Herkesin kökleri kendisindedir

Savrulanlar, kökleri ne Almanya’da ne Türkiye’de olan aslında çok da köklerinin peşinde olmayan ama bu hayatla dertleri olan kuşağın romanı

Deniz Utlu, '80 sonrası Almanya’sında doğmuş, Almanca yazan Türkiye kökenli yazarlardan. Savrulanlar adlı romanında Deniz Utlu, Almanya’da doğup büyümüş üçüncü kuşağın hayat ile ilgili kavgasını ve bu kavga sırasında sorduğu soruları, aldığı cevapları romana aktarırken diğer taraftan Türkiye’den Almanya’ya göçen, bugün yavaş yavaş ortalıktan çekilen ilk kuşağın, hep “sorun” olarak değerlendirilen ikinci kuşağın “bugünkü” hikâyesini de aktarıyor. Duvar’ın ikiye ayırdığı şehrin, ülkenin; duvar yıkıldıktan sonraki kavgasını, değişimini anlatıyor aynı zamanda. Kökleri ne Almanya’da ne Türkiye’de olan aslında çok da köklerinin peşinde olmayan ama bu hayatla dertleri olan kuşağın romanı Savrulanlar. “Siz entegrasyondan söz ediyorsunuz ama benim babam öldü” diyerek hayatın ona dayattıklarına tepki gösteren Elyas’ın ve onunla “beraber” bilmedikleri bir yası tutmaya çabalayan Aylin’in hikâyesi. Deniz Utlu’yla Ayrıntı etiketiyle yayımlanan romanı üzerine konuştuk.

Şüphesiz kimi okurlar Savrulanlar’ı farklı bir aşk anlatısı olarak okuyacaklardır. Hatta Almanya’da yayımlandığında öyle okuyanlar dahi olmuştur. Ancak biraz dikkatli baktığımızda Savrulanlar kahramanımız Elyas’ın varoluşsal sorulara aradığı cevaplara dair bir roman…

Savrulanlar benim için bir aşk romanı değil, hiçbir zaman da olmadı. Gerçekten Almanya’da yayımlandığında kimileri öyle okudu… Açıkçası, bu okuyuşun mümkün olduğuna inansam da aslında aşktan çok daha önemli olan, romanda anlatılan şey “beraberlik” hatta “dayanışma” ruhuydu. Elyas ile Aylin’in arasındaki ilişkiye aşk değil “dayanışma” demek daha doğru olur. Tamam, ikisinin arasında bir aşk da yaşanıyor belki ama benim için o aşk, romanın önemli bir dayanak noktası değil. Asıl dayanak noktası; babası ölen iki kişinin –kaldı ki babaları bir jenerasyonun bir sınıfın simgesi iki adam, göçmenler ve işçiler- iki farklı karakterde iki insanın hayatın hüznü içinde, kaybetme duygusu içinde bir dayanışma göstermeleriydi. Diğer taraftan bakınca Aylin erkek de olabilirdi… Yazarken kadın olarak var oldu Aylin. Burada benim yazar olarak bakışımı da göz ardı etmeden, bizim heteroseksüel bakışımız olmasa belki aşk hikâyesi olarak da okunmazdı. Çünkü biliyoruz ki bir hikâyede kadın ve erkek yan yana konduğu anda okur aşk için refleks geliştiriyor. Hâlbuki bu sadece ilişkilerinin küçük ve aslında en önemsiz kısmı o aşk tarafı…

Savrulanlar, Deniz Utlu, Çev.: Tarık Kayakan, Ayrıntı Yayınlarıİkisinin de babasının ölmüş olması ve bu iki babanın o göçmen ve işçi kuşağını temsil ediyor olması aslında önemli. İlk gelenler, ilk göçmen işçiler… Sanki ikinci kuşağın “gerçekliği” başladı artık diyor gibisin...

