Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü gerçekten doğru okuyor muyuz? Armağan Ekici, bu yazısında “saatleri ayarlama” ve “çağdaşlaşma eleştirisi” meseleleri üzerinde durarak, kitabın yeni İngilizce çevirisini, önsözünü ve sunuluşunu değerlendiriyor
10 Temmuz 2015 13:00
Saatleri Ayarlama Enstitüsü üzerine iki yorumu sık sık duyarız: birincisi, kitabın bir modernite/çağdaşlaşma eleştirisi olduğudur; ikinci yorum ise, kitaptaki esas meseleyi Türkiye’nin alaturka saatten alafranga saate, yani ezanî saatten Greenwich saatine geçişi olarak görür. Penguin’den 2013 sonunda yayımlanan yeni İngilizce çevirinin önsözü ve tanıtım yazılarında da bu iki yorumu (artık iyice abartılı bir kisveye bürünmüş olarak) görüyoruz. Bu yorumların kısmen doğru yönleri olmakla beraber, ben, kitabı dikkatle okuyan bir okurun, kitabın asıl meselesinin bunlar olmadığını göreceğine inanıyorum. Bu yazıda, önce “saatleri ayarlama” ve “çağdaşlaşma eleştirisi” meseleleri üzerinde duracağım; sonra yeni İngilizce çevirinin önsözünü ve sunuluşunu değerlendireceğim; son olarak kitabın merkezî meseleleri açısından bence gözden kaçan, önemli bulduğum bir noktaya dikkatinizi çekmeye çalışacağım.
Alafranga saate geçme meselesinden başlayalım. Bence bu konunun püf noktası şu: “Saatleri Ayarlama”, bir mesele olduğu yıllarda, yalnızca Türkiye’ye özgü bir mesele değildi, tüm dünya bununla uğraşıyordu. Tanpınar’ın kitabı yazdığı sıradaysa bu iş hallolmuş, merkezî saat ayarı yaygınlaşmıştı.
Bugün, çoğumuz, uydu iletişimi ve internet üzerinden kendi kendini ayarlayan saatlerle çevrili olarak yaşıyoruz. Benim kuşağım, en güvenilir saat ayarının radyo ve televizyondan verilen ayar olduğu zamanları yaşadı; uğraşır, saatlerimizi radyoya göre ayarlardık. Saati saniyesine kadar doğru ayarlamak tam bir oğlan çocuğu eğlencesi olduğundan, bizler de Casio saatlerimizi tam saat başına getirip, elimiz saatin düğmesinde, radyonun sinyal sesini beklerdik. Çocukluk ve gençlik yıllarımda aldığım bu terbiyenin etkisi bende hâlâ kendini gösteriyor; radyoda saat ayarı verilince, çevredeki saatlerin de sinyalle birlikte değişmesi içimde tatlı bir tatmin duygusu yaratıyor. Radyo saatinden önce, bizden önceki devirlerde ise telgraf saati, şehrin görünür bir yerinde belli bir saatte düşen küreler, çanlar, ezanlar varmış.
Mekanik saatlerin hassasiyetinin gelişmesinden önce zamanı güneşi takip ederek ölçüyorduk; bugün de, “saat yönü”, aslında kuzey yarımküredeki bir güneş saatindeki gölgenin dönme yönünü izliyor. Güneşin en kolayca ve kesin olarak ölçülebilen ânı, öğle vakti. Bu an, her gün tam tepede, kuzey yarımkürede tam güneyde olduğu ve gölgelerin en kısa olduğu an. Güneşin doğuşu ve batışı öğle vakti kadar güvenilir değil; hangi yükseklikte olduğunuza, ufkunuzdaki yer şekillerine, ışığın atmosferde kırılmasına göre değişebiliyor. İki öğle vakti arasında tam tamına bir “güneş günü”, 24 saat geçiyor (buna karşılık, iki gündoğumu ya da iki günbatımı arasındaki zaman her gün birkaç dakika değişiyor). Bu nedenle, her şehrin en güvenilir saat referansı, Güneşin o şehrin tepesinden geçtiği andı; her şehrin kendi saat ayarı vardı, bir şehirde saat 11:36’yken yakındaki başka bir şehirde 11:42 olabiliyordu. Rasathaneler, Hristiyan dünyasında kiliseler, Müslüman dünyasında muvakkithaneler kendi şehirlerinin saat ayarını verme görevini yerine getiriyor, Güneşi, gökcisimlerini takip ederek çevrelerine saat ayarı veriyorlardı. Bugün de, “GMT” derken kastettiğimiz “Greenwich Mean Time”ın tam anlamı şu: Güneş, Greenwich gözlemevinde, GMT’ya göre yıl boyunca ortalama olarak 12:00’de tam tepede oluyor.
