Reşat Nuri’den bana kalan birkaç not

"Reşat Nuri’den bana kalan birkaç düşünce var. Bunlardan birincisi toplumun içine gömülü olan ve her an hortlamaya hazır olan cellatlık kültürü. Ki bu kültür siyasal kırılma anlarında aniden ortaya çıkıyor ve hayatın aslında ta kendisi olan gri zeminleri öldürüyor..."

Okur steril edebiyatçıyı pek sevmez Türkiye’de. Yüksek siyasi ideallerden kendisini uzak tutan yazarı küçümser. Çünkü apolitik yazar bir derdi, bir davası olmayan kişilerin edebiyatla oyalanmasına yardımcı olur sadece. Onun dünyayı bir ahlaka sığınarak dönüştürmek, olguları sorunsallaştırmak ve kurgusal çatışmaları siyasi bir imge veya söylem yaratmak için kullanmak gibi derdi yoktur. Dolayısıyla doğru okura da hitap etmezler. Varlığını yüce bir ülküye adamayan ve bundan ötürü hor görülen okur ile apolitik yazarın buluşması haber değeri taşımaz. Oysa edebiyatçı ellerini kirletmeli, romantik bir şövalye olmalı, bitmek tükenmek bilmez savaşlara girmeli, ilgi çekici polemiklerde yıldız gibi parlamalıdır. Siyasi tartışmalara cephane üretmeli ve kitabının çantasına girdiği üniversite öğrencisinin politik tutumu hakkında bizlere net bir bilgi vermelidir. Öyle ki, sıradan insanların hayatından bir kesit dahi anlatsa, bu alelade öykü, okuyanların onda felsefi kerametler aramasına vesile olmalıdır.

Reşat Nuri’nin talihsizliği tam da bu noktada başlar. Bu steril olma haline duyulan alerji ve siyasi tutumuyla anılan edebiyatçılara gösterilen hürmet onu gölgeye iter. Birçok genç okur Reşat Nuri’yi Osmanlı’nın son dönemini, İstanbullu beyzadelerin ve paşa kızlarının aşk maceralarını ilginç kılmak için arka plan olarak kullanan bir romancı olarak görür. Bunda kuşkusuz Reşat Nuri’nin televizyona aktarılan ve popüler diziler haline getirilen romanlarının etkisi çok büyüktür. Bu sayede okuyucu kitlesi yerini televizyon izleyicisine bıraktı ve haliyle daha da küçümsendi. Aydan Şener’in ve Kenan Kalav’ın o yıllardaki popülaritesi göz önünde bulundurulduğunda, Reşat Nuri eserlerine gösterilen ilginin edebiyata yeni bir dünya yaratmak misyonu yükleyen sağlı sollu birçok çevrede bir küçümsemeyle karşılık bulduğunu tahmin etmek zor değil. Belki bu yüzden, üniversiteye başladığım yıllarda yanına gidip geldiğim bir siyaset bilimi profesörü roman okumanın zaman kaybı olduğunu ve siyaset bilimi metinlerine ağırlık vermem gerektiğini, dikkatimi dağıtacak işlerden uzak durmamı öğütlemişti. Neyse ki bu tip telkinlere pek itibar etmedim. Okuduğum romanların sosyal ve siyasal dünyaya dair kavrayışımı oldukça geliştirdiğini memnuniyetle gördüm. Ne var ki, bunlar arasında uzun süre Reşat Nuri romanları olmadı. Sanıyorum benim cahilliğim; ondan öğrenecek pek bir şeyin olmadığına dair örtük bir kanaatim vardı.

Yeşil Gece romanını okuduktan sonra derin bir utanma hissinin çöktüğünü hatırlıyorum. Çünkü uzun zamandır kendi akademik çevreme ülkede merkez siyaseti savunan bir aydın geleneğinin olmamasından yakınıyordum. Halbuki Reşat Nuri yıllarca orada öylece durmuştu ve ben habersiz bir şekilde yaşamıştım. Hadiseyi benim açımdan daha da ilginç kılan taraf, Yeşil Gece’yi 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra okumamdı. Oluşan siyasi atmosfer hiç iç açıcı değildi. Birçok insan birbirinin celladı haline gelmişti. Televizyonlarda yorumcular, gazetelerde köşe yazarları toplumu soyut bir tehdide karşı seferber etmeye koyulmuştu. Siyasetçiler 15 Temmuz gecesi oluşan teyakkuz halinin olabildiğince sürmesini arzuluyor ve vatandaşlara şüphelendikleri durumlarda birbirlerini ihbar etmeleri gerektiğini söylüyordu. Hepimiz sesimizi çıkartamayacağımız bir korku psikolojisine teslim edilmiştik. Dışarıda ya çevresindeki suçluları fişlemeyi kendine iş edinmiş cellatlardan ya da bu kültürün kurbanı olmamak için susan insanlardan başka kimse yoktu.