Ben bu kitabı yazmadan önce tiyatro için Aras Ören’in Niyazi’nin Nauny Sokağı’nda Ne İşi Var? (Was will Niyazi in der Naunynstraße?) adlı şiirini sahnelemeye çalışmıştık. Şiiri sahneye aktarırken farklı sahneleri 8-9 yönetmenle birlikte çalıştığımız farklı bir formatla düşündük. 2009 yılıydı. O sıra epey bir araştırma yapmış ve Naunystrasse’nin tarihi ile ilgili, ilk gelen göçmenlerle sonra da Türkiye’den gelen göçmenlerle ilgili, kim oldukları, o zaman ne yaptıkları, şimdi ne hâlde oldukları, aradaki dönemde neler yaptıklarına dair epey bir araştırma yapmıştım. Birinci kuşakla epey bir ilgilendim o sıra. Ondan sonra onları unutmayarak ve onları göz önünde tutarak kendimi, daha doğrusu benim dünya hissimi, görüşümü anlatmaya çalıştım. Burada kendimi dediğimde, hemen akla otobiyografik bir yaklaşım gelebilir, öyle değil. Daha kuşağıma ve çağıma ilişkin bir histen söz ediyorum. Tabii bu hikâye benim kuşağımın genel hikâyesidir de diyemem. Bu dertlerde olmayanlar da var çünkü. Temel olarak şimdiki zamanla olan derdimi anlatmak istedim. Bundan dolayı bir Elyas’ın yaş grubu ve birinci kuşak arasında bir ilişki de girdi kitabın içine…

Şunun altını çizmek gerek. Romanda, birinci kuşaktan “baba”ların ölüyor olması belki Freudyen bir bakış açısıyla eleştirmenlerin irdeleyeceği bir şey. Benim asla birinci kuşak öldü artık bizim çağımız başlıyor demek gibi bir tutumum yok burada. Ancak, Feridun Zaimoğlu’nu, Emine Sevgi Özdamar’ı, Aras Ören’i göz önünde bulundurduğumuz zaman onların eserleri farklı bir çizginin, dilin, yaklaşımın, kuşağın eserleri. Aras Ören, Feridun Zaimoğlu, Emine Sevgi Özdamar göçmen edebiyatı kategorisinde görülürdü. Elbette o eserler aklımın bir kenarındaydı. Ama ben, Alman çoğunluğun “göçmen” olarak tanımladığı, aslında göçmen olmayıp burada doğup büyüyen ve kendini Almanyalı gören bir kişinin bakış açısıyla aktardım. Bu açıdan baktığımızda bu zaten bir göçmen edebiyatı değil, dahası göçmen gibi görülen birisini göçmen edebiyatı şeklinde düşünmeyerek yazmayı çok tabii buldum. Elyas benim için göçmen değil. Onun hikâyesi de göçmen edebiyatı değil. Bu çağın Almanya’sında doğup büyümüş ve içinde belirli dertler yaşayan, gündelik hayattan ırkçılık meselesine kadar birçok unsura dair dertleri olan bir şahsiyet. Savrulanlar’ı yazarken şu aklımın bir köşesindeydi. Bir tarafıyla birinci kuşağın bir hikâyesi vardı, anlatıldı, yazıldı ve romandaki varlıkları da o “bilinen” hikâyelerden bugüne neler geldi, bu anlamıyla onları düşünmüş olabilirim. Dediğin gibi benim asıl derdim diğerlerinin endişelerini anlatmaktı. Ben ilk kuşağı asla göz ardı etmiyorum, ama onların hikâyesinde de bugün var, ne oldular? Ne hâldeler? Fakat onların hikâyesi anlatıldı ve aradan geçen zamanda yeni kuşakların yeni hikâyeleri yaşandı, onların dertleri daha farklı bir hâl aldı, hâliyle onların da anlatılması gerekiyordu. Ben bunu anlatmanın gerekliliğine inanarak kaleme aldı. Almanya’da bugün birkaç kuşağın ama en çok benim jenerasyonumun neler hissettiğini anlattım. Birinci kuşağı küçümsemeden, onları yok saymadan ikinci ve üçüncü kuşağın hikâyesine de bakın, hatta birinci kuşağın da bugününü görün demek vardı aklımda. Benim de bir gerçeğim var ve bu gerçek anlatılmaya değer…

Türkiye’den bakınca birinci kuşak hikâyeleri o kadar “trajedi” biçiminde aktarıldı ki bir noktadan sonra gerçek olanı kaçırdık. Tam olarak neler olduğunu anlayamaz olduk deyim yerindeyse. Ancak ikinci kuşaktan itibaren Türkiyeliler meselâ konudan uzaklaşmaya, hatta “Almancı” nitelendirmesiyle meseleye farklı bir perspektif kazandırmaya başladılar… Buradan bakınca farklı gerçeklikler çıkıyor karşımıza…

