Medarı Maişet Motoru’nun 2014 tarihli edisyonundaki koyu yazılmış (sansürlenip çıkarılmış) cümlelerin izini sürdüğümüzde dönemin yönetimince en korkulan ve yasaklanan düşüncenin “sosyal adalet” fikri olduğunu öğreniyoruz
10 Aralık 2015 13:00
“Edebi eserler, insanı yeni ve mesut,
başka iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım
etmiyorlarsa neye yarar?”
Sait Faik
Sait Faik; büyük bir sevgi içinde, yoksul balıkçıların yaşamını, İstanbul Boğazı’nı, Marmara denizini, adaları, balıkları, martıları, yelkovan kuşlarını, rüzgârı, dalgaları, deniz üstünü ve deniz altını şiirsel bir anlatımla dile getiren öyküleriyle edebiyat tarihimizin ölümsüzleri arasında yerini almış usta bir yazardır.
Kırk sekiz yıl süren kısa yaşamına edebiyat ve sanat güzellikleriyle derin anlamlar kazandırmayı başaran Sait Faik, hiçbir kalıba kurala uymadan, özgürce ve yaratıcı bir gözlemcilikle yaşadı; daima iç sesini, vicdanını kendine rehber edindi. Öyküler yoluyla insanları ve doğayı anlatmayı bir çalışma ve yaşama biçimi olarak gördü. İnsana büyük değer verdi; yüce bir sevgiyle sarıldı insanlığa, erdeme, iyiliğe… İnsanların kötülükleri, kurnazlıkları ve değerbilmezliklerini de görünce Burgazada’ya sığındı. Orada, kendine bir “iç ada” yarattı; Burgazada ve diğer adaları çevreleyen denizde, balıkların, kuşların dünyasında; balıkçıların, yoksul insanların, emekçilerin sade yaşamında yepyeni renkler keşfetti. İnsanlığa dair umudu; çalışkan, dürüst insanların çabalarına, yardımseverlik ve iyiliklerine tanık oldukça çoğaldı. Ara sıra insanlara kırgınlık duysa da Sait Faik hep güzel insanlar aradı çevresinde; onların sade ve özverili hayatlarını öyküleştirmeyi yeğledi. Öykülerinde çoğu zaman “anlatıcı” konumunda yer aldı; “benöyküsel anlatım”ın en güzel, en şiirli ve en derinlikli örneklerine imza attı bu özgün metinlerde.
Sait Faik öykücülüğüyle tanınıyor ve biliniyor, ama onun şiir de yazdığını, ayrıca Medarı Maişet Motoru ve Kayıp Aranıyor adlı iki romanı olduğunu unutmamak gerek. Medarı Maişet Motoru, geçtiğimiz aylarda, Yılmaz Atadeniz yönetmenliğinde Burgazada’da gerçekleşen çekimler sonucu İkimize Bir Dünya adıyla sinemaya uyarlandı. Filmin, Şubat 2016’da vizyona girmesinin planlandığı belirtiliyor. Daha önceki yıllarda gerçekleştirilen Sait Faik uyarlamalarının, hem sinema filmi hem de TV dizisi olarak ilgiyle karşılandığı anımsanırsa, yazarın insan hikâyeleriyle dolu bu sıra dışı romanından uyarlanan söz konusu filmin de epeyce ilgi uyandırabileceğini öngörmek mümkün.
1940-1941 yılları arasında Yeni Mecmua’da tefrika edilen Medarı Maişet Motoru, 1944’te Sait Faik’in kendi olanaklarıyla kitaplaştırdığı ilk romanı olarak edebiyat ve yayıncılık tarihimizde yerini alan ilginç bir eserdir. Medarı Maişet Motoru tefrika edildiği sıralarda bile dönemin baskıcı ve yasakçı ortamında “sakıncalı” olarak görülür. Romanı kitap halinde basacak bir yayıncı bulmakta zorlanan yazar, annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nde kitabını yayımlatmayı başarır. Ne yazık ki dağıtım aşamasındayken dönemin bakanlar kurulu kararıyla toplatılan kitap, bazı paragrafları ve cümleleri çıkarılarak sekiz yıl sonra (1952’de), Birtakım İnsanlar adıyla yeniden yayımlanır. Bu basımında, romandaki “Medarı Maişet” adlı balıkçı motorunun adı da değiştirilir ve ona “Ceylanı Bahri” adı verilir. Ceylanı Bahri aynı zamanda Sait Faik’in bir şiirinin adıdır. Roman ancak 1970’ten sonra kendi özgün adıyla basılma özgürlüğüne kavuşur.
