"Mustafa Balbay Tek Partinin aydınlar ve yazarlar üstündeki baskısını edilginleştirmek istediği kitabında Sabahattin Ali’yi adeta Çankaya sofralarının müdavimi bir yazar gibi göstermiş. Dipnotsuz ve kaynakçasız bu kitabını Sabahattin Ali’yi anlatmak için değil, Kemalistlerin resmî anlatıyı sarsabilecek olası sorularına önden cevap vermek için yazmış gibi..."
05 Ağustos 2021 15:00
Tarihin tekerrür edip etmediği hep tartışılmıştır ama Sabahattin Ali’nin Varlık dergisinin 1 Ağustos 1935 tarihinde yayımlanan 50. sayısındaki şu sözlerini –aradaki üç yaşlık farkı hesaba katmazsak– tırnak içine almadan kendi sözlerimmiş gibi söyleyebilirim.
“Şöyle bir göz gezdirdim, sonra hayret içinde başından sonuna kadar ve dikkatle okudum. Bu yaşıma kadar (28 yaşındayım) birçok yanlışla dolu kitaplar okumuştum, fakat bu kadar hatanın bir yere toplanabildiğine ilk defa rast geliyordum.”[1]
Yazıdan anladığım kadarıyla, pek kimseye nasip olmayacak uzunlukta bir titre sahip olan “Maarif Vekâleti Millî Talim ve Terbiye Heyeti âzasından, Gazi Terbiye Enstitüsü Muallimi” Mehmet Saffet, bu hataları bilgisizliğinden ötürü yapmış. Bana yukardaki satırları düşündürten kitap ise gazeteci Mustafa Balbay’ın Pes Etmeyen Kalem Sabahattin Ali[2] biyografisi oldu. Mehmet Saffet ile Mustafa Balbay arasındaki fark ise bilinçlilikten kaynaklanıyor. Mehmet Saffet bilmediğinden veya eksik, yanlış bildiğinden ötürü böyle bir yazı yazarken, Mustafa Balbay adeta hamuru gönlünce yoğurup fazlalık gördüklerini atarak ve kimi yerlerin üstünü iyice kapatmaya çalışarak okuyucuya yepyeni bir anlatı sunuyor.
Kitabın içine girmeden önce kapağa bakalım. Ölümü çağrıştıran karanlık bir kapağın içinden bize bakan Sabahattin Ali’nin bir fotoğrafı. Fotoğrafın üstünde kelimeler beyaz sıralandığı için Ali’nin yüzü ve fotoğraf belirginleşiyor. Anlıyoruz ki, yazısız bir hayat Sabahattin Ali için mümkün değildir. Pes Etmeyen Kalem kitabın üstbaşlığı. Altında daha iri puntolarla Sabahattin Ali’nin adı yazılmış. Hemen altında da Balbay’ın adı yazılı. Böylece üst başlık ikisini de niteler gibi görünüyor. Mustafa Balbay da “pes etmeyenler” arasındaki yerini alıyor.
Bir kitabın adı her zaman önemlidir, okuyacağımız metne dair bize bir şey söyler. Oysa burada öyle değil. Mustafa Balbay, Sabahattin Ali’nin neden “pes etmeme” ihtiyacı duyduğunu bizden saklamak istiyor. Bunun yegâne sebebi, Sabahattin Ali’nin son yıllarda önüne geçilemez şöhreti. Başta Kürk Mantolu Madonna olmak üzere kitapları senelerdir çok satanlar listesinden inmiyor. Sürekli yeni baskıları yapılıyor. Şiirlerinden uyarlanmış şarkıları –“Leylim Ley”, “Melankoli”, “Aldırma Gönül”…– yediden yetmişe herkes ezbere okuyor. Ama biraz eşeleyince, karşımıza Tek Parti döneminin en korkunç cinayetlerinden biri çıkıyor. Edip Akbayram konserinde şarkıya “Dışarda deli dalgalar / Gelip duvarları yalar” diye canı gönülden eşlik eden insanlar, “Şu duvarlar neresiymiş?” diye sorsalar bütün tılsım ânında yok olacak. Balbay bize öyle bir Sabahattin Ali anlatmaya çalışıyor ki, bu soruyu soran Kemalistler kitabı okuduklarında ikna olsunlar.
Bu amaç doğrultusunda daha kitabın ilk dört bölümünde okuyucuyu eline almaya çalışıyor. Bölümlerin isimleri şöyle: “Balkan Savaşı’nın Bebeği”, “Çanakkale Savaşı’nın Çocuğu”, “Kurtuluş Savaşı’nın Öğrencisi”, “1927’de Yozgat’ta İlk Öğretmenlik”. Bu sonuncusunu herhalde “Cumhuriyet’in Öğretmeni” diye okumamız gerekiyor.
Balbay’ın Sabahattin Ali’yle yer yer özdeşlikler kurduğunu görüyoruz metinde. Meğer Balbay, Nazilli Yenimahalle Ortaokulu’nda okumuş, Sabahattin Ali’nin adını da ilk kez orada duymuş. Kuyucaklı Yusuf’u okumuş. Malum, Kuyucak, Nazilli’ye bir taş atımı mesafede. Daha önsözde şöyle diyor: “Gerçekleri cesurca yazması, Markopaşa gazetesini çıkarması…” (s. 11)
Kitabın adıyla birlikte düşününce “pes etmemek” ile “gerçekleri cesurca yazmak” örtüşüyor. Demek ki ülkede yanlış giden bir şeyler olmalı. Balbay bunu yapmanın yolu olarak cümleleri edilgenleştirmeyi ve böylece özneleri muğlaklaştırmayı seçmiş. Bir de tabii ki, “Ebedi Şef iyi, etrafı kötü” teranesini dillendirmiş: “Atatürk sonrası Türkiye’nin yol ayrımlarında tek kişilik ordu gibi düşündüklerini cesurca yazdı.”(s. 13) Bir insanın “düşündüklerini” ya da “gerçekleri” ifade etmesi neden “cesaret” gerektirsin ki?