Aslında bu açıdan baktığımızda kuşak kavramı da tam olarak oturmuyor. 30’lu yaşlarında olup, bundan yirmi yıl önce Almanya’ya gelenler de var. Türkiye’de doğup, çocukluğu, gençliği burada geçen ve bütün arkadaşları burada doğanlardan oluşan insanlar da var… Herkes 60’lı yıllarda gelmedi çünkü. '80’li yıllarda gelenler var. Yaşı benden küçük olup birinci kuşak olanlar var. Gerçek bu yönleriyle daha karışık duruyor. Aynı durumu biz de Almanya’da yaşıyoruz. Birinci kuşak böyleydi uyumluydu, ikinci kuşak uyumsuz oldu, üçüncü kuşak tamamen başka bir yere savruldu onları tamamen kaybettik şeklinde bir anlatım ve yaklaşım var, bunu da çok saçma buluyorum. Çünkü birinci kuşakta da tamamen uyum sağlayamayan, kendini kaybeden karakterler vardı. İkinci kuşakta da gayet başarılı olmuş insanlar var. Bu kuşak genellemesi belirli bir tarihsel dönemi, akımı zorunlu kılıyor. Hâlbuki öyle bir tarihsel akımı net olarak belirlememiz mümkün değil. Kiminde daha ileriye sıçrıyor, kiminde daha geriye gidiyor. Ailesi 60’larda geldikten kısa süre sonra burada doğan insanlar da var. Türkiye’ye gidip sonra geri dönenler de var. Hepsi bir araya gelince biçimsiz bir kitleden söz etmek durumunda kalıyoruz, net bir şekli yok. Şu birinci kuşaktır, şu tavır çok ikinci kuşak demek bence manasız… Bu daha çok Almanya’ya uyum sağlama, entegrasyon açısından düşünülen bir değerlendirme. Gene de 1960’larda ve 70’lerde buraya gelenlerle sonradan burada doğanlar arasında elbette bir fark var. Türkiye’den gelenler galiba daha çok kendilerini burada yabancı olarak hissediyorlardı ve hep “biz misafiriz”, “burada aslında kabul ediliyoruz” ve memlekete muhakkak geri dönme fikriyle, zaten buralı olmama fikrisabitiyle uyum sağlayalım, sesimizi çıkarmayalım şeklinde bir kabullenişle, bir felsefeyle yaşamış ve hayatlarını şekillendirmişler. İkinci kuşak ise Allah belanızı versin, ben burada doğdum büyüdüm, buralıyım ve diğerleri ne yapabiliyorsa aynısını yapabilirim, istersem kırarım, istersem vururum da demiş...

Benim yazılarım her zaman benden önce yazmış olan benim okumuş olduğum yazarlarla ve benimle aynı anda veya benden sonra yazmaya devam edecek yazarlarla da iletişim içindedir. Ben bunların hepsini bir büyük metin olarak görüyorum. ​

Temel fark bu sanırım iki kuşak arasında?

Bir açıdan bakınca evet öyle… '80’li yıllarda büyük şehirlerde gençlerden oluşan çeteler vardı. Meselâ hem siyahi Amerikan kültürüne çok aşinalardı ve onlara referansla tepki gösteriyorlardı. Ki kesinlikle entelektüel bir referans değil, bilinçaltı kodlarıyla dışa vurulan referanslar bunlar. Annelerinin babalarının anlattığı ve kendi hayallerinden oluşan bir Türkiye hayali yarattılar onlar. Farklı bir Türkiye imajıydı bu. Bir şekilde siyahi Amerikan müzik ve film dünyası, anne babanın Türkiye anlatımı ve kendi hayaline ilaveten Almanya’da yaşanan gerek ırkçılık gerek sosyal diğer olayların karışımından bir kültür oluşur. Bu bir kültür fenomenidir aslında. Romandaki Hekim de bu jenerasyonun bir üyesi. Bir yerde takılı kalmış. Bir kültürü temsil eder fakat bu kültürün bu toplumda bir şansı yoktur. Ne yazık ki kabul edilmez, gelişmesine izin verilmez, yer verilmez çünkü aşağılık görülür. Kimisi uyuşturucu kullanır, kimisi kendini öldürür. Almanya’daki psikiyatri klinikleri Türkiye kökenli ikinci kuşakla doludur. Bende bir istatistik veri yok ama yine de bilinen bir gerçektir. Hekim de hiçbir zaman başarılı olmasa da müzik yapmaya devam eder. Büyük annesinin 40 metrekarelik odasında yaşamaya devam eder ve 40 yaşına gelmiş olmasına rağmen hâlâ o beklediği, hissettiği, istediği şarkıyı yapamamıştır. Şiddetle iç içedir, kaybetmiştir. Ama son derece şefkatli bir insandır. Bilhassa kendinden küçük olan Elyas’a karşı bir ağabey gibi davranır ama bu ağabeyliğin sınırını da aşar çok zaman. Neredeyse homoerotik bir bağlantı da vardır aralarında…