Ali Şahin Hoca’nın Meşrutiyet ile başlayan ve Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar devam eden hikâyesi aslında bir asırdır değişmeyen bir döngünün içinde olduğumuzu göstermesi bakımından çok ilgi çekiciydi. Zira siyasal kırılmaların toplumun içindeki radikalizmi ifşa etmesi, bunun ortaya çıkardığı gürültünün gri zeminlere, incelikli tartışmalara, insani mazeretlere alan bırakmaması ve dönemin siyasi otoritesinin bunu fırsat bilerek kendini tahkim etmesi yaklaşık bir asır önce de vardı ve 15 Temmuz sonrasında da yeniden hortlamıştı.

Peki nedir bu gri zeminler, incelikli tartışmalar ve insani mazeretler? Aslında yaşadığımız hayatın soyut korkulardan veya özlemlerden, ahlaki hamasetten ve tutkulu idealizmden arınmış tarafı. Yani kendiliğinden kurulan düzenin insanlar tarafından uyum içinde devam ettirilme biçimi. Biraz muhafazakâr gelebilir ama bir fark var. Yeniliğin de bu düzende bir yeri vardır. Yeni olan yerleşebilmek için mücadele eder. Ali Şahin öyle yapmıştı mesela. Temas ettiği toplumun gerçekliğiyle barışıktı. İnsanları ikna yoluyla dönüştürmeyi bir şekilde beceriyor, onların zaaflarını yargılamadan, onları aşağılamadan, yaftalamadan ve kahraman olmaya zorlamadan iletişim kurabiliyordu. Burası hep karıştırılır. Sanki bir idealin gür sesiyle topluma haykırmayan kişiler toplumun mevcut zaaflarını sömüren işgüzarlarmış gibi tanımlanır. Halbuki bunlar birbirinin zıddı değildir. Hatta çoğu zaman aynı kapıya çıkar. Yani aydınlanmanın radikal icrası karşılık olarak dinin ve geleneğin radikal direnciyle karşılaşır. Oysa bu böyle olmak zorunda değildir. Ne aydınlanma ne de gelenek kaçınılmaz bir biçimde radikal bir tavır sergilemek durumdadır. İkisi de kendi ılımlı formunu yaratabilir. Bobio’nun sağ ve sol kavramlarını ele aldığı çalışmasında da vurguladığı gibi, asıl kutuplaşma radikallikle ılımlılık arasındadır. Yani ideoloji yerine metodoloji ekseninde bir karşıtlık pekâlâ kurulabilir. Reşat Nuri farkında olmadan bunu keşfetmişti. Ve bizlerin şu sıralar mumla aradığı, merkez siyasete rehberlik edebilecek aydın rolünü daha o yıllarda oynamaya başlamıştı.

Benim Reşat Nuri ile olan münasebetim Miskinler Tekkesi romanıyla devam etti. Bu kitabı bitirdiğim zaman da ilkinde yaşadığıma benzer bir utanma duygusuna kapıldım. Çünkü bu kitap Türk siyasi hayatına dair yapısal bir analiz ve eleştirel bir politik ekonomi okuması yapıyordu. Bir serasker torununun Türkiye’nin yaşadığı siyasal süreçlerle eşgüdümlü olarak aşama aşama dilenciliğe sürüklenmesi ve bütün bunlar olurken zihninden geçenleri büyük bir dürüstlükle okurla paylaşması sadece Türk edebiyatı açısından şaşırtıcı değil, aynı zamanda analitik bir siyasi tarih anlatısı olarak da dikkat çekici. Zira dilenciliğe sürüklenen paşa torunu kendisini ailesinden farklı görmez. Onların da bir Osmanlı geleneği icabı padişahın sofrasından artan ve sadık kullara bohça içinde gönderilen kırıntıları büyük bir nimetmiş gibi sofra başına toplanıp iştahla yemesi bir nevi dilenciliktir.

Burada ilginç bir şeyler söylüyor Reşat Nuri. Aslında hikâyede anlatılan dilencinin bir metafor olma ihtimali beliriyor okuyucunun zihninde. Abdülhamit’in sadık kullarından olan, onun saltanatı için kendini feda etmeye hazır olan ve yine onun lütfuyla refah içinde yaşayan bir Osmanlı ailesiyle, Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıkan yeni bir yanaşma sınıfının ortak mesleği dilencilik olabilir mi? Elbette olabilir.

