Salâh Bey Sözlüğü’nden birkaç madde

Hem çok zevkli hem de zorlu bir iş bu: “Salâh Bey Sözlüğü”, bu sözlüğün, okuyanları Salâh Birsel’in farklı kitaplarına götüren bir vesile olmasını dilerim...

21 Mart 2019 10:00

Salâh Birsel’in denemelerindeki ve günlüklerindeki bazı sözcükler okuyanı afallatabilir. Nedir, Salâh Bey'in eşsiz üslûbunun alametifarikalarından biri de kullandığı bu enteresan sözcüklerdir. Daha önce duymadığımız ya da böyle kullanıldığına hiç şahit olmadığımız sözcüklerdir bunlar.

Ben de Salâh Bey okulunun henüz anaokulundaki bir talebesi olarak elimden geldiğimce bu sözcüklerin peşine düşmeyi iş edindim kendime. Hem çok zevkli hem de zorlu bir iş bu: “Salâh Bey Sözlüğü”. Salâh Bey’in üslûbuna –sümme haşa– yaklaşmaya çalışarak deneme tadında olmasına özendiğim bu sözlüğün, okuyanları Salâh Birsel’in farklı kitaplarına götüren bir vesile olmasını dilerim.

Aşağıda okuyacağınız şıngır mıngır Salâh Bey sözcükleri, işte bu mütevazı sözlüğümüzün bazı maddeleridir.

şallamşop

Salâh Bey bir söyleşisinde şunu fıslar: “Biçem (üslup) gerçekten benim ana sorunlarımdan biri. Belki de bütün bu yazdıklarımı bir biçem, bir biçim sağlamak içi yazıyorum. Doğrusunu ararsanız ben Sözcük Koordinatörüyüm. Sözcükler bana gelir, Türkiye’nin dört bir bucağına da benden gider.” (Seyirci Sahneye Çıkıyor, s. 154)

Gerçekten de öyledir. Sözcükler tırıs pırısa kalkarak gelip bulurlar Salâh Bey’i. Çünkü Salâh Bey sözcükleri çok sever. Atıldıkları köşelerde, süpürüldükleri kilim altlarında unutulup gitmekte olan sözcüklerin ellerinden tutar. Onları ayağa kaldırır, yıkar paklar ve görücüye çıkarır.

Sahneye çıkardığı bu sözcüklerden biri de Niğde yöresinde kullanılan vayvilim’dir. Nedir, biz burada şallamşopluk’tan bahsedeceğiz. Görgüsüzlük manasına gelen bu güzel ezgili sözcüğü, Nezleli Karga adlı günlüğünün 33. sayfasında (Sel Yayıncılık baskısı) kullanır iki gözüm Salâh Bey, 7 Nisan 1990’da: “Evet, insanı tor eden, zar eden, her yanını bağlayan laf ustaları, laf ebeleri, alifakalar, başı yıldız ormanı yiğitler artık ortalarda pek görünmüyor. Nerelere takıldılar? Nerelere kaçtılar? Şimdilerde çok çok cigara da içiliyor. Yoksa insanları çalçene denizlerinde yüzmekten alıkoyan cigaranın bombozuk bir manzara içine girmesi mi? Yüzsüzlüğü, utanmazlığı, şallamşopluğu yani görgüsüzlüğü mü?”

Salâh Birsel, Türkçenin Japon elmasıdır. Mevsiminde okuduğunuzda dilinizi, zihninizi tatlı tatlı kamaştırır. Şuna bakın ki Türkçenin bir başka Japon elması olan İlhan Berk, Salâh Bey’e gönderdiği bir mektupta (mektubu Geceyarısı Mektupları kitabında bulabilirsiniz) Salâh Bey’in yazdığı “Felsefe Bahçeleri”nden bahis açarak “Türkçe’nin belini getirmek budur” der.

papçinik

İki gözüm Salâh Bey, “Salâh Birsel sözcükleri” diye bir vaka olduğunu kabul eder. Nedir, bazı mülakatlarında ve denemelerinde bu sözcükleri kendisinin uydurmadığını, “uyudukları” köşelerden, eski yazarların yazdıklarından, halk ağzından, argo sözcüklerden çekip çıkardığını söyler.

Her ne kadar Salâh Bey, “bu sözcüklerin mucidi ben değilim” yollu konuşsa da bazen kendi uydurduğu sözcükleri kullandığından şüphelenmiyor değilim. Bana kalırsa, “papçinik” de bu kategoriye giriyor.