Sait Faik yoksul insanların hayatındaki dramlarla, yaşadıkları acılarla yakından ilgilidir. Onun öykü ve roman dünyasında “emek” kavramının ve “emekçi” insanların büyük değeri vardır. Daha ilk kitabı Semaver’in aynı adlı öyküsünde fabrika işçisi Ali’nin yaşamından dramatik bir kesit aktararak emekçileri selamlamıştır Sait Faik. Öykünün son cümleleri şöyledir: “Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.” Semaver’in yanı sıra yazarın İpekli Mendil, Bohça gibi ilk dönem öyküleriyle başlayan ve tüm eserlerine yayılan toplumsal ve insani duyarlılık, yazarın hayat karşısındaki tutumunu da gösteren yazınsal bir yaklaşımıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın vurguncuları, karaborsacıları karşısında sömürü ve haksızlıktan arınmış bir toplum düşleyen Sait Faik, 1951’de Yeryüzü dergisinin açtığı bir soruşturmaya verdiği yanıtta sanatçının görevini belirtirken önemli cümleler kuruyordu: “Sanatkârın hiç olmazsa bugünkü sanatkârın vazifesi, kendi yurdunda işsizlikle, dilencilikle, haksızlıkla, istismarcılıkla mücadeledir.” diyordu. Sait Faik duyarlılığı budur; haksızlıklara, adaletsizliklere dikkat çeken, insan sevgisi üzerinde temellenen; toplumun kıyısına itilip ötekileştirilen ve sömürülen insanların bireysel dramlarını dillendiren öyküler yazmak. Sait Faik bireyden topluma açılan, birey-toplum diyalektiğini benzersiz insan sevgisiyle bütünleştiren bir öykücüdür; bir dava adamı olmaktan çok; duyarlı, incelikli bir sanatçıdır. Naim Tirali’nin 22 Mart 1947 tarihli Son Saat’teki yazısında belirttiği gibi, “Onun hikâyelerinde, ülkemizin köyünü, kentini, insanlarını, özellikle de kentlerde yaşayan işsiz güçsüzleri ya da geçim derdindeki küçük esnafı, balıkçıyı, boyacıyı, çımacıyı buluruz.”
Sait Faik nasıl bir dünyanın özlemini duyduğunu, Havada Bulut adlı kitabı içindeki cümlelerinde açıklıkla dile getirmiştir: “Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin, bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya.
Sevilmeye layık, küçük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıkla otellere götürmediği, her genç kızın namuslu bir delikanlı ile konuşabildiği, para için namus, ar, haya, hayat, gece, gündüz satılmadığı bir dünya… Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… Kafanın, kolun, çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye selâhiyetler kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya…”
Görüldüğü üzere Sait Faik’in tahayyül ettiği, özlem duyduğu dünya adil ve güzeldir; sanatçının duyarlı yürek atışlarının hissedildiği, son derece özgür, aydınlık bir dünyadır bu…
Naim Tirali aynı yazısında Sait Faik ve Medarı Maişet Motoru hakkında şunları da söyler: “Sait Faik’i ilk kez Servetifünun-Uyanış İdarehanesinde görmüştüm. O günlerde Medarı Maişet Motoru adlı romanını bastırıyordu. Bu kitabı, vitrinlerde birkaç ay kaldıktan sonra ortadan kayboldu. Başına gelenler hakkında Necip Fazıl Kısakürek geçenlerde şunu anlatmıştı: Adamın birini geçenlerde Emniyet Müdürlüğünde alıkoymak gerekmiş. Girdiği karanlık odada, şöyle uzanacak bir yer ararken, köşede yığınla kitaplar durduğunu fark ederek, üstelerinde sabahı etmiş. Gün ışıyınca da, gece kendisine yataklık eden kitaplardan bir tekini alıp bakınca ne görse beğenirsiniz? Medarı Maişet Motoru.” Naim Tirali romanın neden toplatıldığını bilen olmadığını ama Sait Faik’e çoğu zaman solculuk isnat edildiğini belirtir. “Roman bu yüzden toplattırılmış olabilir.” diyen Tirali, yazarın solculuğunu sorgulayarak, “Sait Faik bir dava, bir savaşım hikâyecisi değildir ki, sağcı, solcu ya da bilmem neci olsun” sözleriyle bu konudaki kanaatini dile getirir.
Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı’nın Cumhuriyet Dönemi bölümünde yer alan “Sait Faik Duyarlığı” başlıklı yazısında benzer tespitlerde bulunur: “Kişileri sınıfsal özelliklerinin insanıdırlar. Bu özelliklerinden ötürü yer yer emek-hak-sömürü bağlamında başkaldırırken görürüz onları. Sömürüye, haksızlığa, zorbalığa dayanan bir düzenden ötürü… Sait Faik’in yaşadığı dönemin belirgin özelliklerini simgeleyen tabandaki insanlara bakarken, duyarlığının bu temel düşünüyle hareket kazandığını söyleyebiliriz. Hastalar işsizler, işinden olmuşlar, işçiler, balıkçı teknelerinde süngü ucunda yaşayanlar, yalnız kalmışlar, insandan sayılmayanlar, vücutlarını satan kadınlar, Çöpçü Ahmetler Sait Faik duyarlığına sevilmeye hak kazanmış yanlarıyla yansırken çıkarcılar durumlarının pislikleri içinde verilirler. Denebilir ki egemen sınıftan kişiler karşısında genellemeler yaparak çoğulu düşündürmeye özen gösterir Sait Faik. (…) Bakarsınız, tek tümceyle, bakarsınız bir tamlamayla ya çıkarcılıkla savaşma ışığı akar içimizde ya gelecek günlere umut sevinci ışıtır. Ya da ezilen bireyin yaşamından kesitler sergiler.”
Medarı Maişet Motoru’nu yıllar sonra yeniden okuduğumda yine o unutulmaz Sait Faik öyküsü tadını aldığımı, şiirsel bir dil üzerinden ifade edilen doğa betimlemelerini ve birbiri içinde ilerleyen, çoğalıp genişleyen insan hikâyelerini büyük bir ilgi ve hayranlıkla okuduğumu belirtmek isterim. Medarı Maişet Motoru roman kurgusunun bütünsel yapısından çok, birbiri içinde ilerleyen ve çoğalan insan hikâyelerinden ve bu hikâyelerin birbirine örülmesinden ya da teyellenmesinden oluşan “bir hikâyeler toplamı” olarak dikkat çekiyor. Anlatılan, dile getirilen hayatların ilginçliği, sıra dışılığı; kişilerin karakter özelliklerinin farklılığı üzerinde ilerliyor metinler.
Medarı Maişet Motoru’nun kurgusal yapısı; anlatılan her bir hikâyenin tam anlamıyla bitip sona ermeyişi dolayısıyla “insan yaşadıkça hikâyesi de devam eder” düşüncesini oluşturuyor zihinlerimizde. Hikâyelerdeki insanların hayatları ya rastlantı sonucu ya da aynı mekânda yaşıyor olmaları dolayısıyla birbirleriyle buluşuyor; birbirlerine bir ya da birkaç noktada dokunan bu hayatlar ve hayat hikâyeleri, metin içinde örgülenerek romanın içyapısını, kurgu dünyasını oluşturuyor.
Fethi Naci de Medarı Maişet Motoru’nu “hikâyeler toplamı” olarak değerlendirmiş ve onu tam anlamıyla roman türüne dâhil etmemiştir. Yazarın ikinci romanı Kayıp Aranıyor’un ise karakterlerin başarılı çizimi ve kurguya gösterilen özen bakımından Medarı Maişet Motoru’nun taşıdığı eksikliklerden uzak olduğunu belirtmiş ve bu romanını daha başarılı bulmuştur. Medarı Maişet Motoru’nda, karakterlerden özellikle Hikmet’te bir deniz insanının özelliklerini vermeye dikkat eden Sait Faik, diğer kahramanlardan Melek, Ali Rıza, Fahri… gibi farklı kişiler üzerinden Adalar insanını, yoksulların hayat mücadelelerini, yer yer düştükleri zor ve acınası durumları ilgi çekici bir anlatımla dillendirmiştir. Kısaca diyebiliriz ki Sait Faik, Medarı Maişet Motoru’nda merkezi Burgazada olan mekânda ve İkinci Dünya Savaşı yıllarının egemen olduğu bir zaman diliminde sıradan hayatların zorluk ve yoksullukla dolu dünyasını hikâye etmiştir.