Aslında tabii ki cesaret gerektiriyordu. Tek Parti döneminde resmî anlatıdan farklı bir tez öne sürenlerin başına neler geldiğini biliyoruz. Refik Halit’ten Halide Edib’e, Yakup Kadri’den Nâzım Hikmet’e, Sertellere ve tabii Sabahattin Ali’ye… Listeyi daha da uzatmamız bile mümkün. Sürgün, hapishane ve ölüm arasında tercih yapmak zorunda kalmış birçok isim karşımıza çıkıyor. Resmî anlatıya ters düşenlerin kaderi Tek Parti döneminden sonra da genellikle hiç değişmedi. Sabahattin Ali’nin çevresindeki isimlere bakalım. En yakınlarında şu isimleri görüyoruz: Zekeriya ve Sabiha Sertel, Pertev Naili Boratav, Mehmet Ali ve Adalet Cimcoz, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin… Hepsi Tek Partinin gadrine uğramış, payına düşeni almış.
Mustafa Balbay bu kitabıyla resmî tarih anlatısı içine makbul bir Sabahattin Ali yerleştirmeye çalışıyor. Tabii bu çaba, elma reyonundaki kuşkonmaz gibi göze batıyor. Bazı tuhaf iddialar öne sürüyor:
“Serteller Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 1924 yılında Resimli Ay adlı bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Dergi Cumhuriyet’i, devrimleri güçlendirmek, Mustafa Kemal’in başlattığı tam bağımsızlık hareketinin ileri götürülmesine katkı sağlamak amacıyla kurulmuştu.” (s. 38)
Şimdi, buradaki her şey yanlış. Demek Resimli Ay, Cumhuriyet devrimlerini güçlendirmek için kurulmuş… “Güçlendirmek” önemli bir terim burada, çünkü sadece olan bir şeyi güçlendirebilirsiniz. Oysa 1924’te hangi devrimleri güçlendirmek için kurulmuş olabilir Resimli Ay? Girilen “devrimler ortamına” entelektüel bir katkı sağlamak amacıyla kuruldu, dese bunun bir karşılığı olacak ama orada da başka sorular sormamız lazım. Eğer bir süreçten bahsediyorsanız bunu güçlendiremezsiniz. Ona katkı sağlayabilirsiniz, onu destekleyebilir, hızlandırabilir, durdurmaya çalışabilir veya sağa-sola çekiştirebilirsiniz. Ama inşa halindeki bina güçlendirilemeyeceği gibi, daha başlamamış ve toplumdan tepki almamış devrimler de güçlendirilemez.
Mehmet Fatih Uslu yüksek lisans tezini Resimli Ay üstüne yapmış. Şöyle diyor:
“Resimli Ay, edebi ürünlere de yer veren, uzun erimli ilk popüler dergiydi. Yayımlanan makalelerin çoğu (…) Sovyetlerden dönmüş olan Nâzım Hikmet’in sosyalist bakış açısı doğrultusundaydı.”[3]
Resimli Ay’da yazan isimlere baktığımızda rejimle pek de uyuşamadıklarını görürüz. Zaten sosyalist olduğunu söyleyen bir derginin kuruluştaki hedefinin “Mustafa Kemal’in başlattığı tam bağımsızlık hareketinin ileri götürülmesi” olduğunu söylemek tuhaf. Ama daha tuhafı, Resimli Ay’daki isimlerin başına gelenleri görmezden gelmek. Hangisinin rejimle arası iyi gitti? Hangisi uyuşabildi? Ama Mustafa Balbay bu soruların üstünü örtüyor. Bakınca, Serteller, Nâzım, Sabahattin Ali falan bir araya gelmişler, Gazi Hazretleri’nin yanında konumlanmışlar, onu başbuğ bellemişler gibi bir anlam çıkıyor. Tek Parti rejimi devrimleri bu insanlarla güçlendirmediği gibi, hayatı onlara dar etti.
Nâzım’ın başına gelenleri, kaçmak zorunda kalışını, nasıl kaçtığını artık herkes biliyor. Sertellerin matbaası yağmalandı. Sabahattin Ali’nin üç hapislik sığdırdığı kısacık ömrü ise devlet eliyle işlenmiş bir cinayetle sona erdi. Bütün bu yaşananları Tep Partiyi vareste tutarak nasıl açıklayabiliriz? Ama kitabın yazılma amacı bu. Yeni bir örneğe bakalım. Sabahattin Ali hapse girmiş. “7 Ocak 1933’te yapılacak duruşmaya hazırlandı. Mahkemede her zamanki gibi başını dik tuttu, kendisini güçlü bir şekilde savundu.” (s. 47)
Cumhuriyet’in onuncu yılındayız. Tek Parti gücünün doruğunda. Kemalist devrimler bir bir hayata geçiriliyor. Halifelik kaldırılmış, kadınlara oy hakkı verilmiş, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurulmuş… Bir sene sonra, Recep Peker üniversitede İnkılap Dersleri’ni verecek. Bu ortamda mahkemeye çıkarılıyor Sabahattin Ali. “Savcı açısından ciddi bir durum vardı; ihbarda bulunanlar Konya’da tanınan, eli-kolu uzun insanlardı, ihbar konusu Mustafa Kemal’e hakaretti.” (s. 46) Peki ne demiş, kime demiş de hakaret sayılmış? Balbay bunu bize vermiyor tabii. Verirse tılsım bozulmaya başlayacak çünkü.