Serasker torununa kendi emeğiyle saatlerce bir atölyede ayakta durarak para kazanmanın zor geldiğini, bunun neticesinde dilenciliğe geri döndüğünü biliyoruz. Yani para kazanmanın daha konforlu yolları olduğunu keşfediyor. Ve sürekli olarak kış aylarında yanan kaloriferin sıcaklığından istifade etmek için gittiği devlet dairelerinde mide bulandırıcı ast-üst ilişkilerinde tanık olup bu yanaşmalarla kendi mesleği arasındaki farkı sorguluyor. Ettienne de la Boettie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev eserinde tasvir ettiği, piramit şeklinde örgütlenen ve en alt düzey memurdan en tepeye kadar uzanan bir sadakat ve çıkar bağını bizzat gözleriyle görüyor ve bu mekanizmanın farkına varmayı başarıyor. O memurların da aslında kendisi gibi dilenci olduklarından şüphesi kalmıyor. Romanın en vurucu cümlesi dilenciliğin inceliklerinin anlatıldığı kısımda mevcut. Bir dilencinin muvazenesini kaybetmiş kişileri hissedebildiğini, çok sevinçli veya çok üzgün birisine hemen yaklaştığını ve sadakasını aldığını söylüyor. Dilencilerin aklı başında, soğukkanlı kimselerden pek hoşlanmaması anlamına geliyor bu. Bunun da siyaseten bir anlamı var. Hükümetlerin dengelerini kaybettikleri, anlamsız bir hoyratlık ve hırçınlık içinde davrandıkları zamanlar, kamu kaynaklarının yağmalanmasına en fazla müsaade edilen, yani dilencilerin üşüşmesine göz yumulan dönemler değil midir?

Peki, durumu tespit etmek onu değiştirmeye kâfi midir? Reşat Nuri için kişiyi işgüzar bir yanaşmaya çeviren yapı da, bu yapının mahkûmu olmayı kabul eden toplum da kabahatlidir. Fakat bu durum yaşadığımız sorunları çözme iddiasındaki eleştirel yaklaşımları masumlaştırmaz. Üst perdeden atılan idealist nutukların gerçeğin soğuk duvarına çarpıp parçalanması, toplumun aydınlarının kati suretle konfor alanlarını terk etmemesi, bedel ödemeyi göze almaması ama yine de insan sıradanlığını bir kahraman edasıyla yargılaması eleştiriyi hak eder. Bir dönemin Balıkesir muhasebecisi, şimdilerin iktidar yanaşması Tahir Bey’in kendisini ahlaka davet eden oğluna çektiği rest bunun için anlamlıdır. “Hem kotra sahibi hem ülkücü (idealist) olunmaz. Bırakın bu ihtişamı; hepimiz ahlaklı olacaksak İstanbul’da yaşamamalı, Balıkesir’e geri dönmeliyiz” der Tahir Bey kendisini ahlaki zaaf ile itham eden oğlu Necdet’e. Cevap alamaz, çünkü kimse bedel ödemeye hazır değildir.

Reşat Nuri’den bana kalan birkaç düşünce var. Bunlardan birincisi toplumun içine gömülü olan ve her an hortlamaya hazır olan cellatlık kültürü. Ki bu kültür siyasal kırılma anlarında aniden ortaya çıkıyor ve hayatın aslında ta kendisi olan gri zeminleri öldürüyor. Burada artık medeni insanların birbirileriyle kurduğu ilişkilerden değil, Thomas Hobbes’un tasvir ettiği doğa durumundan, Kemal Tahir’in kurt kanunundan bahsedebiliyoruz; ve bu oyunu her zaman en vahşi olmaktan utanç duymayanlar, bununla yüzleşmeyenler ve kendilerini en hızlı şekilde meşrulaştıranlar kazanıyor.

İkincisi, refah transferi emek, girişim, sermaye, risk gibi kavramlarla açıklanamıyor ve devlet eliyle gerçekleşiyor. Devlet bir saadet kapısı, dengesi bozuldukça etrafına daha çok para saçan, yolunacak bir kaz. Kamu otoritesinin dengesizlikten neşet eden zaafları takım elbise giyinmiş kibar dilencilerin peydah olmasına ve devleti bir kene gibi sömürmesine yol açıyor. Bu insanların yanında, sokaklarda bize ele açan dilencilerin masumiyeti göz kamaştırıyor.

Üçüncüsü ise, bu düzeni eleştiren aydınların aslında değişim için gerekli bedelleri ödemekten sürekli olarak kaçınması ancak sözün şehvetine bir türlü direnememeleri ve ahlak vaaz eden pozisyondan çekilmeye bir türlü razı gelmemeleri. Öyle ki, Değirmen romanından ilham alarak söylersek, aslında hiç gerçekleşmemiş bir zelzelenin ardından “milli zelzele şuuru” nutukları atan da, bu yalanın yükünü bulduğu bir kurbanın sırtına yükleyip sıvışanlar da aynı kişiler.

Bunlar bir asır sonra hala bize musallat olmaya devam eden, Türk okuyucusuna elini kirletmemiş bir edebiyatçı gibi görünen Reşat Nuri tarafından zamanında teşhisi konmuş hastalıklar. Cerrahlığa hevesli ve dokunduğu hastayı hem iyileştireceğine dair umutlandıran hem de muhtemelen masada bırakacak yazarlarla dolu edebiyat dünyamızda bu işi sakin bir şekilde yapmak bu teşhislerin haliyle gizli kalmasına sebep oldu. Yine de Reşat Nuri’yi geç fark etmenin de bir güzelliği var. Hayatımızdan sessiz sedasız süzülüp geçen insanlardan birini yakından tanımanın ve onun içindeki istisnailiği keşfetmenin verdiği mutluluğu hissettiriyor.