Burgazada’nın yanı sıra Hayırsız Ada, Kaşık Adası gibi adalar, romanın diğer mekânlarını oluşturur. Ayrıca Galata, Beyoğlu, Köprüaltı çevresi de romanın eksenini oluşturan mekânlar arasında yer alır. Bütün bu mekânlar, içinde yaşayan insanlarla birlikte toplumsal ve felsefi açıdan bir anlam ve değer kazanır. Romanın son bölümünde Hikmet’in Kaşık Adası’nda bekçilik yapması, bu insansız adada yapayalnız yaşamakta zorlanması; şehirde rastlayıp acıdığı yoksul, kimsesiz ve işsiz birkaç kişiyi Kaşık Adası’na getirip onlarla birlikte yaşamak istemesi, romanın en dikkate değer sayfalarını oluşturuyor. Çünkü insansız bir ada gerçekten anlamsızdır; boş adaya anlam kazandıracak olanlar insanlardır; onların varlığı, nefesi ve hayat titreşimleridir.
Metinde anlatılan insanların bir kısmının Rum, Ermeni, Musevi gibi azınlıklardan olması; Türklerin ve azınlık gruplarının bir arada ve kardeşlik bağlarıyla yaşamaları; birbirlerini diğerlerinden farklı görmemeleri, yazarın derin insan sevgisinden, hümanizminden ve hayatın odağına insanı alan yaklaşımından da kaynaklanır. Burada, ada halklarını birleştiren asıl unsur, neredeyse hepsinin yoksul ve dar gelirli insanlar olması; çoğunun balıkçılık ve denizcilikle uğraşmalarıdır. Sait Faik, Burgazada balıkçılarının yaşama tarzlarını, gözüpeklikle deniz ve fırtınalarla mücadele etmelerini; ekmeklerini bin bir zahmetle denizden çıkarmalarını o sevgi dolu şiirsel diliyle ince ince anlatır. Sadece Hikmet’inki değil, balıkçı motorlarının her biri birer “medarı maişet motoru”dur. Hayat onlar sayesinde kazanılır; geçinmek için gereken her şey, denizden çıkarılan balık ve diğer deniz canlılarının satımıyla gerçekleşir.
Atilla Özkırımlı, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi’nde, Medarı Maişet Motoru (Birtakım İnsanlar) hakkında şu tespitlerde bulunur: “Birtakım İnsanlar, belki bir roman sayılamaz, ama yaşama sıkı sıkıya bağlı, insan sevgisiyle dolu Sait Faik öyküsünün bütün belirgin özelliklerini taşır. Yapıt, yazarının yaşadığı çevrelerin, tanıdığı insanların, genellenirse belli bir toplumsal katın başarılı bir kesitidir.”
Medarı Maişet Motoru’nun dört bölüme ayrılan metni incelendiğinde her bölümde birbirinden bağımsız insan öykülerinin yer aldığı görülüyor. Birinci bölümde Ali Rıza’nın Burgazada yaşamı, kızı Melek’le, oğluyla ve evlat edindiği Hikmet’le sürdürdükleri yoksul yaşam bütün ayrıntılarıyla resmediliyor. Ali Rıza bir zamanlar mevki sahibi bir memurken, tuhaf bir hastalık nedeniyle yaşadığı zihinsel sorunlar ve kafa karışıklığı yüzünden işinden ayrılmış ve daha sonra tüm mal varlığını yitirerek kendini alkole kaptırmış talihsiz bir adamdır. Ara sıra adadaki evlerin lağım çukurlarını temizler; bu işten alay ve aşağılamayla söz edildiğinde şiddetle karşılık verir. Kızı Melek’i berber Dimitro’nun yanına çırak olarak veren Ali Rıza, Melek’in bir gün dükkân açıp para kazanarak kendisine bakacağı hayalini kurar. Aile zor ve sağlıksız şartlarda yaşamaktadır; oturdukları bodrum katının kötü ve karanlık bir mahzenden farkı yoktur. Ali Rıza, Melek’in çalışıp para kazanmasının, durumlarını biraz olsun düzelteceğini ummaktadır. Ali Rıza’nın küfürbaz, ayyaş, paragöz, savruk, çıkarcı bir adam olarak görünmesine rağmen, bir zamanlar sokakta bulduğu kimsesiz Hikmet’i evlat edinmesi gibi olumlu yönleri takdir edilesidir. Sait Faik insanların tümüyle kötü olmadığına, her insanda iyi yönlerin de bulunduğuna dair sarsılmaz inancını bu romandaki kişilerin çoğuna uyarlamıştır. Romanın bir yerinde, anlatıcısı aracılığıyla şöyle konuşur: “İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz.” (s.21)
Bu bölümde Berber Dimitro’nun, Hikmet’in yanında motorcu muavini olarak çalıştığı Medarı Maişet adlı motorun kaptanı Ruhi’nin, çırak Tahsin’in ve diğer motorcuların ekmek kavgası ve geçmiş yaşantıları ayrı ayrı ve birbirine eklenen öyküler dolayımında anlatılır. Hikmet’in, Melek’e gizli bir sevgisinin olduğu da satır aralarında sezdirilir.