Sabahattin Ali’ye dair ilk biyografilerden birini yazan Asım Bezirci’nin böyle kaygıları olmadığı için şu Konya’daki hapislik hikâyesini bir de ondan dinleyelim, ama önce şiirden birkaç dörtlük vereyim:
Hey anavatanından ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
(…)
Cümlesi belî der enelhak dese
Hâlâ taparlar mı koca terese
İsmet girmedi mi hâlâ kodese
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
Sabahattin Ali “kimseye hakaret kastının olmadığı, alkolün alındığı bir akşam” bu şiiri söylemiş. Zaten Atatürk’ün adı da geçmiyormuş. Balbay’ın kitabında bu şiir geçmiyor, çünkü “koca teres” sözü bilinmemeli. Ezkaza biri sorabilir çünkü. O zaman da sırça köşke atılan taş misali, bir anda bütün anlatı tuzla buz olur. Asım Bezirci mahkemenin ardından Ali’nin “Cumhurbaşkanı’na ‘ima yoluyla hakaretten’ bir yıla hüküm” giydiğini yazıyor.[4] Temyize gidince iki ay daha ilave edilecek cezaya ve on dört aya çıkarılacak. Konya’dan Sinop’a götürülecek. Konya ve Sinop hapishanesinde geçirdiği günler, tanıdığı insanlar öykü ve şiirlerinde epey yer bulur. Ama ben bu yazıda işi biraz daha çetrefil hale getirmek istiyorum.
Cumhuriyet’in onuncu yılı için bir af çıkarılır. Ekim 1933’te birçokları gibi Sabahattin Ali de hapisten tahliye edilir. Ama o güne kadar öğretmenlikle geçinen Sabahattin Ali çıkınca ne yapacaktır? Üstelik hükümlü olmak istenmeyen biri olmayı da beraberinde getiriyor. Öğretmenliğe dönmek ister. Bunun için de çeşitli müracaatlarda bulunur. Görüştüğü isimlerden biri Maarif Vekili Hikmet Bayur’dur. “Tehlikeli fikirlere sahip olduğu” düşünüldüğünden öğretmenlik yapmasını uygun görmeyenler vardır. Bayur onların başında geliyordu ve encümenin kararına şerh koydu: “Eski zihniyet ve ruhî haletini değiştirdiği isabet olmadıkça istihdamı caiz değildir.” Devlet karşısında çaresiz kalan Sabahattin Ali ne yapacağını sormuş, Hikmet Bayur da değiştiğini yazarak ispatlamasını söylemiş. Varlık’ın 15 Ocak 1934 günkü sayısında Sabahattin Ali’nin “Benim Aşkım” başlıklı şiiri yayınlanır.
Sensin, kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin “ülkü” adıyla beynimde dimdik duran,
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran,
Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir diziye?
Hisler kambur oluyor döküldükçe yazıya.
Kısacası: Gönlümü verdim Ulu Gazi’ye,
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.[5]
Bu şiiri eğer tek başına verirseniz Sabahattin Ali’nin “Ulu Gazi’ye” nasıl bir hayranlık duyduğunu düşünebilirsiniz. Balbay bu şiiri burada değil de, kitabın sonundaki “Sabahattin Ali ve Atatürk” başlığında aktarıyor. Bir parantez açıp kitabın dizimine de değinmek istiyorum. Üç bölümden oluşan bu kitabın ilk bölümü çocukluktan Markopaşa’nın çıktığı 25 Kasım 1946’ya kadar sürüyor. İkinci bölüm, Markopaşa’dan başlayıp 48 Nisanı’ndaki cinayeti kapsıyor. Son bölüm ise aşklarına ayrılmış. Altmış sayfalık bu son bölümde Balbay’ın yazısı yok; sadece mektupları tarihlendirip sıralamış. Bir de Filiz Ali’yle mülakat yapmış. Ama kitap bu ek ile bitmiyor. Son bölüm “Sabahattin Ali ve Atatürk”. Böyle sıralayınca yemeğin sonunda gelen tatlı gibi, insanın ağzında da bu şiirin tadı ve bu iki karakter arasında bir sorun olmadığı anlaşılıyor. Meğer Sabahattin Ali’nin kapatılan dergilerindeki yazıları “Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık düşüncesiyle” örtüşüyormuş.[6] Kitap bu cümleyle bitince maksat hasıl oluyor, Sabahattin Ali adeta Gregor Samsa gibi, bir sabah Kemalist devrimlerinin kalemşoru olarak uyanıyor.
Herhangi bir belgenin bağlamdan koparılarak okunması çok yanlış sonuçlara yol açar. “Benim Aşkım” şiirini de bağlamı içinde değerlendirmezsek çok farklı bir sonuca varabiliriz. Balbay’ın iddialarının aksine, Sabahattin Ali’nin Tek Parti yönetimiyle ciddi bir sorunu olduğunu ilk öykülerinden başlayarak görüyoruz. Bu tutumunu da hep korumuş. Mesela 1945’te yayımlanan son kitabı Sırça Köşk’e adını veren öykü de bunların en başında gelenlerden biridir.
“Benim Aşkım” bir şiir değil. Türkiye’de devletin aydına neler ettiğini ve edebileceğini gösteren bir hezeyanname. Tek Parti döneminde yargı mekanizmasının hukukla falan bir ilgisi yoktu. Sabahattin Ali şiirinde “Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?” derken, İstiklal Mahkemeleri’nde yapılan korkunç işlere, verilen akıl almaz kararlara gönderme yapıyor. Şöyle düşünün, hapisten çıktığınızda devlet memuriyetine dönebilmenizin tek yolu bağışlanmanız ve bunu yapabilecek yegâne makam Cumhurbaşkanlığı. Onun yanında konuşlanmak, ona methiyeler düzmek, onu ışığa, güneşe, varlıklarının sebebine benzetmek birçok devletten geçinmeli şair için vakayı adiyeden sayılabilir.
