Günlük hayatın hayhuyu içinde duyduğumuz, okuduğumuz, izlediğimiz vahşete bir illüzyondan sıyırmayı başarsak bile alışıyoruz. Dahası bu kara haberler, bombalar, patlamalar, ölümler... çoğaldıkça kayıtsızlaşıyoruz. Ama sanat...
07 Nisan 2016 14:30
TV’de, radyoda acılı bir haberi, patlayan kamyonları, bombaları, ölümleri… yani bir vahşeti duyunca, izleyince kuşkusuz üzülürüz. Ama yaşadığımız üzüntü bu çağda Baudrillard’ın söylediği gibi simülasyondan, yani görüntülerden ibarettir. Bu üzüntü aygıtla ilişkimiz kesildiği an biter. Herhangi bir şey ifade etmeyen reklam ya da bir film ile çok şey anlatan gerçek bir ölüm arasında bu sanal dünya üzerinden kurduğumuz ilişkide hiçbir fark yoktur. Çünkü bu sanal gerçeklik bizim için bir illüzyondur ve sadece izlediğimiz kadar vakit alır. Sonra dünyanın hızına, kendi gerçeğimize döneriz ve devam ederiz eylemimize, hiçbir şey yokmuşçasına.
İşte, günlük hayatın hayhuyu içinde duyduğumuz, okuduğumuz, izlediğimiz vahşete bir illüzyondan sıyırmayı başarsak bile alışıyoruz. Dahası bu kara haberler, bombalar, patlamalar, ölümler... çoğaldıkça kayıtsızlaşıyoruz. Kayıtsızlaştığımız hemen her şey ötekileşiyor, değersizleşiyor. Ki bugün bu kayıtsızlığın kaydı tutulamayacak kadar çok. İşte kayda, kale alınmayan meselelerden biri de: Mülteciler. Onlara “yok insan” demek daha doğru olur sanırım. Kimse görmüyor, duymuyor. Sistem sadece ölümleri ile tanımlıyor onları, hatta birer rakam olarak anlıyor ölülerini ve görmediği, köşe bucak kaçırdığı hayatlarını.
Modern dünya; bu sanal görüntülerle ve hızıyla hafızamızı bir unutma bahçesine dönüştürüyor. İnceliklerimizi nasırlaştırıyor, bizi hissizleştiriyor, baş döndürücü bitmez işleri ile sadece kendine çalıştırıyor. Mutlu azınlık için emeğini satan mutsuz çoğunluk ne için, nasıl, nerede yaşadığının farkında olabilecek koşullardan her geçen gün daha da uzaklaştırılıyor. Ve elbette bu dünyanın bize sunulandan, dayatılandan ibaret olmadığını anlamamıza yardımcı olacak yegâne anahtar sanat. Olan bitene farklı pencerelerden bakmamızı sağlayarak bize görünmezi görünür, bilinmezi bilinir, unutulanı hatırlanır kılacak, hakikati kavramamızı sağlayacak o büyük ışık...
Farklı sanatsal disiplinlerde kurduğum ilişki daima gerçeklik üzerinden olmuştur. Buradaki gerçekliği sadece zamana tanıklık, olan biteni kayıt altına alma ya da verili duruma itiraz değil, etik ve estetik bir yaklaşımla yeniden ele almak olarak düşünüyorum. Üzerinden zaman geçen ve pek çok yorumla değerlendirilip “yerli yerine” konulan tarihsel bir olayı farklı boyutlarıyla irdeleyip ele almak ve buradan sanatsal bir üretimde bulunmak ile içinde yaşanılan bir gerçekliği yeniden üretmek aynı şey değildir. Geçmiş, tarif ve tasnif edilip bir yere konularak “riskler”den uzaklaştırılmış bir sahadır. Ve bu yönüyle tehlikesizdir. Yani tarihsel bir olayı, kişiliği, felaketi bugüne gelen algı ve birikimle kesip biçip yorumlamak görece sağlamlık taşır. Oysa sanatsal üretim riskle vardır ve esas tekin olmayan bugüne, yaşanana dair yeni bir şey diyebilme cesaretidir. Bu cesaret, yaşananın kurulan mesafe ile sıcaklığından serinliğe geçilerek sağlanabilir.
Duyup, okuyup izleyip üzerine düşündükçe içinden çıkamadığım, acıya baktıkça batan bir gemi gibi soluksuz kaldığım yerde(n) başladı oyuna eğilmem. Hemen her gün ölüm haberleriyle karşılaştığım mültecilerden ölümden kurtulanların, dilsizliklerinin gözlerine acımasız bir dalga gibi vurduğu korku, kaçamayacak kadar büyüktü. Ben de bakmaktan kaç(a)madım. Haberleri okudukça çoğaldılar, çoğaldıkça hikâyeleriyle ayrıldılar, ayrıldıkları yerden birleştiler ve birleşince unutulmayacak kadar çoğaldılar. Birinin acısına bakmak, bir fotoğrafa bakmak gibi kısa sürmüyordu. Sürmedi de. Ondan kurtulamıyorsunuz ve o kendini size yazdırmaya başlıyor. Ben de bana yazdırılanı paylaşarak bir kurtuluştan ziyade onları “ışığa çıkarmak” istedim. Radyonun içinde kalmalarına tahammül edemedim de diyebiliriz. Radyodan dışarı çıkarken nasıl bir biçim alacaklarını, dillerini, üsluplarını, sertliklerini, renklerini, isteklerini, güçlerini, güçsüzlüklerini, acımasızlıklarını, umutlarını, ölümlerini, savaşlarını... koşulları ile kendileri belirledi.