Hikmet bir gün Kaşık Adası’na çıktıklarında eski günlerine döner, çocukluğunda arkadaşlarıyla birlikte buraya gelişlerini hatırlar. Bu sahne Hikmet’in ağzından aktarılır; yazarın sesinin arka planda duyumsandığı üçüncü kişi anlatımı yerine, birinci kişi anlatımı Hikmet aracılığıyla metnin içinde devreye girer. Sait Faik böylece anlatımda monotonluğu kırmış, metin içi anlatıya yeni boyutlar kazandırmış olur. Hikmet’in anlattıkları, çocuk dünyasının hayalleri ve rüyalarıyla dolu, yarı fantastik bir ada âlemidir. Kaşık Adası’nın tarihinden, eski Portekizli denizcilerden arta kalan bir düş dünyası içinde eriyen gerçeklik, çocuk düşleriyle yepyeni boyutlar kazanır. Sade insan, saf çocuk olmanın güzelliği, harikulade bir sevgi içinde çoğalarak var olur. Bu güzel düşler, bir kış mevsimi sonunda çocukların büyüyüp masumiyetlerini yitirmeleriyle, çocukluktan yetişkinliğe geçişin o kendini beğenmiş halleriyle, toplumsal kimliklerin çocukluk ışıltısını perdelemesiyle yok olup gider.
İkinci kısımda başka hayatlara açılmaya başlarız. Bütün kurmacalar dünyası böyle değil midir? Başka insanların hayatlarını yaşamak, o hayatlarda kendi sınırlı benliğimizi ve sıradan hayatlarımızı aşmak… Sait Faik’in bu romana alternatif ad olarak Birtakım İnsanlar’ı seçmesi anlamlıdır; çünkü Medarı Maişet Motoru baştan sona “birtakım insanların” ve “birtakım hayatların” balık ağı gibi örülmüş hikâyelerinden oluşmaktadır. Romanın son bölümünün adının Birtakım İnsanlar oluşu da dikkate değer bir durumdur.
Romanın ikinci kısmında bambaşka kişiler tanırız. Mekânlar değişmiş; Adalar ve İstanbul’dan daha çok Adapazarı çevresinin yerel ve kırsal güzellikleri metne dâhil olmuştur. Bu bölümde üniversite öğrencisi Fahri’yi; İstanbul’un Maçka semtinde bir apartman katında birlikte yaşadığı ailesini yakın plandan görürüz. Başka hayatlara iyice açılmaya, öncekilerden bağımsız ilerleyen bir hikâye kurgusunun içine dâhil olmaya başlamışızdır artık. Başka “birtakım insanlar”la baş başa kalırız bu bölümde.