Sabahattin Ali, kızı Filiz Ali ile.
Onur Atalay’ın Türk’e Tapmak adlı kitabında bu konuyu derinlemesine incelenir. Tek Parti döneminin “makbul” yazarlarının, şairlerinin yazdıklarından örnekler görürüz. Kimileri sevginin dozunu iyice yükseltip Gazi Hazretleri’ne adeta kul yazılmışlardır. Behçet Kemal’in şiirleri bu janrın en güzel örneklerini oluşturur. Bir tanesine bakalım, yeter.
Ne mi yapar! Bir insan… yeniden millet yapar.
İşte: bunun misali: ırkında, kendinde var!
Kör ve sağır göklerle niçin onu bir tutmak
Vaz geç mavi kubbeden, o mavi gözlere bak.[7]
Atatürk’ün ilahlaştırıldığı, Tanrı katına çıkarıldığı başka örnekler de veriyor Atalay. Yani Behçet Kemal tek örnek değil. Peki, aynı dönemlerde bir de Sabahattin Ali’nin yazdıklarına bakalım. Değirmen, Kağnı, Ses ve Yeni Dünya’da rastgele seçeceğimiz öyküler aradaki farkı göstermeye yeter.
Sabahattin Ali 1935’te “Kağnı” adlı öyküsünü yayınlamış. Bu öyküde bir cinayetin haberini bize vererek başlar: “Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşı’nda Sarı Mehmet’i vurdu.” Hüseyin, Muhtar Ağa’nın oğludur. Sarı Mehmet’in ise “ihtiyar anasından gayri kimsesi” yoktur. Sarı Mehmet’in babası savaşların birinden dönememiş askerlerden biri olabilir. Ekip biçtiklerinden ancak karınlarını doyurabilecek kadar para kazanırlar. Köyün ileri gelenleri Mehmet’in annesine gidip şikâyetçi olmamasını, olayın üstünü örtmesini, kimsenin Muhtar Ağa’nın oğlu için katil demeyeceğini, şahitlik yapacak kimseyi bulamayacağını söylerler. Mehmet’in çürümeye başlayan cesedinin üstünde sinekler uçuşmaktayken Muhtar Ağa “iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekâğıdı şeker” gönderir. Kadın düşünür, içi istemese de hak verir. Kasaba iki günlük yoldur, gittiğinde ekinleri sahipsiz kalırsa belki de sefaletten açlığa düşecektir. Gözü kesmez. Korkar. “Mehmet geri gelecek değildi, Mevlüt Ağa’yı düşman etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü. Onun için hep inkâr etti.”
Fakat Mehmet’in annesine sessizliğine rağmen kasabada pabuççuluk yapan, Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan Galip hemen jandarmaya ihbar eder. Jandarma köye gelir, herkesi sorgular, sonra mezardan cesedi çıkarır. Kadın, yaşarken rahat bırakmadıkları oğlunun ölüsüne de rahat vermedikleri için “bütün Anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan ve pek az hıçkırarak ve çömelerek” ağlar. “Candarmanın biri ayağıyla hafifçe dokundu: –Kalk bakalım– dedi.” Sonra kadının kağnısına yüklerler cesedi, elinde değnekle, kurtlanmış cesedin kokusuna tahammül edebildiği müddetçe öküzlerin peşi sıra yürür. Bir yerde takati yetmez, yere düşer, ölür. Ama kimse onun öldüğünün farkında bile olmaz. Öykü şu cümleyle biter: “Kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.”
Sabahattin Ali’nin öykülerinin neredeyse tamamında düzene çok sert eleştiri vardır. “Bir Firar” (1933), “Candarma Bekir” (1934), “Kafa Kâğıdı” (1936), “Duvar” (1936), “Ses” (1937), “Köpek” (1937)… Bu öyküler yayımlandığında Atatürk hayattaydı.
Sabahattin Ali’nin o insanlardan büyük bir siyasi tutum farkına sahip olduğunu işte yazdığı bu öykülerde görüyoruz. O yolun yolcusu olmamaya daha yola çıkmadan karar vermiş. Şimdi böyle bir insanın varlığı tabii ki kötü bir örnek oluşturuyor. İstenen bir şey değil. Devlet seni sardığı kozaya methiyeler düzmeni istiyor, düzenleri de ödüllendiriyor. Kozayı yırtmaya veya delmeye çalışanları ise bir şekilde dize getirmek istiyor. Behçet Kemal’in makbul sayıldığı bir düzende pek tabii ki Sabahattin Ali gibilere yer yok.
