunç bir hastalık” olarak tanımlamıştı bu hastalığı.

Yeni Dünya’ya sıçrayan hastalık tüm Kuzey Amerika’ya yayıldı. New York’ta 2.251 kişi ölürken, 12 günlük süre içinde New Orleans’da 6.000’in üzerinde insan hayatını kaybetmişti…

* * *

Salgınlar insanlık tarihinin vazgeçilmez bir parçası. İnsanla birlikte hareket eden veba, kolera, su çiçeği, tifüs, İspanyol gribi, Asya gribi, Hong Kong gribi, Ebola, Sars vb. hastalıklar yazgımızın bir parçası olarak tarihin sayfalarına acı eşliğinde kaydedildi. Görünen o ki, bundan sonra da yazılmaya devam edecek. Nedenini de bir başka kurgu karakter olan Ajan Smith bize şöyle açıklıyor:

“Sizinle, bir süredir kafamı meşgul eden bir düşüncemi paylaşmak istiyorum. Bu düşünce aklıma sizin türünüzü sınıflandırmaya çalışırken geldi ve anladım ki sizler aslında memeliler sınıfına dahil değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz, tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler.”

 

GİRİŞ RESMİ:

 

Édouard Manet'nin, Stéphane Mallarmé tarafından Fransızcaya çevrilen Edgar Allan Poe'nun "Kuzgun"  adlı öyküsü için 1875'te çizdiği desenlerden biri.