Yetişme çağındaki Fahri’yi yaz tatili gelince bir süreliğine amcasının yanına gönderme kararı alan anne ve babası, böylece Fahri’nin, çevresinde bulunanlara yönelik herhangi bir hatalı davranışını önleyebileceklerini düşünmüşlerdir. Çünkü evdeki “küçük hizmetçi kız ile Fahri arasında garip şeylerin geçtiğini” hissetmiştir Fahri’nin annesi Lâmia Hanım. Hizmetçi Zehra’yı, ona âşık olan kapıcı Arslan’la baş göz ederek tehlikeyi savuşturmaya kararlıdır: “Lâmia Hanım oğlunun dürüst, garip halinden korkuyordu. Şayet küçük bir kaza vuku bulursa -Allah göstermesin- hizmetçi kızı almaya kalkardı. Hizmetçi olarak sevdiği bu kızı gelin olarak görmektense… Böyle bir ihtimal dahi Lâmia Hanım’ı iliklerine kadar üşütüyordu.” (s.64) şeklindeki ifadelerle saydamlaşan Lâmia Hanım’ın zihninde ve iç dünyasında, sosyal farklılığın derin izlerini, aşılmaz duvarlarını net olarak görebiliriz. Böylece, bir süreliğine evden uzaklaştırılan Fahri, tatilini amcasının yanında geçirmek üzere yola koyulur.
Bu kısımda asıl olarak Fahri’nin İstanbul’dan Adapazarı’na yolculuğu ve bu yolculuk sırasında karşılaştığı kişilerin hikâyeleri yer alır. Fahri’nin yolculuğu aynı zamanda kendi iç yolculuğuyla paralel ilerler. Yol boyu, Fahri’nin hatırladığı bir define hikâyesi, Nuh adlı bir yeraltı adamının dünyası anlatılır. Bu arada Fahri’nin karşılaştığı Dalgıç Ragıp ve onun anlattığı oldukça meraklı, ilginç ve renkli bir düşsel hikâye de devreye girer: Deniz altındaki âlem, batık gemiler, buralarda saklı altınları bulma serüveni… Denizin altı, uzak kıyılar Dalgıç Ragıp’ın birinci ağızdan anlatımıyla inanılmaz bir güzellik kazanır. Hikâyeler iç içe geçer ve bir sarmal oluşturur. Kompartımandaki yolculuk süresince, hayatları Fahri’nin hayatıyla kesişen insanların serüvenleri içinde yol alırken Sait Faik’in yarattığı birbirinden farklı, ilginç ve renkli karakterleri tanıma olanağı buluruz.
Sait Faik bu kısımda, kahramanı Fahri aracılığıyla kendi hayat ve roman anlayışını dillendirir gibidir: “Fahri uyumadan evvel bu küçücük seyahatten aldığı intibalarla bütün hayatının birtakım birbirini ancak tutar küçük sahnelerden ibaret olduğunu sandı. Hayatında bir devam, nasıl bir roman içinde vaka başlar biterse, bir nevi bir başlayış, bitiş olmadığını fark etti. (…) Acaba bütün insanların hayatı da bu şekilde birtakım kopuk, yarım şeritlerden mi ibarettir? Romanlarda olduğu gibi bir başlangıç, bitiş arzu ediyordu. Her yarım şey yahut her bütün fakat az şey, onda inkisarlar, hüzünler yaratıyordu. Fakat yine de düşündü ki bu yarım şeylerdir ki ona yeni yeni yaşamak hamleleri vermiştir. Fakat ne de olsa Fahri bir maceranın, bir romanın, başlayıp biten bir vak’anın içine kendini atmak istiyordu.”(s.102-103) “Bir romanın bütünlüklü yapısı, acaba hayata ne kadar benzemekte, hayatın ne kadarını karşılamaktadır,” diye düşündürür bizi bu satırlar. Çünkü hayatın içinde kaynaşan insan hikâyeleri kesintilidir; bütünlüklü değil, parçalar halindedir. Parçalı, kısa hikâyelerin birbiriyle kesişmesi ve ayrışmasıyla akıp gider var olan her şey. Hayat, nereden bakarsak bakalım, ucu açık insan hikâyeleriyle çoğalıp genişleyen bir gerçekliktir. Fahri, sanki Medarı Maişet Motoru’nun parça parça ve birbirinden bağımsız insan hikâyelerinden oluştuğunun farkındadır; bu bilinçlilikle, okuduğumuz metne atıfta bulunur gibidir. Elbette, belli belirsiz görünen bu bilinçlilik hali ona metnin yazarı tarafından kazandırılmıştır.