Sabahattin Ali üçüncü cezaevi olan Sinop’tan 1933’te salıverildiğinde henüz yirmi altı yaşında. Normal şartlar altında hiçbir suçu olmayan, genç bir yazarın sürekli hapishaneye girip çıktığı ortam eleştirilir. Ama “Tek Parti neylerse güzel eyler” diye düşününce hapislik de Sabahattin Ali için büyük bir kazanım oluyor. Suçsuz adamı sadece ifadelerinden ötürü hapse atıyorsun, sonra da afla bazılarını serbest bırakıyorsun. “Türkiye, 29 Ekim 1933’te genç Cumhuriyet’in iki haneli rakamlara kavuşmasını kutlarken cezaevlerinde bayram bir gün önce başladı.” Genç Cumhuriyet öylesine müşfik ve kapsayıcı ki, hapishaneler bile bayram yeri gibi. Ama Balbay’ın şu tespiti Behçet Kemal’i bile kıskandıracak düzeyde:
“Hapisten tam bir halk adamı, halk yazarı, halkın bütün yaşadıklarını içinde hisseden, köklü sorunların çözümü için kendisini de sorumlu sayan bir aydın olarak çıktı.”[8]
Tek Parti’nin hapishanesi anlaşılan iyi bir torna tezgâhı. Oraya fena fikirlere sahip bir yazar olarak giriyorsun, ama çıkınca “tam bir halkçı” oluyorsun. Farklı insanlarla tanışmanı, onları gözlemlemeni sağlıyor hapishane. Böyle bakınca, “iyi ki girmiş” diye geçiriyor insan içinden. Sabahattin Ali’yi Sabahattin Ali yapanın bu hapishane olduğunu düşünerek şükran bile duyabiliriz. Bu bölüme “29 Ekim Özgürlüğü” başlığını atmış. Kimin özgürlüğü kime veriliyor?
Mustafa Balbay bunu bilerek yapıyor tabii. Bize sunduğu metinde Tek Parti dönemine dair hiçbir ciddi eleştiri getirmiyor. Başına çok kötü işler gelen bir yazar var; yirmi altı yaşında üç farklı şehrin hapishanesini görmüş, memuriyetten atılmış ama bunlar tozpembe bir şekilde anlatılıyor.
Belki de bu hapisliğin en acı olan kısmı çıkışı. Devlet Sabahattin Ali’ye memuriyete dönebilmesinin –bunu “istenmeyen adam” olmamak diye de okuyabiliriz sanırım– tek yolunun biat etmek olduğunu onur kırıcı bir şekilde söylüyor. Adeta emrediyor. Üstelik Sabahattin Ali’nin biat ettiğini, boyun eğdiğini bağıra çağıra göstermesi gerekiyor. Sözle ya da mektupla dilenen bir özrün yetmeyeceğini anlıyoruz. Yazılı olacak ve muhatabı kamuoyu olacak. Hapisteyken, 14 Nisan 1933’te “Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’ne” yazdığı mektup işe yaramamış. Son cümleleri şöyle: “… Beni affedecek kadar büyük ve iyi kalpli olduğunuza eminim. Ellerinizden öperim efendim.” İmza iyice küçülmüş, sıradanlaşmış bir insana ait gibidir: “Konya Hapishanesi’nde mevkuf, Konya’da Muhtelit Ortamektep Almanca Muallimi Sabahattin Ali.”[9]
İşte o korkunç “Benim Aşkım” şiiri bu mektupta söylenen sözler yeterli olmayınca yazıldı. Türkiye’de yaşayan herkesin varlığından utanması gereken bir şiir bu. Ama memuriyete mektupla dönemeyen Sabahattin Ali bu şiirle görevine iade edildi. Daha sonra dramaturg olarak çalıştı, Carl Ebert’in çevirmenliğini yaptı.
Sabahattin Ali’nin öldürülüşüne giden yolda bu şiirin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Biat etti ama etmedi. Ses onundu ama fikirler onun değildi. Bunu da en çok öyküleriyle gösterdi. Durdurulamıyordu bir türlü. Öykülerin yanında romanlar da yazmaya başladı. 1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf’a soruşturma açıldı. İçimizdeki Şeytan büyük fırtınalar kopardı. 1940’ta, Almanya büyük bir güçken yayımlanan bu roman sonrasında Nihal Atsız’ın icat ettiği “3 Mayıs Dünya Türkçülük Günü” kutlanmaya başlandı. Sabahattin Ali’den Behçet Kemal olmasını istemişti devlet. Sanat ya toplum gibi meseleleri bulunmayan Behçet Kemal olmak çok kolaydı, bir şiir yetti. Ama o şiir orada kaldı ve Sabahattin Ali bildiği yolda ilerledi. Devlet, dönüştürdüğünü sandığı Sabahattin Ali’yi eskisinden daha sert bulunca onunla özel olarak ilgilenmeye karar verdi. Ama Sabahattin Ali uzlaşmak yerine eli sürekli artırdı. Sırça Köşk’ün ardından Markopaşa dergisini çıkardı. “Benim Aşkım” orada duruyordu hâlâ ama kimse Sabahattin Ali’yi o şiiri yazan şair olarak görmüyordu. Bunun üzerine devlet de radikalleşti ve Sabahattin Ali faili meçhul bir cinayete kurban edildi.
Mustafa Balbay’ın kitabındaki başlıklardan biri şu: “Bülent Ecevit’in Babası’yla Askerlik.”[10] Özel bir başlık açıldığına göre Sabahattin Ali’nin hayatında bir yeri olması gerektiğini düşünüyoruz. İkinci Dünya Savaşı başlayınca askere alınanlardan biri de Sabahattin Ali’dir.
"Askerî birliğin yedek yüzbaşısı Bülent Ecevit’in babası doktor Fahri Ecevit’ti. O yıllarda lise öğrencisi olan Bülent Ecevit zaman zaman babasını ziyarete geliyordu."[11]
Ecevitler’in adı başka hiçbir yerde geçmiyor. Tanışmışlar mı, konuşmuşlar mı, birbirlerinden etkilenmişler mi, belirsiz. Peki, şu iki cümleyi geçirmek için ayrı bir bölüm açmanın sebebi nedir? Pek tabii ki Sabahattin Ali’nin CHP ile doğrudan bağı olduğunu göstermek. “Ecevit’in babasıyla asker arkadaşı” olan Sabahattin Ali’nin siyaseten de onlara yakın olacağını düşünmemiz –veya düşünmememiz– için hiçbir sebep yok. Sabahattin Ali ile CHP arasında bir bağ olduğunu kanıtlayabilmek için böyle bir bilgi kırıntısından medet ummuş Mustafa Balbay.