Hazır Hekim bahsi geçmişken. Hekim’in etkisiyle ve kimi yerde Elyas’ın “isyan biçimi” öyle bir tür olmasa da romana bir RAP Roman kimliği kazandırıyor. Dili, ritmi, akışı itibariyle…

Bütünü için olmasa da gerçekten “RAP roman” denebilecek bir katmanı var Savrulanlar’ın. Çünkü daha çok Hekim’den yola çıkarak Elyas’ta buna yakın bir anlayış veya bir bağlantı var. Aslında Elyas açıkça “hiçbir zaman RAP müzik dinlemezdim” diyor. Ama Hekim’den dolayı bir yakınlık hissettiği de gerçek. Kaldı ki, dediğin gibi, Elyas’ın kimi yerlerde isyanını veya tepkisini dile getiriş biçimi kolaylıkla RAP olarak değerlendirilebilecek bir tempoda seyrediyor. RAP’in esrarengizliği, o kuşak için önemi, şuuraltı da olsa bir anlamı var. Fransız, Amerikan veya Alman RAP’inde de bir asabilik vardır. Sinir vardır, isyan, tepki gösterme vardır. O bağlantı üzerinden okuduğumuzda evet “RAP Roman” demek mümkün. Müziğin, duyguyu ve öncelikle sinirsel tepkiyi ortaya çıkaran yapısı var ve hakikaten Elyas’ın dilinde de var bu duygusal tepki. Onun konuşma tarzında da buna bağlı bir RAP durumu var. En başta değinmiştik, Elyas’ın varoluş meselesi daha önemliydi benim için. Ama onun, sokaklarda yürüyüp insanlardan nefret etmesi, daha doğrusu gördüklerinden tiksinişi, dış dünyadan tiksinişi, onun bütün yalnızlığı romanın asıl yapısını oluştururken, bunu dile getiriş biçimi çok zaman RAP müzik ritmiyle oluyor gerçekten. RAP müzik, bir jenerasyonun müziği olarak, Hekim’in etkisiyle Elyas için önemli bir konumda. Elyas, Hekim’den sonraki kuşaktan ve RAP Hekim ve kuşağı için daha önemli bir simge. Fakat Elyas’ın da yine bir bağlılığı var. O varoluş edebiyatının önemli motiflerini de taşıyor Elyas.

Az evvel “kuşak”lardan ve temel sorunundan söz ederken aslında dolaylı olarak “kökler” meselesinin etrafında dönüyordu konu. Romanda da var biraz bu. Yani Türkiye’de doğup Almanya’ya gelen kuşak için kökler hep memlekette. Oysa burada doğanların kökleri biraz boşlukta kalıyor. Hayali bir memleket ve onları hep dışa iten doğdukları yer. Ailenin memleketi ve kendi memleketleri… Nerede onların kökleri?