Amcasının yanındayken Fahri’nin günleri gezmek ve hayal kurmakla geçer. Araya, uzaktan uzağa sevdiği bir kıza yazdığı mektuplar girer. Bu mektuplar içtenlikle yazılmıştır ama yanıtları gelmez. Sevdiği genç kız, duygularından emin olamadığı için ona yazmaktan çekinir. Fahri’nin günleri yalnızlığın koynunda geçip gider. Bir kır gezisi sırasında, akarsu kenarında yalnız ve aylak bir yaşam sürdüren Fahrettin Asım’la karşılaşır. Aralarındaki kitap ve düşünce dostluğu giderek güç kazanır. Fahrettin Asım her şeyi sorgulayan; toplumun aksaklıklarını, ikiyüzlülüğünü, adaletsizliğini, sömürü mekanizmasını eleştiren genç bir adamdır. Bir gün Fahri’ye, köyün birinde öğretmen olduğunu, yazları buralara, su kenarına gelip özgürce yaşadığını açıklar. Bu bölümde anlatılan insanların en farklı olanı Fahrettin Asım’dır. Onun, sosyal adalet isteyen, sömürüyü ve sınıf farklılıklarına dikkat çeken bazı cümlelerinin sansürlenmiş olduğunu öğrendiğimizde, romanın en dikkate değer karakterlerinden birinin Fahrettin Asım olduğu sonucuna da ulaşırız.
Medarı Maişet Motoru’nun İş Bankası Kültür Yayınları tarafından gerçekleştirilen en yeni edisyonunda (2014) kitabın üzerinde yıllardır süren sansürün kaldırıldığı ve “tehlikeli” bulunup çıkarılan kısımların koyu harflerle verilerek yapıtın eksiksiz halde sunulduğu belirtiliyor. Kitapta koyu yazılmış (sansürlenip çıkarılmış) cümlelerin izini sürdüğümüzde bunların önemli bir kısmının hikâye kahramanı Fahrettin Asım’a ait olduğuna tanık oluyoruz. O dönemin yönetimince en korkulan ve yasaklanan düşüncenin “sosyal adalet” fikri ve dolayısıyla sosyalizm olduğunu öğrenmiş oluyoruz aynı zamanda.
İşte Fahrettin Asım’ın sansürlenip kitaptan çıkarılan bir iki cümlesi: “Bir insanı yanında uşak gibi kullandıracak her işten sakın! İnsanoğlu birbirinin uşağı değildir, olamıyor.” (s.109) Kitabın ilk bölümünde sansüre uğrayan (koyu yazılan) başka bir cümleyi de burada belirtme gereği duyuyorum. Ali Rıza kızının berberlik yapacağı günleri hayal ederken şöyle düşünüyor: “Bir nargile, sırmalı bir uzun marpuç, sonra belki ilk defa bir Türk berber kızının babası olacak. Kendisini şimdiden geniş, hür fikirli bir adam gibi görüyordu.” (s.9) Demek ki “geniş ve hür fikirli olmak” sakıncalı ve yasaklanası bir durumdu o yıllarda!
Sait Faik, yasaklamalar konusunda oldukça hassas bir insandı. Onun, yasaklara dair düşüncelerinin bir kısmını Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabı içinde yer alan Çarşıya İnemem öyküsünde buluyoruz: “Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebaanın devletine, belediyenin hemşerisine, hemşerinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar!.. Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamasak yasaksız yaşayamazdık. Halbuki hayvanlar, hele ehlileri, yasaksız ne de güzel yaşıyorlar. Hafif, cilve gibi, o da boğaz derdinden doğan zırıltılardan başka, gel keyfim gel, yaşamıyorlar mı? Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvandır da diyebiliriz. Mikroplar bile yasak değil mi? Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır. İnsanlar birbirine yasaktır.” Sait Faik’in yasaklar hakkındaki düşüncelerini ironik bir biçimde dile getirmiş olduğunu da görüyoruz böylece.
Romana dönecek olursak, Fahri bir süre sonra tatilini geçirdiği Adapazarı çevresinden ayrılacaktır; amcası da onun hasta olduğunu ve sık sık ateşinin çıktığını görünce telaşlanmıştır. Üçüncü kısımda anlatının odağı Fahri’den Melek ve çevresine kaydırılır yeniden. Melek küçük ve hoş bir berber dükkânı açmıştır; bu dükkânı açmak için epeyce masraf etmiş, biriktirdiklerini harcamıştır. İlk günden itibaren canla başla çalışarak ailesine katkıda bulunmaya gayret eden Melek’in dünyası, hastalandığı için Burgazada’ya hava değişimine gelen Fahri ile karşılaştığında altüst olur. Melek, Fahri’yi gerçekten sever; Fahri de onun ilgisi ve sevgisinden hoşnuttur. Melek’e sevgisinden pek emin değildir aslında; Melek’i, o yanında olduğu zaman sevdiğini kendi kendine itiraf eder.