Demokrat Parti’nin iktidara gelirken solla birlikte hareket etmesi de önemli. Bayar ve Serteller arasındaki yakınlık Tek Parti’ye karşı birlikte hareket etme kararıyla perçinlenmişti. Bu yakınlaşmanın sebeplerini Balbay’dan dinleyelim.
“Sabahattin Ali de CHP’ye çok kızgındı. Onu zamanın koşulları, uluslararası dengeler değil, Türkiye’nin tam bağımsızlığı, yönetimin tam şeffaf olması, her alanda özgürlük, halkın sefaletten kurtulması, devlet çarklarında sıfır ayrıcalık ilgilendiriyordu.”
Demek ki, “zamanın koşulları” ve “uluslararası dengeler” Sabahattin Ali’nin istediğinden başka bir yönetim biçimini Türkiye için mecbur kılıyormuş. Un kurabiyesi gibi, tuttuğun anda ufalanan tespitler bunlar. Son analizde Sabahattin Ali’nin göremediği esas suçlunun CHP değil, uluslararası dengelerin getirdiği bazı zorunluluklar olduğunu söylüyor.
Bunları göremediği için kızdığı CHP’yi bırakıp DP ile birlikte hareket etmeyi düşünmüş. Tabii ki onu hapse atanın kim olduğunu, dahası o korkunç şiiri yazmaya mecbur bırakan iklimin sahibini asla sorgulamamamız gerekiyor. Zaten solcuları kandırmışlar. DP’nin amacı farklıymış.
Ne yazık ki Bayar, Menderes ve arkadaşlarının kurduğu Demokrat Parti iktidara geldikten sonra sol için, sosyalistler için neredeyse hiç yaşam hakkı kalmadı. Bilim insanlarının önemli bir bölümü çareyi ülkeyi terk etmekte buldu.
Sadece Sabahattin Ali’den örnek verelim. 1947’de, sağlığında basılan kitabından sonra 1965’e dek, 18 yıl boyunca hiç kitabı basılmadı, basılamadı.[12]
Demokrat Parti’nin gelirken söyledikleri ile iktidar olduğuna inandıktan sonra yaptıkları ayrı bir konu ama “iktidar ile muktedir” ayrımı Türkiye’de siyasete dair ilk öğrenilen bilgiler arasındadır. DP’nin ne ölçüde muktedir olduğunu 27 Mayıs darbesi bize gösterdi. 1950-1960 arasında görece özgürlük ortamının kültür hayatındaki yansımalarından biri çok sayıda otobiyografik metnin arka arkaya yayımlanmasıdır. Bu metinlerin ortak özelliği Tek Parti döneminde yayımlanamayacak olmalarıdır. Tek Parti’nin resmî anlatısını tartışmaya açan bu metinler özellikle DP’nin ilk döneminde yayımlandı. Öte yandan birçok edebiyatçının başı Tek Parti idaresiyle hep derde girdi. Başta da Resimli Ay çevresindeki isimleri örnek gösterebiliriz sanıyorum.
Nâzım Hikmet ülkeden kaçtı, Sertellerin Tan gazetesi CHP’lilerce basıldı, matbaa yakıldı yıkıldı, 1948’de komünist oldukları gerekçesiyle Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav ve Behice Boran üniversiteden atıldı… Bunların hepsi Tek Parti döneminde yaşanmışken Sabahattin Ali’nin kitaplarını basılmamasını götürüp DP’ye bağlamak absürt bir saptama.
4 Aralık 1945. Tan matbaasının yakılıp yıkılması.
Balbay’ın “Tan baskını” çözümlemesini okurken, bu olayın da CHP ile hiçbir alakası olmadığını anlıyoruz. Hüseyin Cahit Yalçın’la Peyami Safa’nın hedef gösteren yazıları olayın fitilini ateşlemiştir; bu “yazılar ulaşacağı yere ulaştı, derin yapıların planlarıyla birleşti”. Peki, derin yapıları nerede buluyoruz? Bunu da cümlenin devamındaki bir imla oyunuyla bize aktarıyor Balbay.
“Sabahattin Ali’lerin, Sertel’lerin yazdığı Tan matbaasına saldırı ‘olgunlaştı’.”[13]
Evet, “olgunlaşma” kelimesindeki vurguyu görünce hemen 12 Eylül’de şartların olgunlaşmasını bekleyen “bizim çocuklar” geliyor aklımıza. Böylece Tan matbaası saldırısının arkasındaki “üst aklın” veya “derin yapılanmanın” ne olduğu artık bütün berraklığıyla karşımıza çıkıyor: Amerika ve Batı. Sabahattin Ali’nin beynelminelciliği Balbay’ın ellerinde Batı düşmanlığına dönüşüyor. Balbay daha sonra Filiz Ali’yle yaptığı söyleşide de bu konuya giriyor. Filiz Ali, Sabahattin Ali’nin komünist olduğu için değil, “tam bağımsızlık” diyerek Amerikan karşıtlığı yaptığı için öldürüldüğünü söylüyor.[14] Tabii Balbay kitabında “tam bağımsızlık” kavramıyla da uğraşmıyor hiç. Bu slogan yeterince Batı karşıtı olduğu için sık sık kullanılıyor. Ama hangi koşullar altında dedi, kastettiği neydi, bağımsızlığın “tamı” nerede başlar, nerede biter… Bunlar hep meçhul.