Savrulanlar’ın söylemlerinden birisi de tam olarak bu zaten. Herkesin kökleri kendisindedir… Türkiye’de bulabilecekleri bir şey değildir ne yazık ki. Zaten bulamazlar da. Almanya’da da değildir. Ama bu demek değil ki, iki ülke ya da iki kültür arasında kaybolmuştur… Benim için de roman için de. ELyas da reddediyor zaten bunu. Onun için çok tepki veriyor böyle bir düşünceyle karşılaştığı zaman. En başta, aşk mı beraberlik mi derken kastettiğim buydu biraz. Dayanışmanın nihayetinde köklerini kendi içlerinde, birlikte bulmaları... Elyas ve Aylin’in karşılaşıp birbirlerini kısa bir süre içinde anlayabilmeleri aslında köklerinin ne orada ne burada, tamamen kendilerinde olması sayesinde gerçekleşiyor. Belki de hiç sabit olmayan bir kökten söz etmek gerek. Sen neredeysen köklerin de orada. Bir şey kalmıyor zaten. Elyas’ın ve Aylin’İn derdi başka bir şey. “Benim babam ölüyor, ben babamın ölmesiyle ilgili hüzün duymak isterken veya duymaya gerek duyarken insanlar bana kimlikten, kökten, kuşaktan bahsediyor” diyerek tepki gösteriyor. Çok değişik bir biçimde bu agresif tavrı Aylin de gösteriyor. İkisinin beraberlikleri sadece bu ortak dışlanmışlıktan da kaynaklanmıyor. Onların dayanışması, benzer tecrübeleri, yaşantı birliklerinden kaynaklanıyor. Hem dışlanmayla hem de dışlanmaya karşı gösterdikleri tepkiyle hem de birbirlerini anlamakla ilgili bir şey bu. Galiba köklerini bunda buluyorlar. Elyas’ın Türkiye’ye gitme sebebi kendi köklerini arama arzusu değil. Türkiye’nin Karadeniz bölgesine gidiyor örneğin. Orayla hiçbir alakası yok Elyas’ın. Aylin’in peşinden gidiyor. Öldükten sonra, babasını gömmeye gitmese de, babasının mezarına gidip hayatındaki bir bölümü sona erdirmeye gidiyor… Bunu yaparken, annesini yalnız bırakıp babasını Türkiye’de toprağa vermeye gidemeyen adam, Aylin’e destek olmak için yollara düşüyor, annesini yalnız bırakabiliyor… Yani büyüyor. Aramadıkları kökü, burada bulamadıkları gibi birbirlerinde buluyorlar! Hayat insanları ayıran bir yapıya sahiptir. Bilhassa Almanya’daki hayat belki insanları daha da uzaklaştıran bir hayat, bilemiyorum. O yüzden bu kökü sabit bir yerde aramak yerinde kişinin kendi varlığında araması gerekiyor. Sabit köklere ihtiyacımız yok belki de.

Deniz Utlu, Fotoğraf: Fabiola RodriguezRomanda Elyas, “benim anadilim yok” diyor açıkça. Deniz Utlu’nun anadili hangisi?

Anadilim Almanca, annemle Türkçe konuşsam da… Türkçe çok önemli bir dil benim için ama birinci dilim, kendimi en rahat ifade ettiğim, kendi hayatıma dair soruları sorduğum dil Almanca. Benim Türkçeyle bağlantım Türkiye’de yaşamış bir insandan farklı olmak zorunda zaten. Bunu dile hakimiyetten bağımsız olarak söylüyorum. Türkçem çok kuvvetli olsa bile Türkiye’nin en önemli yazarlarıyla aynı durumda olsa bile eğer Türkiye’de yaşamadıysam bu dille benim bağlantım farklıdır. Benim Türkçeye bağlantım annemden ve okuduğum yazarlardan gelir. Sırf pozitif bir bağlantı var burada. Yaşar Kemal’in çok büyük etkisi olmuştur bende. Sonra Türk şairleri çok önemlidir benim için Nâzım Hikmet’le başlayıp Orhan Veli, Özdemir Asaf, Cemal Süreya ve küçük İskender’e, Murathan Mungan’a uzanan bir çizgi çekebilirim. Türk edebiyatında başta Cemal Süreya ve Özdemir Asaf olmak üzere şairler çok etkilemiştir beni. Pozitif bağlantı dememin sebebi o. Türkiye’de yaşamış olsaydım bana Türkçe küfür de edilecekti, ben de Türkçe küfürler edecektim, Türkçe dövülecek, Türkçe işkence görecektim. Türkçenin en iğrenç taraflarını da görecektim. Nasıl Almancanın en iğrenç taraflarına tanık olduysam… Bu yüzden farklı bir temasım var Türkçeyle. Belki de o yüzden benim anadilim Almanca ve o yüzden Almanca benim yazı dilim. Çünkü Almancanın eziyetini de biliyorum. Türkiye’de 10 sene yaşar ve Türkçenin karanlık tarafını da görürsem, sadece edebî ve şiirsel tarafı dışındaki karanlık kısmını da görebilirsem belki Türkçe gerçekten anadilim olabilir.