Fahri’nin çok hastalanıp ateşlendiği bir gece, sabaha kadar yanında kalarak ona bakan, alnına sirkeli bezler koyup onu iyileştirmeye çalışan Melek’in, Ada halkı, özellikle yakın çevresindeki esnaf tarafından kınandığını, genç kızın mahalle baskısına uğradığını, konunun “namus meselesi”ne dönüştürüldüğünü okuduğumuzda Ada insanının genç kıza karşı bu denli anlayışsız ve acımasız oluşunun arka planını anlamakta hayli zorlanırız.. Çam ağaçlarının altında baş başa görülen kimi genç âşıklar anlayışla karşılanmakta, ama sevdiği delikanlıya yardım amacıyla bir gece odasında kalan Melek, namusu kirlenmiş bir kız olarak görülmekte; dedikodular ayyuka çıkmaktadır. Hem babası Ali Rıza hem üvey ağabeyi Hikmet toplum baskısından bunalarak Melek’e çok kötü ve kaba davranırlar. Ali Rıza büyük bir öfkeye kapılır ve elindeki keserle Melek’in dükkânındaki eşyaları paramparça eder. Bunun üzerine Melek, Ada’dan kaçar; Beyoğlu taraflarında bir berberde çalışmaya başlar. Hikmet, fırtınalı bir gecede sandalla denize açılır ve intihar edercesine sandalı dalgalara bırakır. Metnin bu bölümünde, fonda hafiften yazarın sesini duyduğumuz üçüncü kişi anlatımının yanı sıra Fahri’nin günlüklerinin de metne dâhil edilmesiyle birkaç sayfa süren birinci kişi anlatımına yer verildiğine, böylece olay akışına canlılık ve derinlik kazandırıldığına tanık oluruz.
Romanın dördüncü bölümüne üç serserinin (Mustafa, Recep, Hasan) ve bir sokak kızı olan Marika’nın öyküsü de eklenir. Birtakım İnsanlar adını taşıyan bu bölümde, Melek’in kendi izini kaybettirmeye çalışması, Fahri’nin ölümü; Hikmet’in Kaşık Adası’na bekçi olması, sefil ve kimsesiz oldukları için merhamet edip Kaşık Adası’na aldığı kişilerin (Mustafa, Recep, Hasan) gizlice diğer adalara gidip dokuz köşkü soymaları yüzünden zor durumda kalması, masum olmasına rağmen kendisinin de ceza alarak hapse girmesi gibi zor ve üzücü olayların akışını izleriz..
Hikmet bir süre sonra hapishanede üvey babasıyla karşılaşır. Ali Rıza ayyaşlık ve serserilik nedeniyle hapse düşmüştür. Bilerek ve isteyerek bazı suçlar işlemiş, böylece hapiste karnının doyacağını düşünmüştür. Ali Rıza’ya göre bedava ekmek vardır orada. Ali Rıza bir yerden gizlice esrar bulmuştur. Hikmet’le ikisi koğuşta esrar dumanlarına boğulur; hayali bir âlemin içine dalıp giderler. Hayaller, sanrılar ve rüyalar içinde Medarı Maişet motorunun battığını gören Hikmet, yavaş yavaş kendine gelmeye, hayata yeniden tutunmaya çalışır…
İnsanın geçim derdinin simgesi olan “medarı maişet motoru,” bütün ağırlığıyla kişilerin hayatı üzerine çöker roman boyunca. Aile dağılmış, herkes başka yerlere savrulmuştur ama insanın geçim kaygısı bitmemiştir; yanı sıra güzel günlere dair umudu, hayalleri ve özlemleri de…
İnsanı/ insanımızı daha yakından tanıyabilmek; toplumsal süreçlerin bireylerdeki etkilerini daha derinden hissedebilmek için daha fazla Sait Faik okuması yapmak gerekiyor bence. Onun eserleriyle soluk almayı sürdürdükçe, içimizden yükselen insan sesinin güç kazandığını fark edecek; o ölümsüz sayfalarda edebiyatın temiz ve aydınlık vicdanını keşfedeceğiz.