İkinci bölüm Markopaşa’ya ayrılmış. Şöyle hayli iddialı bir girişle başlıyor:
“Sabahattin Ali yaşamı boyunca hiçbir şey yapmasaydı, sadece Markopaşa dergisinin çıkarılmasına katkısı ve buradaki yazıları onu tam bağımsızlık ve özgürlük savaşçısı yapmaya yeterdi.”[15]
Madem Markopaşa bu kadar değerli bir dergi, o zaman bu cümleyi tersten de yazabiliriz: “X ne yapmış olursa olsun, Markopaşa’yı kapattığı için hayatı boyunca o yükü taşımak zorunda kalacak.” Buradaki “gizli özne” acaba kim olabilir? Ama daha önce bu tarihlerde yaşananları düşünürken bu işin de iktidarla ilgisi olmadığını görmüştük. “Uluslararası dengeler” Sabahattin Ali’nin tam bağımsızlıkçı maksimalist taleplerinin yerine getirilememesine yol açıyordu. Ama Markopaşa’yı çıkaran Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz hakkında şöyle bir cümle yazmaktan da çekinmiyor Balbay: “Yazarlarımız başlarına ne geleceğini bilerek yola çıkmışlardı.” (s. 105) Bu kitabı okurken sürekli “kim bu insanlar?” diye sorma ihtiyacı duyuyorsunuz. Dergi çıkardıkları için aç bırakılacaklarını, hapse atılacaklarını, devlet memuriyetinden kovalanacaklarını, pasaportlarının iptal edileceğini ve daha birçok şeyi biliyor olmaları ne demektir? Bu ne menem bir ülkedir? Bu korku iklimini yaratan kimdir? Yazarları susturacak olan, dahası bunu herkesin bildiği, burada böyle yapamazsınız diyen kim? Mustafa Balbay özneleri hep muğlak bırakmaktan yana tercihini yapmış. Böylece CHP’yi, Tek Parti dönemini elinden geldiğince koruyor. Sabahattin Ali’yi de bu anlatının içine bir “kader kurbanı” olarak yerleştiriyor.
“Sabahattin Ali, Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı çizgisinden milim ödül verilmesini istemiyordu. Bu çizgiye zarar verecek hiçbir adamı kabul etmiyordu.”[16]
Hani bazı hastalar için yapacak hiçbir şey kalmamıştır da doktor “ne yerse yesin, mutlu olsun” der. Böyle bir cümle için de aslında pek söz etmeye gerek yok. Ancak Sabahattin Ali’ye dair bir parodi kitabında yer alabilecek bir sözü burada rahatlıkla söylemekten imtina etmiyor, çünkü artık Sabahattin Ali’den “Kemalist aydın” çıkarmak üzere olduğunu hissediyor. Sabahattin Ali’yi Behçet Kemal’leştiriyor.
Balbay’ın yere göğe koyamadığı Markopaşa kapatıldı, onun yerine çıkan Merhumpaşa ile Malumpaşa da kapatıldı. Basılmasının, satılmasının önüne geçmeye çalıştı devlet. Dahası, bu üç arkadaş sürekli mahkemelerle, hapisliklerle ve maişet derdiyle boğuşmak zorunda kaldılar. “Rıfat Ilgaz’la kolları sıvarlar. Aziz Nesin aralarında değildir. Çünkü tutukludur.” (s. 138) Aynı günlerde Sabahattin Ali de Rasih Nuri İleri’nin evinde yakalanıp tutuklanır.
Hapislik çok sürmez Sabahattin Ali için ama baskının şiddeti günden güne artmaktadır. Romanına soruşturma açılmış, yazdığı gazetenin matbaası parçalanmış, dergileri kapatılmış, hapislere girip çıkmış…
“Hapisten çıkışta kafasında süreli yayından çok başka bir şey vardı. Geçen sonbaharda Sırça Köşk’ü yazmıştı. Şimdi bir Ankara romanı yazacaktı. Her şeyi açık açık yazacak, roman havasında tüm gerçekleri anlatacaktı.”[17]
Üç dergi de kapatıldıktan sonra son denemeleri olan Ali Baba’yı da devlet baskısı yüzünden çıkaramamışlardı. Bir yazar dergi çıkarmak istiyor. Devlet sürekli yasaklıyor. Ne bastırıyor ne dağıttırıyor. Bütün bunları Aziz Nesin’le Sabahattin Ali kendileri yapınca da gazetecileri alıp hapse atıyor. Yani yenilgiyi kabul etmiş Sabahattin Ali. Dergi çıkarma fikrinden vazgeçmiş. Roman yazmaya karar vermiş. Ankara romanı Yakup Kadri’nin ütopik Ankara’sının antitezi mi olacaktı, bilemeyiz ama Balbay devamını getirmediği, ilginç bir iddia ortaya atıyor.
“Her şeyi açık açık yazacak” ama bunu bir roman formunda yapacakmış. Edebiyatçı doğal olarak roman yazar ama bence burada başka bir şey var. Sabahattin Ali roman –yani kurmaca– biçiminde anlatırsa başına yeni iş almayacağını düşünüyor. Reşat Nuri’nin Tanrıdağı Ziyafeti piyesi gibi Karkum adlı muhayyel bir ülkede, hayalî ve belki isimsiz kahramanlarla anlatabilir yaşadıklarını. Sabahattin Ali’nin hem öykülerinden hem de romanlarından bildiğimiz bir özelliği var; kahramanlarını neredeyse bire bir gerçek hayattan alıyor – kimi zaman isimlerini, hatta mesleklerini bile değiştirmiyor. Dolayısıyla Ankara’yı anlatacağı romanda da böyle yapacağını düşünebiliriz.