Hangi dilde yazıyor olursa olsun her yazar başka dillerdeki yazarlarla da iletişim içindedir.

Ben kendimi Alman bir yazar, Alman edebiyatı içinde bir yazar olarak görüyorum. Almanca yazıyorum, Almanca düşünüyorum. Türkçe konuşabiliyorum, o kadar. Benim yazı dilim, düşünme dilim Almanca. Beckett gibi dilin bir seçenek olduğuna inanıyorum ve Almancayı seçtim ben yazmak için. Zafer Şenocak iki dilde yazıyor. Onun için kendimi Alman edebiyatı içinde görüyorum. Bunu da önemli buluyorum açıkçası. Yazdığım bağlam farklı, Türkiye’de yaşayıp Türkçe edebiyat içinden yazmak ayrı bir şey bence. Bu demek değildir ki sadece Alman edebiyatı etkiledi beni, Fransız edebiyatı, Rus edebiyatı, Latin Amerika edebiyatı, Türk edebiyatı ve sayabileceğim birçok edebiyatın ustalarını defalarca okudum, çağdaş örneklerini de öyle ama bir devamlılıktır edebiyat ve ben Alman edebiyatının devamlılığı içinde yer alıyorum. Bu açıdan Goethe’nin dünya edebiyatı kavramına çok bağlıyım. Alman edebiyatı mı Türk edebiyatı mı dersen dünya edebiyatı içindeyim diye görüyorum. Her yazar için öyledir bu. Hangi dilde yazıyor olursa olsun her yazar başka dillerdeki yazarlarla da iletişim içindedir.

Ben dünyada tek yazı yazan kişiymişim gibi yazı yazmadım hiçbir zaman, benim yazılarım her zaman benden önce yazmış olan benim okumuş olduğum yazarlarla ve benimle aynı anda veya benden sonra yazmaya devam edecek yazarlarla da iletişim içindedir. Ben bunların hepsini bir büyük metin olarak görüyorum. Bu büyük metne küçük bir katkı sağlıyorum. Bu metin bütün dillerde yazılan bir metindir ve ben arada Almanca bir bölümle dahil oluyorum. Ama geneline baktığımız zaman Almanca mı Türkçe mi bu ayrım ve bunun önemi ortadan kalkıyor bence.

Kitabın dolaylı yoldan da olsa, kahramanlarından birisi Berlin… Şehre böyle bir rol biçmiş miydin?

Benim için yazdığım yer çok önemli. O yerin mekânın, şehrin çok etkisi vardır hem benim üstüme hem de yazdığımın üstüne. Berlin öte taraftan tarihsel ve demografik olarak bir metafor olabilme potansiyeline sahip bir şehir. Şehir tarihinde duvarla bölünmüş. Sonra o duvar kaldırılmış. Bir değil birkaç kere değişime maruz kalmış. Bugün gentrifikasyona (mutenalaşmaya/ kentsel dönüşüme) maruz bırakılıyor. Elyas’ın ihtiyar arkadaşı, amca dediği Cemal, Kreuzberg’de yaşayan ve o kentsel dönüşüme tanık olan birisi. Cemal, “duvar”ın yıkılmasından önce Batı Berlin’de yaşayan biri. “Duvar” yıkıldıktan sonra Berlin değişmeye başlıyor. Cemal ilk göçünü Türkiye’den Almanya’ya yaşadıysa ikinci göçünü de duvarın yıkılmasından sonra Berlin’in değişmesiyle yaşıyor aslında. Elyas kesinlikle kendini Berlinli kabul ediyor. Bu biyografik bir gerçek olduğu kadar kültürel açıdan da böyle… Bunların hepsi birer metafor, ayrımın ve beraberliğin imkansızlığıyla ilgili bir metafor ve her şeye rağmen herkes çok sever Berlin’i. Beraberliğin imkânsızlığı ve o imkânsızlık içinde bir dayanışma kurmanın metaforudur Berlin. İnanıyorum ki bu romanda anlattıklarım herhangi bir başka şehirde olamazdı asla. Aynı zamanda Berlin romanı yazmaya çalışmadım, Berlin’i de anlatmalıyım diyerek oturmadım fakat Berlin romanı yazarken önemli bir yeri kapladı bu da bir gerçek…