Zaman içinde, seyahatin ve haberleşmenin ilerlemesiyle, her şehrin kendi saat ayarının yanında merkezî bir saat ayarını bilme gereği doğmaya başladı. Gemiciler, güneşe bakarak hangi enlemde olduklarını hesaplayabiliyordı, ama doğu-batı yönünde hareket ederken, hareket ettikçe yerel öğle vakti de değiştiği için hangi boylamda olduklarını hesaplayamıyorlardı. Boylamı hesaplamanın yolu, nihayet, yola çıktıkları yerin saat ayarını yanlarında getirmek olarak bulundu; yerel öğle vakti ile merkezî öğle vakti arasındaki fark boylamı veriyordu. Bunun başarılabilmesi için, uzun deniz yolculuğunun sarsıntılarından etkilenmeden hassasiyetle çalışmayı sürdüren saatlerin yapılması gerekti. Elektrik yoluyla anlık haberleşmeden önce merkezî saat ayarını uzak bir yerle paylaşmanın tek yolu, iyi bir saati alıp taşımaktı.
1800’lerde demiryollarının yaygınlaşması ise, trenlerin birbiriyle uyumlu olarak çalışabilmesi için önce ülke çapında, sonra da uluslararası düzeyde ortak bir saat ayarını gerekli kıldı. Bu yıllarda önce telgraf, sonra radyo dalgaları sayesinde çok uzun mesafelerde anlık haberleşmenin mümkün olması, şehirlerin ortak bir saat ayarında buluşmasını sağladı. Tabii ki, ilk başlarda, Britanya imparatorluğu Londra/Greenwich rasathanesini, Fransızlar Paris meridyenini, Ruslar Moskova saatini esas aldılar. (Bugün de, Paris’te kaldırımlara çakılı “Arago” yazan bronz plakalar, Paris gözlemevinden geçen Paris meridyeninin yerini hatırlatıyor). 1884’te, Osmanlı İmparatorluğu’nun da katıldığı“Esas Meridyeni Saptama” konferansı toplandı ve oybirliğiyle Greenwich meridyenini kullanma kararı alındı; ülkeler sırayla bu kararı uygulamaya başladılar. Fransa 1911’de Greenwich meridyenine geçti; 1915’te, İstanbul Bahriye Hastahanesinin kulesine Paris’e telgrafla bağlanarak yeni öğle saatini haber veren bir vakit küresi yerleştirildi. “Vakit küresi”, saat ayarı anında çevreden açıkça görünür bir şekilde düşen metal, büyük bir küre. 1904’te geçen Ulysses’de Bloom da Dublin Liman İdaresi’ndeki vakit küresini ve şehirler arasındaki saat farkını anar.
Bu gelişmeler sayesinde, alaturka saat (hergün günbatımının 12’ye getirildiği ve bu yüzden hergün birkaç dakika ileri ya da geri alınması gereken saat) zaten Abdülhamit döneminde yavaş yavaş kullanımdan çekilmeye başlamış, devlet dairelerindeki mesai saatleri, demiryolları alafranga saate geçmeye başlamıştı; Osmanlı’nın son döneminde yaygınlaşmaya başlayan saat kuleleri alafranga saati gösteriyordu. 1926’daki kanun, saat ayarı açısından, mevcut durumu yasalaştırmıştı. (Meraklısı için, Abdülhamit dönemindeki Osmanlı’nın alaturka saatten alafranga saate geçişi üzerine, bu konudaki Türkçe kaynakların yanı sıra, Avner Wishnitzer’in İngilizce makaleleri de var; Temmuz 2015’te de bir kitabı yayımlanacak.)
Yukarıda anılan vakit küresi sonradan Galata Kulesi’ne nakledilmiş ve kendi çapında ufak bir saatleri ayarlama enstitüsü macerası yaşamış. Cumhuriyet arşivinden eski gazete haberlerini tarayarak bu kürenin 1928’de kullanılmaya karar verilmesini ve sonrasını okuyabiliyoruz. Şubat 1930: “Vakit küresi konulmak üzere, tamirat birkaç güne kadar bitecektir.” Mart 1930: “Dün Galata Kulesine konan vakit küresi işlemeğe başlıyor.” Ekim 1930: “Vakit küresi bir aya kadar işlemeğe başlıyacaktır. Galata kulesi ile Kandilli rasatanesi arasında elektrikle işaret tesisatı yapılmaktadır. Tünelin başına da bir canavar düdüğü konacak, saat on ikide küre düştüğü zaman düdük ötecektir.” Kasım 1930: “Bunun için bazı memurların istihdamı lâzım geldiğinden kürenin işletilmesi sene başına tâlik edilmiştir.” Kasım 1930: “Artık sonu ortası gelmiyen boş lâflara karşı ‘yılan hikâyesi’ demiyeceğiz. Vakit küresi! diyip geçeceğiz.” Eylül 1931: “Galata kulesine aylarca evvel konan vakit küresi bir türlü işletilememektedir ... Belediye Rasatane’ye bir tezkere yazarak vakit küresini işletme işini sormuştur.” Ağustos 1933: “Vakit küresinin düdüğü ihale edildi.” Eylül 1933: “Vakit küresinin ayar edilmesi işi bitmiştir.” 8 Kasım 1933 “Vakit küresi faaliyete geçmiştir.” 9 Kasım 1933: “Küre dün bir aksilik neticesi olarak işlememiştir. Bunun sebebini Rasatane müdürü Fatin Beyden telefonla sorduk...” Aralık 1933: “Bazı kimseler saatlerini düdük ötmeğe başladığı, bazı kimseler de düdük kesildiği zaman ayar etmekte olduklarından saatler arasında gene fark bulunmaktadır.” Mart 1934: “Galata kulesindeki vakit küresi (taymbol) bozulmuştur. Bunun için 12 düdüğü birkaç gündenberi ötmemektedir.”