Muzaffer Uyguner’in Salâh Birsel’in yaşamı ve yapıtlarını etraflıca kuşattığı kitapta geçer bu sözcük. İkilinin sohbeti, Salâh Bey’in ilk kitabı Dünya İşleri’ne gelir dayanır. Salâh Birsel, Dünya İşleri’nin ilk baskısının kapağındaki renklerin kötü çıktığından bahsettikten sonra “Bereket kitap, edebiyatseverler katında büyük papçiniklerle karşılandı” der.

Muzaffer Uyguner sorar: “Nasıl oldu, nasıl oldu? Nasıl karşılandı yani? Papçiniklerle?”

Salâh Bey’in elinden bu muz gibi ortayı gole çevirmekten başka bir şey gelmez artık: “Evet, papçiniklerle… Alkışlarla de istersen, sevecenlikle de. Ne dersen de işte. O güne değin şairliğimi şapatgapatlayanlar bile şiirlerimin birbirini bütünlemesi, bir atmosfer çizmesi, yalın ve edebiyatsız bir anlatıma kucak açması karşısında burukkeserliklerini geri çektiler.” (Muzaffer Uyguner, Salâh Birsel, Altın Kitaplar, s. 31-32)

Sebatla bu sözlüğü okumaya devam edenler: Gittiğiniz her yerde, girdiğiniz her ortamda papçiniklerle karşılanırsınız inşallah!

edebiyat bozuğu

İngilizcede “overrated” diye bir sözcük var. Gereğinden fazla abartılmış, hak ettiğinden fazla değer verilmiş, öne çıkarılmış gibi anlamlara geliyor. Bizde de, elbette, hem çok fazla overrated kitap ve sürüsüne bereket overrated yazar var. Başıma bir şey gelmeyeceğini bilsem, birkaç ismi rahatlıkla, hemencecik sıralayabilirdim burada.

Ve fakat bizim işimiz overrated’la değil, rate ile. Haldun Taner’in eşsiz lezzet alarak okuduğum, gazete yazılarından derlenen Koyma Akıl, Oyma Akıl (YKY, 2015) kitabına bakalım önce, kitabın 24. sayfasından alıntılıyorum: “Yaşlılığın alameti, bence yaş sayısı değil, gönül gücü eksikliğidir, karamsarlıktır. Bugün artık Türkiye’de devlet adamı kalmadı. Bilim adamı yetişmiyor. Romancı yok, tiyatro yazarı kalmadı. Nerde eski günler diye kara kara söylenenler, ‘yaşamın durmadan değişme’ olduğu gerçeğini ya hiç bilmeyen ya da unutmuş olanlardır. Kendilerinin dünyaya verecek bir şeyleri kalmadığı için dünyanın da sonu geldi kuruntusundadırlar. Kendileri tükendiği için bütün kaynaklar da tükendi sanmaktadırlar. Asıl acınacak yaşlılar işte bunlardır. Kaldı ki dikkat edilince görülür ki, bunlar gençliklerinde de olumlu bir şey verememiş olan ratelerdir.”

Haldun Taner’i okuduktan sonra, iki gözüm Salâh Bey’in bu rate sözcüğüyle ilgili bir şeyler yazmış olduğu düştü akıl tasıma. Allahtan not almışım, buluverdim. Yaşlılık Günlüğü’nün (Ada Yayınları, 1986) 96. sayfasından, 24 Temmuz 1983 tarihli günlüğünden aktarıyorum: “Biz tuhaf bir ulusuz: şair sever, şiir sevmeyiz. Yazdıkları şiir mi, değil mi bakmadan, nüfus kütüğünde ne kadar erkek varsa –kadınlar değil– topunu alıp başımıza şair-i mahir diye oturturuz. Doğrusu, dostluk kazanı kaynatmak, takım oluşturmak bir ulu iştir. Ben de dostlarımı, komşularımı kazanlara koyup buharlaştırmak isterim. Oysa yazın alanında böylesi hoppalıklara, böylesi şaklavaklıklara yer verilmemelidir. Yazın alanında her şey acımasızlık üzerine kesilmiştir. Orda kimse, kimsenin gözyaşını umurlamaz. Kimse çırnık şiirlere güzel demeye yanaşmaz. Bitli bir şairin başına taç oturtmaya ise kimsecikler yeltenmez. Fransızlar bu konuda çok taş yüreklidir. Billahlı, fillahlı yazarları bile hemen alaşağı ederler. Bu yüzden sözlüklerini kötü şair, mıymırık yazar anlamına gelen sözcüklerle doldurmuşlardır. Onlara göre kaşığın sapını ortalayamamış sanatçının adı râté’dir. Bunun karşılığını bizim sözlüklerde ararsanız bulamazsınız. Mehmet Akif bir zamanlar bu sözcük yerine edebiyat bozuğu sözünü ortaya atmışsa da onu benden başkası kullanmamıştır.”