Peki, onu bir roman yazıp “tüm gerçekleri” anlatmaya iten neydi? Bir yerde gerçekler saklanıyorsa, insanlar yalan bir anlatıda yaşıyorlar demektir. Sabahattin Ali’nin ömrü Tek Parti iktidarından başka bir şey görmeye yetmedi. Yalanda yaşanıyorsa, bu yalanı kim üretiyor? Kim yayıyor? Kim kitleleri yalanda yaşamaya ikna etmeye çalışıyor? Yalanın gönüllü savunucuları kim?
Sene 1948, Sabahattin Ali’den Behçet Kemal çıkmayacağını herkes anlamış durumda. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasının görece özgürlük ortamında bile onun sesini duymak istemiyor devlet. Sabahattin Ali bir anda kamyonculuk yapma karar veriyor. Mesleği bırakıyor. Artık yazı yazmayacak. Şimdi dönelim Balbay’ın kapağına. Kapağa ışık veren tek şey beyaz yazılar; onların üstünü kapatırsanız geriye simsiyah, yekpare bir dikdörtgen yüzey kalıyor. Yazı yazmayan Sabahattin Ali zaten yok olmuş demektir. Tabii kamyonculuk onun görünürdeki mesleği olacak, kısa zaman içinde Türkiye’den kaçıp yazı yazmaya devam edecek. Belki Almancasına çok güvendi; eğer talihi başka türlü olsaydı son kitaplarını Almanca bile yazabilirdi diye düşünüyorum.
Gene öznesi belirsiz bir cümle: “Eğer Türkiye’de hayat onun da istediği gibi yazacağı bir duruma gelirse dönerdi.” (s. 143) Bunu engelleyen kim? Hangi yapı? Adeta büyüyen bir ağaç var, çiçekleniyor, tam meyve verecek, gitmek zorunda kalıyor. Gidip o meyveleri başka ülkelerde döküyor. Sadece Sabahattin Ali ya da Pertev Naili Boratav için değil, Türkiye’nin kültür hayatında onyıllardır bu sorun yok mu? Adeta ritüele dönüşmüşçesine ülkeyi terk ediyor akademisyenler, romancılar, gazeteciler, fikir insanları…
Sabahattin Ali devletten pasaport alamamış. Yasal yollardan çıkamayınca da bir kaçakçıyla anlaşarak ülkeyi terk etmeyi denemiş. Meğer bu planları yaparken aslında cinayetini organize ediyormuş.
Kaçakçı Ali Ertekin cinayeti işlediğini söyledi. Başına da hiçbir şey gelmedi. Mustafa Balbay büyük bir kolaycılığa sapıp Hıfzı Topuz’a ait bir sözü yineliyor:
“Uğur Mumcu’yu, Ahmet Taner Kışlalı’yı, Sabahattin Ali’yi öldürenler öldürdü!”[18]
Burada bile Sabahattin Ali’nin ölümünü faili meçhul cinayete kurban gitmiş Kemalist aydınlar silsilesinin başına eklemeye çalışıyor. Şayet bir cinayetin faili bulunmuyorsa, onun dosyası Ankara’nın dehlizlerinde kaybediliyorsa, bir savcı çıkıp araştırmıyorsa ve kimse çekmiyorsa o tuğlayı, bu bilerek ve isteyerek yapılıyordur. Acılar elbette yarıştırılamaz ama diğer cinayetlerden farklı olarak, Sabahattin Ali öldürüldüğünde devletle parti neredeyse örtüşüyordu. Aralarında aman aman bir fark olduğunu söylemek pek de mümkün değil.
Kemalizm aydından devletin bir fraksiyonu olmasını istiyor. “Gel katıl sen de” diyor. Katılmayana hiç de iyi ve Batılı bir gözle bakmıyor.
Mustafa Balbay özneleri gizlemeyi tercih ettiği kitabında Tek Partinin aydınlar ve yazarlar üstüne yaptığı baskıyı edilginleştirmek istemiş. Sabahattin Ali’yi adeta Çankaya sofralarının müdavimi bir yazar gibi göstermiş. Atatürk’e methiyeler düzdüğü şiiri bağlamından kopararak kitabın sonunda vermiş. Balbay dipnotsuz ve kaynakçasız bu kitabını Sabahattin Ali’yi anlatmak için değil, Kemalistlerin resmî anlatıyı sarsabilecek olası sorularına önden cevap vermek için yazmış gibi.
•
NOTLAR:
[1] Sabahattin Ali, “Bir Felsefe Kitabı”, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler içinde, YKY, İstanbul, Ekim 1998, 65.
[2] Mustafa Balbay, Pes Etmeyen Kalem Sabahattin Ali, Halk Kitabevi, İstanbul, 2019. (Parantez içindeki alıntıları bu kitaptan yapacağım.)
[3] Mehmet Fatih Uslu, “Resimli Ay Dergisi (1929-1931): Sosyalizm ve Avangardizmin Arasında Muhalif Bir Odağın Doğuşu”, yayınlanmamış doktora tezi, 2004.
[4] Asım Bezirci, Sabahattin Ali: Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Eserleri, Evrensel, İstanbul, Şubat 2007, s. 33.
[5] Bezirci, s. 42.
[6] Balbay, s. 246.
[7] Onur Atalay, Türk’e Tapmak: Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm, İletişim, İstanbul, 2019, s. 274.
[8] Balbay, s. 62.
[9] Balbay, s. 243.
[10] Balbay, s. 71. İmla Balbay’a ait.
[11] Balbay, s. 72.
[12] Balbay, s. 92.
[13] Balbay, s. 94.
[14] Balbay, s. 234.
[15] Balbay, s. 101.
[16] Balbay, s. 120.
[17] Balbay, s. 140.
[18] Balbay, s. 13.