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki kronolojik ipuçlarını takip ederseniz, Enstitü’nün faaliyet gösterdiği on yılın 1940’ların ortasıyla 1950’lerin ortası arasına denk düştüğünü, başka bir deyişle kitabın anlatıldığı “bugün”ün kitabın tefrika edildiği 1954 civarına denk düştüğünü görebilirsiniz. “Ortak saat ayarı” şaşkınlığı, yukarıdaki vakit küresi hikâyesinin örneklediği gibi, 1930’larda, henüz radyo yaygınlaşmadan yaşanmıştı. 1954’te ise neredeyse yirmi yıldır radyoda saat ayarı vardı, telefonda saat ayarı servisi çoktan yerleşmişti. Telefondaki saat ayarının varlığının hatırlatılması, kitabın düğüm anlarından biri, enstitünün lüzumsuzluğunun bürokrasi tarafından saptandığı andır:
Tekrar odama döndüğümüz zaman heyetin reisi kendisine ikram ettiğim içkiyi kabul edeceği yerde doğruca telefona koştu ve 0135’i arayarak saatin kaç olduğunu sordu. Aldığı cevap üzerine evvelâ duvardaki saate, sonra yüzüme baktı.
— Böyle bir kolaylık varken bu müesseseye ne lüzum var? diye sordu.
Bu aşağı yukarı kurulduğu günden beri benim Halit Ayarcı’ya sorduğum sualdi. O her defasında bana çok ciddî, mantıkî cevaplar vermiş, tamamiyle ikna edememişse bile hiç olmazsa susturmuştu.
Tahminimce, 1954’ün okurları için “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün lüzumsuzluğunu bugünkü okura hissettirmek için, bizlerin hayatına 2000’lerin başında giren, bize yepyeni davranış kalıplarını öğreten, yeni şaşkınlıklar yaşatan cep telefonlarına bugün nasıl alışık olduğumuzu düşünerek, 2015’te yayımlanan bir “Cep Telefonlarını Şarj Enstitüsü” romanı hayal edebiliriz.
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle, Türkiye’nin alafranga saate geçmesiyle değil, bambaşka birşeyle dalga geçiyor: endüstrileşen dünyanın ve bürokrasinin tüm ilerleme, iktisat ve ekonomik verimlilik retoriği içinde, saçmasapan, hiçbir gerçek ihtiyaca karşılık vermeyen bir kurumu bile yıllarca sürdürebilmesini hicvediyor. 1954’te kitabı tefrika ederken “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün lüzumsuzluğu, her gün radyodan memleket saat ayarı alabilen okurları için aşikârdı; bizse, bugün, dönemleri karıştırdığımız için, kitaptaki vurguları da karıştırıyoruz.
Alaturka saatten alafranga saate geçiş, sahiden de, dilde, psikolojide, saatin anlamında bir değişiklikti; saat ile akşam ilişkisinin kopuşu; hayat düzeninin güneşin doğal hareketinden, akşam namazının etrafında organize olmaktan biraz daha uzaklaşarak merkezî, eşit, iktisadi zamana yaklaşmasıyla elele giden bir dönüşümdü. Ama, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün geçtiği dönemde artık olup bitmiş, İrdal’ın çocukluğunda kalmış bir dönüşümdü bu. Dikkat edilirse, kitapta alaturka saat ayarı yalnızca bir kere, İrdal’ın babasının saati anlatılırken anılır: “pusulalı, kıblenümalı, takvimli, alaturka ve alafranga, mevcut ve gayrimevcut bütün zamanları sayan acayip” bir saattir bu.
Yukarıdaki düşünceyi sürdürürsek, kitapta modernitenin ve çağdaşlaşmanın bir eleştirisinin olduğuna şüphe yok; özellikle çağdaş dünyanın iş ve başarı anlayışının, yüzeydeki “bilimsellik, rasyonalite, gerçekçilik, ekonomik verimlilik” iddialarının altında aslında tüm bunlara taban tabana zıt işleri yapması kitabın en temel motiflerinden biri: bütün retoriği zamandan tasarruf üzerine olan enstitü tümden bir lüzumsuzluk üzerine kurulmuş, idarecileri zaman öldürmek için enstitüde pingpong oynuyorlar örneğin. Hayri İrdal ve Halit Ayarcı arasındaki “realizm” tartışması, yeni dünyadaki gerçeğin ne olduğu üzerine en çarpıcı ayrımlardan birini kristalleştiriyor.
Tanpınar’ın bu mizahının, çağdaşı Jacques Tati’nin moderniteyle dalga geçmesiyle paralel yönleri var. Tati’nin Monsieur Hulot’su da hafif şaşkın, sarsak, çağdaş işyerlerini, cam, metal binaları, asansörleri, mobilyaları anlayamayan; onları kendi kafasına göre, bambaşka şekillerde kullanan; ama o dağınıklığı içinde çağdaşlığın soğuk yüzüne renk katan bir karakter. Tati’nin Playtime’ındaki Amerikalı işadamının oturduğu yerde oturamayıp sürekli çantasıyla, saçıyla başıyla, aksesuarlarıyla oynaması ile birebir aynı şakayı Tanpınar’ın da Dr. Ramiz ve çantası için yapmasına da dikkat edebiliriz.