Salâh Birsel, “bunun karşılığını bizim sözlüklerde ararsanız bulamazsınız” diyor. Oysa bugün TDK’ya baktığımızda, sözcüğün Fransızca raté sıfatından geldiği belirtilerek karşılığı şöyle verilmiş: “Yaşlı, verimsiz, geçimsiz (kimse)”. TDK, Haldun Taner’in yukarıda alıntıladığımız cümlesini de örnek cümle olarak vermiş. Oysa bizim aradığımız, bu anlamı değil sözcüğün.

Tesadüfe bakın ki, Enis Batur da bu rate’ye çengel atarak şimdilerde sözcüğün İngilizce karşılığının (looser) öne çıktığından söz açıp “genel anlamında hayatı ıskalamış, işinde başarısız olmuş, bir baltaya sap olamamış kişiler”e işaret ettiğini söylüyor. Buraya hususi dikkat isterim: Enis Bey, “Kanaat Kitabevi’nin Reşat Nuri’li, Ataç’lı kadrosuyla yayımladığı Fransızca-Türkçe Sözlük”te sözcüğün şöyle tanımlandığını belirtiyor: “Mesleğinde muvaffak olamamış muharrir veyâ sanatkâr.” (Sekinci Günâhın Sonrası, s. 147)

İşte, Mehmet Akif’in, sonraları Salâh Bey’in el attığı anlamı budur sözcüğün!

öfke atına binmek

Salâh Birsel’in 12 Aralık 1989 tarihli günlüğünden: “Benim kuşağımdan olanlar Aktör Kean’i yıllarca önce seyretmişlerdir. O oyunda iki kadının birden sevdiği bir aktör canlandırılıyordur. Kadınlardan biri Galler Prensi’nin kur yaptığı bir kontes. Öbürü de Kean’in ateşiyle yanıp yakılan Anna Damby adında bir genç kız. Nedir, Kean’in gönlü kontesten yanadır. Bir gece, oyun sırasında kontesi, Prens’in locasında görünce, öfke atına biner ve Prens’e akıl almaz hakaretler yağdırır. Bereket Prens, gönlü yüce biridir. Aktörün arkadaşlarının araya girmesiyle de Kean’i bağışlar.” (Bay Sessizlik, Ada Yayınları, s. 131)

Burada bir istitrat açalım: Salâh Bey’in izlediği Aktör Kean adlı oyun, tarihin sayfalarında kanlı canlı dolaşmış, her âdem gibi doğmuş, yaşamış ve ölmüş olan bir zat hakkındadır: Edmund Kean. Bu Edmund Efendi’nin dünyaya antresini yaptığı tarih tam olarak bilinemese de 1789 yılı en çok zikredilendir. Edmund Kean’i Aktör Kean yapan tarih ise Londra’daki Drury Lane Tiyatrosu’nun sahnesinde ilk kez boy gösterdiği 1814 yılıdır. Hikâyenin bundan sonrası, ben size gerçeği söyleyeyim, en üst kattan hızla düşen bir asansöre benzer. Çabuk yükselir Bay Edmund Kean; çok başarılı, ateşli bir oyuncudur. Hele Shakespeare oyunlarında onun eline su dökecek yoktur. Ve fakat biraz, biraz mı, aşırı derecede megaloman olan Edmund Kean, şan şöhretle birlikte yolunu iyiden iyiye şaşırır. Skandal ilişkiler, alkol, fuhuş derken, sahnede “doğan” bu adam, yine sahnede ölür: 25 Mart 1833’de Othello oynarken düşer. Bu gerçek bir düşmedir: Sahneden aşağı yuvarlanır. Eh, buna da çok şaşmamak lazım çünkü tevatürlere kulak verecek olursak, Edmund Efendi perde aralarında, kulislerde alkolün dibine vurmakla kalmıyor, hayat kadınlarıyla da mercimekleri fırına veriyormuş. Öyle ki “işi” bitmediyse antrakt uzar, seyirciler de perdenin açılmasını beyhude yere bekler dururlarmış.