Dr. Ramiz demişken, Tanpınar’ın kitaptaki en keskin alaylarından birini psikanaliz ilmine yönelttiğine dikkat edin: Dr. Ramiz, psikanaliz ile dünyayı kurtarma iddiasıyla başlamışken, Psikanaliz cemiyetinde Osmanlı’dan kalma rüya tabirlerini okurken kendisi dahil herkesi uyutmaya sürükleniyor, oradan da tam da İrdal’a koyduğu teşhisteki gibi Mübarek’i (üstelik aslını da değil, kültür endüstrisinin tüketimi için hazırlanmış rüküş ve sahte halini) insan saymaya başlayarak kitaptan çıkıyor.
Kitabın yazılışından bugüne geçen 60 yıl içinde, Tanpınar’ın alay ettiği sorunların pek çok açıdan derinleştiğini, dallanıp budaklandığını görebiliyoruz: tüm iddiaları kılı kırk yarıp, sivrisineğin yağından kâr çıkarmak olan sektörler devasa budalalıklarında yıllarca sebat göstererek hesaplamakta, idrak etmekte güçlük çektiğimiz dev israflar yaratıyor, tüm dünyayı krize çekiyor, milyonlarca insanın hayatını karartıyorlar; “rasyonel”, ekonomik ve çağdaş bireyler ve şirketler olarak verdiğimiz kararlarla hep birlikte yarattığımız çöpün, aşırı tüketimin, israfın boyutlarını, dünyaya verdiği zararları tartışıyoruz her gün. (İnsanlık yıllarca tam 12:00’yi hesaplayacağız diye uğraştıktan sonra, aniden yazları öğle vaktini ortalama 13:00’e getirerek yüzyılların saat ayarı çabasını boşa çıkaran Yaz Saati uygulaması da, büyük bir ihtimalle, milyarlarca insanın kabullendiği, neye hizmet ettiği belirsiz, has bir Saatleri Ayarlama budalalığı).
Ne var ki, mesele yalnızca bu değil. Jacques Tati, Hulot’nun tüm şaşkınlığı içinde, aslında eski evlerin, postacıların, bisikletlerin, kıyafetlerin daha güzel, kullanışlı olduğunu ima eder; Playtime’ın sonunda, Hulot’nun yeni, lüks, ultra-modern bir restoranın açılışına dalıp ortalığı dağıtması filmin soğuk renklerini de yavaş yavaş sıcak renklere dönüştürür, kasılıp kalmış insanlar eğlenmeye başlarlar. Tanpınar’da ise, eski dünya da aynı alaydan payını alıyor; durmadan cinler-perilerle ilişki içinde olduğunu hayal ederek hazine arayan Seyit Lûtfullah, kayıp zenginliğini Aristidi Efendi’nin simya deneyleriyle tekrar ele geçirmeye çalışan Osmanlı paşası, Ahmet Zamanî ile ilgili söyledikleri yalanı Van Humbert’e anlatırken rezil olmaktan “dervişçesine tavırlarımız ve lâubaliyane, hattâ tiryakice ahvalimiz” sayesinde kurtulan Hayri İrdal, kitabın orta bölümündeki kahvehanenin sakinleri, İspiritizma cemiyetinin müdavimleri saçmalamakta, dalalet içinde yaşamakta Halit Ayarcı’dan geri kalmıyorlar. (Berna Moran, kitap üzerine yazdığı makalede, kitapta hiçbir sahtekârlığa, dalalete bulaşmayan yalnızca iki karakter olduğuna, ikisinin de ortak özelliğinin işlerini, mesleklerini emek vererek, nizamıyla yapmak olmasına dikkat çekiyor: İrdal’ın ustası, eski zaman insanı Muvakkit Nuri Efendi ve İrdal’ın oğlu, Cumhuriyet çocuğu Ahmet). Demek ki, kitabı yalnızca çağdaşlaşma-modernleşme eleştirisi olarak görmek, Tanpınar’ın hem geçmişin dünyasını, hem de kendi dönemini aynı keskinlikle hicvettiğini gözden kaçırmak anlamına geliyor.
Bence, bu noktada, kendi görmek istediklerimizi Tanpınar’da görmek yerine, kitabın sahiden ne anlattığına bakmamız, Tanpınar’ın başta kendisi olmak üzere hemen herkesle dalga geçen, insan çabasının toplu budalalıklarının bir katalogunu çıkaran yaklaşımını farketmemiz; bu noktada Kundera’nın roman sanatı üzerine (Cervantes’in benzer bakış açısını merkeze alarak) söylediklerini hatırlamamız gerekiyor:
Romanın eğilimi karmaşıklıkların eğilimidir. Her roman okuyucuya şunu söyler: “Olaylar sandığından çok daha karmaşık.” Romanın bu evrensel doğrusu, sorudan önce gelen ve onu dışlayan basit ve çabuk yanıtların gürültüsü patırtısı içinde gitgide daha az duyulmaktadır. Zamanımızın anlayışına göre haklı olan ya Anna’dır ya da Karenina. Bize bilimin zorluğundan ve anlaşılamayan doğrudan sözeden yaşlı Cervantes’in bilgeliği ise can sıkıcı ve yararsız görülüyor. (Roman Sanatı,, çev. İsmail Yerguz, s. 26-27).
Kitabın çevirisindeki sorunları başka bir yazıda ele aldım; orada da yazdığım gibi, çeviride yüzlerce anlam hatası olmasına rağmen, uzun bir masabaşı çalışmasıyla cümle cümle elden geçirilirse çevirinin kurtarılabileceğini düşünüyorum.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Penguin’den yayımlanan İngilizce çevirisi, kitabın çevresine eklediği metinlerde, bu iki yorumu, alafranga-alaturka saat meselesini ve modernite eleştirisi yorumlarını iyice karikatürize, giderek gülünçleşmiş argümanlarla önümüze getiriyor ne yazık ki. Kitabın arka kapak yazısı, Enstitü’nün “Türkiye’deki tüm saatleri Batı saatine çevirmek” amacıyla kurulmuş olduğunu yazıyor; böylece, arka kapak yazısını yazanın kitabı dikkatle okumamış olduğunu hemen anlıyoruz. İki paragraflık yazıda bu türden başka hatalar da var: yazının başlığı bu çevirinin“İngilizcedeki ilk çeviri” olduğunu söylüyor, yazıda Seyit Lûtfullah bir “televizyon mistiği” olarak anılıyor, Hayri İrdal’ın hayatının kitapta “psikanaliz seansları esnasında anlatıldığı”nı söyleniyor. Oysa, kitap İngilizcedeki ikinci çeviri; olaylar televizyonun ve televanjelistlerin ortaya çıkmasından çok önce geçiyor; Hayri İrdal ise hayatını psikanaliz seansları formunda değil, güya kendi yazdığı bir kitap aracılığıyla anlatıyor tabii ki. Bunlar, ilginç ve talihsiz bir biçimde gözden kaçmış diyelim; belli ki, kitabın yayıma hazırlanma işlemlerinde, kitabı sahiden de okuduğuna emin olduğumuz iki kişiye, kitabın çevirmenleri Mauren Freely ve Alexander Dawe’e bile danışılmadan bu arka kapak yazısı hazırlanmış.
Kitapta bir de Pankaj Mishra imzalı bir önsöz var. Bu önsözde işler daha da renkleniyor; haksızlık etmemek için, önce bu önsözün argümanını özetleyeceğim:
Mishra, Doğu toplumlarının (Rusya, Çin, İran, Türkiye, Japonya, Hindistan) modernleşme çabalarını güçlü liderler eliyle, topluma şiddetle ve aniden dayatılmış değişimler olarak görüyor. (Mishra’ya göre, Doğu toplumlarında bu liderlerden önce lineer bir zaman anlayışı bile pek yok). Oysa bu yabancı tohumlar hiçbir zaman yeşeremiyor bu toplumlarda, muğlak sonuçlara yolaçıyorlar; Türkiye örneğinde, “onyıllar süren bir laik diktatörlüğün ılımlı bir İslamizme dönüştüğünü” söylüyor Mishra. Tanpınar’ın, Huzur’da çağdaşlaşmanın ve Kemalizmin isteklerinin aksine, İstanbul’un eski değerlerine o mahut “hüzün” ile baktığını, zaten hocası Yahya Kemal’in de “yeni icat edilmiş Türk vezni” yerine İran’ın geleneksel aruz vezniyle yazdığını söylüyor. Her ne kadar Kemalistler “Türk yazarlarını yeni rol modelleri yaratmak üzere, sadık ve zeki bir vatandaş topluluğunu eğitme görevi için taraflarına çekmeye” çalışmış olsalar da, Tanpınar, Huzur’da bu çabayı reddetmiş; modernist edebiyatın tekniklerini kullanıp, Baudelaire’in flaneur’unun bakışına sahip çıkarak, başka bir eski-yeni terkibinin arayışına girmiş.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ise durumun daha da fenalaştığını söylüyor Mishra: dünya öylesine değişmiş ki, artık Tanpınar’ın Huzur’da aradığı geçmiş ve gelecek “terkib”i mümkün değil; “devlet tarafından dikte edilen ve saftirik halk tarafından kucaklanan yükselme-ve-ileriye-gitme anlatısı artık herşeyi zehirlemiş durumda”; “Türkiye’nin Kemalist eliti eliyle yapılmış büyük ve dönüşsüz maddi dönüşümlerine (endüstrileşme, makinalaşma, demografik kaymalar, orta-sınıf alışveriş kültürü ve hızlı iletişim)” modernist edebiyatın ruhsal teknikleri yetişemiyor artık.