Biz duyduklarımızı değil, okuduklarımızı yazalım: Othello sahnesindeki bu “düşüş” birkaç hafta hasta yattıktan sonra Edmund’ı ölüme götürecektir. Can kuşunu avucundan uçurduğunda, henüz 45 yaşındadır.

Salâh Bey’in izlediği Aktör Kean adlı oyun, işte bu Edmund Kean hakkındadır. Bir dakika, nereye gidiyorsunuz, daha bitmedi: Peki, hangi oyunu izlemişti acaba Salâh Bey?

Öyle ya, Alexandre Dumas 1836’da Aktör Kean adlı bir oyun yazmış. Jean Paul Sartre aşağı kalır mı, o da 1953 yılında Kean adlı bir oyun çıkarmış ortaya. Salâh Bey’in izlemiş olduğundan bahsettiği oyun olmasına imkân yok ama çok daha sonraları yazılmış olan ve hâlen sahnelenen bir Kean oyunu daha var ki o da Raymund FitzSimons’a ait.

İyisi mi kafamızda deli sorularla, öfke atlarına binip binip inmeden evvel kapatalım bu bahsi!

pohpoha tutulmak

Salâh Birsel, 4 Nisan 1991 tarihli günlüğüne (Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu kitabı içindedir) Arabistanlı Lawrence filminden söz açarak başlar. Sonra, söz konusu “casusun” T.E. Lawrence adıyla (ki adamın nüfus kütüğündeki adı budur zaten) yazdığı Bilgeliğin Yedi Sütunu kitabı hakkında şunları döktürür: “Kitap, birçok memleketlerin eleştirmenlerince pohpoha tutulmuştur. Çağın en önemli yaratılarından biri sayılmıştır. Arap dünyası üzerine bir inceleme; savaş, serüven ve özyaşamöyküsüyle bir arada tutuluyordur. Yazarın en koskoslu dönemidir bu. 1917-1918 yıllarının büyük çöl destanı da kitaba boca edilmiştir.”

Bazı Salâh Bey sözcükleri izahtan varestedir, “pohpoha tutulmak” da bizce bunlardan biridir.

kadıngöz

Salâh Bey, kitaba adını veren Bir Zavallı Sarı At başlıklı denemesinin antresinde Plutarkhos’tan açsa da denemesinin orta göbeğine oturttuğu kişi antik dönemin ünlü biyografi yazarı, denemecisi ve tarihçisi değil, “Yavru Kuş” Charlie Parker’dır. Parker’ı enine boyuna didikler. Maceralarını anlatmayı da savsaklamaz. İşte, o maceralardan birinde fışlar Parker’ın “kadıngöz” olduğunu: “Parker üzerinde Lester yüzünden meydan bulan etkiler de, inşallah yeri geldiğinde anlatılacaktır. Biz şimdilik ışıldağımızı Parker’ın kapışıklığına kıpışıklığına çevirelim ki, taze tutulmuş hamsi gibi fingirdek bir yaşamı olduğunu görelim. Diyeceğim, onu, kontras-montras, altoların arasından çekip çıkaracak olursak, kendini larpadak bir kızın kollarına atar. İnanmayacaksınız, Parker gerçek bir kadıngözdür. Günde üç kez değişik kadınlarla güreş tutar. Bakın bir öyküsünü anlatalım da kendisine durup dururken zavallılık getirmiş olmayalım.” (Bir Zavallı Sarı At, Sel Yayınları, 2018, s. 14)

Bu öykü, bizim kadıngöz Yavru Kuş’un, Salâh Bey’in “Aygır Fatma” dediği bir kadınla yaşadığı maceradır. Salâh Bey’in yerelleştirmeleri meşhurdur zaten. Çevirilerinde bu yola sıklıkla, aşırılıkla ve çokça sapar. Örneğin, yine Bir Zavallı Sarı At başlıklı denemede, “Charlie’nin canciğeri” Dean Benedetti ile Charlie Parker’ı (sırasıyla) şöyle konuşturur:

“Bu çalgıyı nerde öğrendin?”
“Kansas City’de.”
“Orda Lester Young’ı dinler miydin?”
“Her gece yavrum. Her gece Bodrum.” (age, s. 18)

İki gözümüz Salâh Bey’in ohooo böyle numaraları pek çoktur. Nedir, biz bunları “Salâh Bey’in Tercümelerindeki Latiflikler” başlıklı bir denemede, ancak orada ele alabiliriz sevgili okur.