Mishra’ya göre, Tanpınar’ın satirinin hedefini anlayabilmek için, 1926’da Atatürk’ün batı saatinin ve takviminin kullanılmaya başlayan yasayı geçirmesini bilmemiz gerekiyor. Daha önce, Türkiye’deki pek çok kişi için, zamanı anlamak için müezzini duymak yeterliymiş; oysa Atatürk, ülkenin her tarafına saat kuleleri dikilmesini emretmiş. Hâlâ eski saate uyanlar ağır cezalara çarptırılmışlar. Atatürk’ün saat kuleleri, gayet ehven bir fiyata “tertip ve düzenin, güvenilirliğin, dakikliğin ve hassasiyetin öneminin propagandasını” yapmış ve hayatı Batı-stili kompartmanlara bölerek iktisadi verimliliği arttırmış, zamana parasal değer biçmişler. Mishra, Hayri İrdal’ın dayısından sünnet hediyesi olarak bir saat almasının, İrdal’ın bu türden dertleri tanımadığı modern-öncesi cennet bahçesinden kovulmasını işaret ettiğini söyüyor.
Mishra’ya göre, Tanpınar, İrdal’ı “Kemalist Türkiye’nin pek çok yönünü hedef almak için kullanıyor”; Ahmet Zamanî hikâyesini, örneğin, Kemalist devletin sahtekârlığının, “eski zaman düzeniyle oynamasına tarihsel öncül bulma” çabasının bir örneği olarak görüyor. Roman, sonuç olarak, “daha az ‘gelişmiş’ toplumlardaki insanların bilinmeyen acılarını, eski varoluş biçimlerinden köklenerek ayrı bırakılmış, ebediyen tarihin bekleme odasında sürünmek zorunda olanların acılarını” anlatıyor Mishra’ya göre.
Mishra’nın görüşleri ve bilgileri bunlar. Penguin baskısı, bu önsözle 2013’ün sonlarında yayımlandı. Mishra, şu “Atatürk’ün saat kuleleri ve ağır cezalar” meselesini Guardian’da Şubat 2015’te yayımlanan bir makalesinde de kelimesi kelimesine tekrarladığına göre, demek ki bu süre boyunca yazdıklarından hiç şüphe etmediği gibi, çevresinde hiç kimse ona işlerin böyle olmadığını, saat kulelerinin Cumhuriyet döneminden değil Osmanlı’nın son döneminden olduğunu, yukarıda özetlediğim merkezî saate geçişin gerçek tarihçesini anlatmamış, kendisi de doğrusunu öğrenmeye gerek duymamış. Benzer bir biçimde, saf Türkçeye, Türkçenin ritmlerine dönüş çabası, birebir benzerleri İrlanda’da, Yunanistan’da da yaşanan, zaten Cumhuriyet’ten önce başlamış bir tartışmaydı; yüzlerce yıllık hece veznini Kemalist devlet icat etmemişti tabii.
Belli ki, Mishra’nın tarihi biraz daha dikkatli okuması, saatten, zamandan uzak olmak bir yana, astronomiyi, matematiği yüzyıllar boyunca kurmuş toplumların bizzat Müslüman ve Hint dünyası olduğunu hatırlaması; daha da önemlisi, dünyanın yüzyıllar boyunca endüstrileşme, merkezileşme ve birbirine bağlanma yönündeki eğiliminin kaynağının birkaç otoriter liderin inadından ibaret olmadığını farketmesi gerekiyor. Yoksa, Türkiye’de de, eminim, “endüstrileşme, makinalaşma, demografik kaymalar, orta-sınıf alışveriş kültürü ve hızlı iletişim”in Mustafa Kemal’in şahsi eseri olduğuna büyük bir gururla inanmak isteyecek olan çıkabilir. Bu gelişmelerde yalnızca doğu toplumlarının seçkinlerinin ve halklarının çağdaşlaşma, çağı yakalama isteklerinin değil, batı toplumlarının da büyük rolü vardı. Bizzat merkez, merkezin sermaye birikimi bu değişiklikleri arzu etmiş, yönlendirmiş ve yatırımlarıyla gerçekleştirmişti; sermaye birikiminin sürmesi, sermayeye yeni pazarlar açılabilmesi, kârlılığın sürmesi için tüm bunlar (demiryolları, standartlaşma, fabrikalar) gerekiyordu. Modernleşme, üç beş liderin kısa süreli ve ani inadıyla değil, yüzyıllar süren, milyonlarca insanın katıldığı dönüşümlerle ortaya çıktı. Türkiye’nin modernleşmesi de, Atatürk’ün doğumundan yıllarca önce başlayan ve ölümünden sonra yıllarca süren bir dönüşüm.
Türkçenin en önemli kitaplarından birini İngilizce okura sunan bir yazıda, eğer bu görüş ifade ediliyorsa, Türkiye’de olan biteni bundan çok farklı, hatta buna taban tabana zıt olarak yorumlayan onmilyonlarca kişinin var olduğu da söylenmeliydi mutlaka.
Ben, 12 Eylül döneminde öğrenci olduğum için önce Kemalizm propagandasını, sonra da 2000’lerin siyasi tartışmasını takip ederken anti-Kemalizm propagandasını dinlemekten yorgun düşenlerdenim. Mishra’nın önsöz boyunca durup durup Kemalizmin fenalıklarını tekrarlaması da, bana bu durumu, örneğin Küçük Prens’in meşhur “bir Türk diktatör...” pasajının türlü çevirilerinden İslamcı olanında kaptırıp araya girerek uzun uzun kıyafet devrimine saydıran çevirmeni hatırlattı.
Türkiye’nin 90 yıllık tarihini “onyıllarca süren laik diktatörlüğü izleyen ılımlı İslamizm” olarak özetlemek bir görüştür, ifade edilebilir, ediliyor da zaten; ama Türkçenin en önemli kitaplarından birini İngilizce okura sunan bir yazıda, eğer bu görüş ifade ediliyorsa, Türkiye’de olan biteni bundan çok farklı, hatta buna taban tabana zıt olarak yorumlayan onmilyonlarca kişinin var olduğu da söylenmeliydi mutlaka.
Kitabın Mishra’nın sevmediği kavramların (modernleşme, batılılaşma, Kemalizm...) değil, genel olarak insanlık halinin bir hicvi olduğunu yukarıda açıklamaya çalıştım. Tanpınar’dan bir anti-Kemalist kahraman çıkarma hayalinin beyhudeliği, bence, yalnızca bu kitabı dikkatle okuyan biri için bile aşikâr. Tanpınar’a önsöz yazmaya kalkışmış biriyse, Tanpınar’ın günlüklerinde, mektuplarında, denemelerinde gayet açıkça ifade ettiği siyasi görüşünü bilmeli, hayatı boyunca CHP’li olarak kaldığından haberdar olmalıydı; Tanpınar’ın Atatürk devrimlerinde itiraz ettiği tek yönün dil devrimi olduğunu, bunun dışındaki tüm çağdaşlaşma, sanayileşme çabasını tek çıkar yol olarak gördüğünü tekrar tekrar ifade ettiğini bilmeliydi.
İrdal’ın dayısının sünnet hediyesi saate dönelim. Mishra’ya göre bu saat, İrdal’ı “o andan itibaren, modern Türkiye’nin bir vatandaşı” yapıyor; “bireysel bir üretici ve tüketici olarak Türkiye’nin kolektif gücünü yükseltmek için vazifesini yapması” gerekiyor artık. Oysa, alıntıladığı cümleden sonrasını okumaya devam edince, biz, bu saatin İrdal’ın hayatı boyunca sürecek saat sevgisini başlattığını, “belki de İrdal’a asıl hürriyetin kapısını açtığını” görüyoruz (çeviride “asıl” kelimesi kullanılmamış). Bunun hemen arkasından, saat ayarını ve saatleri Atatürk’ün topluma dayattığı bir dönüşüm olarak sunması, Osmanlı’da daha önce hassas saat ayarının pek olmadığını söylemesi ise, Mishra’nın önsözünü yazdığı kitabı okumayı kaçıncı sayfada bıraktığını kesin olarak saptamamıza yardımcı oluyor ne yazık ki. 394 sayfalık kitabı okumayı 21. sayfada bırakmış Mishra, devam etseydi şunları görecekti:
Herkes bilir ki, eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. Hattâ sonraları Muvakkit Nuri Efendiden öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima Müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi.
Adım başında muvakkithaneler vardı. En acele işi olanlar bile onların penceresi önünde durarak cebinden, servetlerine, yaşlarına, cüsselerine göre altın, gümüş, sadece savatlı, kordonlu, kordonsuz, kimi bir iğne yastığı, yahut kaplumbağa yavrusu kadar şişkin, kimi yassı ve küçük, saatlerini besmeleyle çıkarırlar, sayacağı zamanın kendileri ve çoluk çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlarlar, kurarlar, sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için kendilerine verdikleri müjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi hemen hemen iç âleme büyük ve ebedî inançların sesiydi. Onun, kendisine mahsus, hayatın her iki buudunda genişleyen hassaları vardı. Bir taraftan bugününüzü ve vazifelerinizi tâyin eder, öbür taraftan da peşinde koştuğunuz ebedî saadeti, onun lekesiz ve ârızasız yollarını size açardı.
Kitabın çevirisindeki sorunları başka bir yazıda ele aldım; orada da yazdığım gibi, çeviride yüzlerce anlam hatası olmasına rağmen, uzun bir masabaşı çalışmasıyla cümle cümle elden geçirilirse çevirinin kurtarılabileceğini düşünüyorum. Buna karşılık, önsözde ve arka kapak yazısında kitabı okumamış, bahsettikleri konular hakkında koskoca bilgi hataları yapan yazarların, Tanpınar’ın gerçekliğiyle hiçbir ilgisi olmayan, tümden kendi siyasi inançlarına uygun bir karikatürünü yaratmalarından bu kitabı mutlaka kurtarmak gerekiyor.
Tanpınar’ın bu önemli romanının nihayet İngilizce okurun önüne çıktığı zaman bu hâle getirilmesi ile kitabın içeriği arasında (kitabı okumaya zahmet edecek önsöz yazarlarının bile görebileceği) müthiş ironik paralellikler var; pek çok çeviri hatasını üzerine bir de böyle bir önsözün eklendiği kitap, bana son bölümlerde ortaya çıkan sahte, süslü Mübarek’i hatırlatıyor örneğin. Bu noktayı, çeviri ile ilgili yazımın sonunda kitaptan alıntılarla örneklemeye çalıştım.
Yukarıda özetlediğim, yazarın başta kendisi olmak üzere herşeye güldüğü karnavalesk bakış açısını, Cervantes’in izinde dünyanın tüm karmaşıklığını gösteren ironiyi tekrarlayacak değilim. Yazıyı kapatırken, dikkatinizi şuna çekmek istiyorum:
Hayri İrdal’ın diline, esprilerine, dünya karşısındaki çaresizliğine, rahatına düşkünlüğüne, eser verememesine; bizzat kendisi hakkına konuşurken söyledikleri aracılığıyla hakikatin katman katman olduğunu, samimiyetin sandığımızdan çok daha başka birşey olduğunu bize çıtlatmasına dikkat edin. Hemen kitabın başında, oyunu şöyle kurar İrdal:
Sonra koltuğuma gömülerek, hayatımı düşünmeğe, unutulması, bahsedilmeden geçilmesi veya değiştirilmesi icap eden şeyleri ayıklamağa, behemehal yazılacakları derinleştirmeğe, hulâsa bir yazıdan ve bilhassa hâtırat cinsinden bir yazıdan samimilik denen şeyin istediği bütün sıkı şartları göz önünde tutarak, hâdiseleri zihnimde sıralamağa çalıştım.
Çünkü ben Hayri İrdal, her şeyden evvel mutlak bir samimilik taraftarıyım, insan her şeyi açıkça söylemedikten sonra neden yazı yazsın? Bu cinsten kayıtsız ve şartsız bir samimilik ise behemehal bir süzme, eleme ister. Siz de kabul edersiniz ki, her şeyi olduğu gibi söylemek mümkün değildir. Sözü yarıda bırakmaktansa, vaktinde iyi tasarlamak, okuyucu ile behemehal anlaşacağınız noktaları seçmek gerekir. Çünkü samimiyet tek başına olan iş değildir.
Bu dili Tanpınar’ın mektuplarındaki mizah anlayışıyla, bir yandan havadisleri tatlı tatlı kaynatarak, kendisiyle de durmadan dalga geçerek şakalaşıp, bir yandan işlerini halletmesiyle; günlüklerinde durmadan kendiyle hesaplaşmasıyla, kendinden memnuniyetsizliğiyle karşılaştırın: göreceksiniz ki İrdal’ın sesi, zihni, bizzat Tanpınar’ın sesi, Tanpınar’ın zihnidir. (Bunu ilk düşünen, ilk keşfeden ben değilim tabii; örneğin Işıl Uçman Altınışık’ın Osmanlı’da Zaman-Mekân Kavrayışının Değişimi makalesinde İrdal’ın bir tür Tanpınar olduğu görüşünü bulabilirsiniz.) Tanpınar’ın birinci tekil şahsın ağzından yazdığı tek romanı bu; İrdal’ın edebiyattan, okuma-yazma işlerinden anlamama iddiasına rağmen böylesi güzel kurulmuş bir metnin “yazarı” olması çelişkisinin açıklaması da bu bence.
Tanpınar, İrdal’ın zihnini ve hayatını yazarken, bizzat kendisinin de hayatı boyunca boğuştuğu, değişik veçhelerini tanıdığı, ve sonuç olarak kendini karşısında ağır bir mağlubiyet içinde hissettiği bir meseleyi, dünyevi başarı meselesini merkeze almış. Benim gözümde tüm kitabın omurgası işlevini gören en önemli tema, kitabın psikolojik odağı bu. Dünyamızda, Halit Ayarcı gibi, dalalet içinde olsalar da, karizmaları, enerjileri, ilişkileri, olaylara “başka bir realizmle”, dürbünün başka bir tarafından bakmalarıyla başarılı olan, saçmalasalar bile dokunduklarını altına dönüştürebilen insanlar var; bir zanaatı gerçekten bilen, insanları, olayları gerçek cephesiyle, olduğu gibi gören, ama girişken olmayan, rahatına düşkün, sebatsız, sessiz, hayata, olaylara biraz dışarıdan bakan Ahmet Hamdi’ler (ve Hayri İrdal’lar) ise bu dünyada başarılı olamıyor, bir kenara süprülüyorlar. Kitapta, Tanpınar, bir zihin egzersizi yaparak, Halit Ayarcı’nın peşine takılıp aslında kendisinin de aklına yatmayan bu Enstitü işine giren İrdal’a, Tanpınar’ın kendi hayatında ulaşamadığı ya da elinden kaçırdığı maddi ve manevi başarıları yakalatmış; hizmetçili köşkte oturmayı, aşık olduğu kadınların gönlünü kazanmayı tattırarak, kendi hayatında boğuştuğu meseleler üzerine alternatif bir tarih yazmış. Tanpınar’ın kitaba eklemeyi düşünüp sonradan vazgeçtiği mektubun satır aralarında da Tanpınar’ın bu meselelerle boğuşmasının izlerini görüyorum. İşin bu boyutunu tam olarak görebilmek için, İrdal’ı, bir de Tanpınar’ın günlükleri ve mektuplarıyla yanyana okuyun derim.