Mağdurun diliyle zalimi, zulmü pekiştiren, meşrulaştıran ağlak bir üsluptan kaçındım. Evet, mazluma merhamet etmemiz için değil egemenlerce haşerat gibi görülen ve yaşatılan acılara karşı durarak… Ölmeye öldürmeye sürgün topraklardan kaçmak, iğne deliğinden görünen mutlu yarına, daha iyi bir hayat ihtimaline… Akdeniz’e ömürlerini teslim eden bu “yok insanları” kanımız üzerinden “oyun” oynanılan coğrafyada bir sabah mülteci olma ihtimalimizi de düşünerek korkusuzca kavramalıyız.
21. yy’da Akdeniz’in “umut mezarlığına” döndüğünü gördükçe denize bakmanın suçluluğunu hisseden insanlardan biri olarak bir yazgı gibi yaklaşılan yersizliği, yurtsuzluğu belirsiz bir yarınla seçerek sulara ömürlerini bir kamyon kum gibi döken mültecileri, üçüncü sayfa haberinden ve küresel yayın organlarındaki istatistiklerden çıkarıp bir oyunla kendi hayatlarında başrolü olmayan bu “yok insanları” anlama çabamdır Radyonun İçindekiler.
CABİR:
(...)
Ulan hayvanlar. Ben unutmadım siz de unutmayın. Kör
olsaydım da görmeseydim dediğim gözlerimle… O suskunluğu
gördüm. Siz de görün köpekler! Niye o yıkıntılara sustunuz. Durun demediniz!
Niye? Şimdi bizim ne farkımız var sizden? Ne?
Niye öldük öyleyse? Niye siz yaşıyorsunuz? O vakit siz de
kalın o kuyularda. O ateşler içinde kalın da boğulmuş bir
adamın sesiyle dünyaya bakmayı öğrenin, it oğlu itler!
Köpek soyları. Size öfkem geçmez lan! Yıllardır kulağımda
o suskun bedenlerin çığlığı var… Bir çocuğu alıp savaştan kurtarsanız da
ona yeni bir hayat sunsanız da onun acıyı gören gözlerini, duyan kulaklarını,
ellerini ondan kurtaramazsınız. Onlar onunla yaşar.
O acıyla kahırlanır. Savaş onun için bitmez! İçinden çıkmaz!
Benim savaşım bitmedi. Allah hepinizin cezasını versin.
Kimseye kölelik yapmamak için gideceğim.
Eğilmekten yorulduğum bu hayatta, benim önümde
eğilecekler artık. Bana kibarlık edecekler. Beni bilecekler
saygıda, beni bilecekler parada. Cebimde onların hayatlarının
alamayacağı parayla hepsinin önünde yürüyeceğim.
Bir varayım da o şehirlerde ben parlayacağım…
Cilalı taşlardan yapılı yollarda ışıltılı kumaşlar giyerek
büyük insan gibi saygı görerek yürüyeceğim. O güneşli
evlerde, büyük kapılarda, uzun sofralarda ben olacağım!
Ben varacağım oralara ve kimsenin askeri olmayacağım
artık, kimsenin…
Aklım, gövdem gevşeme, hüzünlenme… hiçbir yerde kinini
unutma! Kafanın içinde gezenleri, gözünün gördüğü
o baharı unutma! Sana yapılanları biliyorsun, günün,
vaktin şenliğine kapılma, acını ertelesen de unutma ölümü.
Seni öldürmek için gelen kahpeliği. O gün bu gündür
bir yılan gibi süzülüp içeri giren her haberi, her güler
yüzü, şüpheyle karşıla… Unutma, bir kez daha andın olsun
ki unutma! Öfkeni büyütmek için tutacaksın içinde.
Büyütmek ve unutmamak için…
***
AHLAL:
Susss! Günlerdir bir zalimin ağzına, eline bakıyoruz. Varımızı yoğumuzu
sattık, saydık onun eline. Ya şimdi? Yaşamak diye
geldiğimiz yere bak!
FADALE:
Varacağız ve kurtulacağız. Her şey düzelirse belki yine döneriz.
Bizim bir Sabitimiz var.
AHLAL:
Ben o günlerimi özlüyorum. Gözüm açık gidecek, bu yollarda
ölümüz bile belli olmayacak.
FADALE:
(Bağırır.) Orada belli mi ölün? Bir pazaryerinde
havaya uçunca. Evin taranınca, yollara atılınca
soyulmuş cesedin, devriye gezen bir tankın eğlencesi için
kuma gömülünce bedenin, Amerikan askerinin ateşi bitip
de seni yakmak isteyince... Ölün belli mi? Bir gün söyle
bana, ateşin ve ölümün konuşulmadığı bir gün!
AHLAL:
Ama bir biz değildik. Demek ki kalınıyormuş
da. Orada da yaşanıyormuş da…
FADALE:
Bunu ben yaratmadım. Ben kimseyi öldürmedim.
Oğlumu kurşuna dizen askeri de evimi yakanı
da... Bu kanı ben dökmedim. Yeter artık!
Yeter! Yaşamak istiyorum ben de… Ve istiyorum ki oğlum,
ölümün olmadığı bir yerde büyüsün. Kan görmediği,
insanın evinin basılıp havaya uçurulmadığı, kurşuna
dizilmediği bir yerde büyüsün. Bir hayatının olduğunu
bilsin, pazara giderken döner miyim demesin, sokağa çıktığında
durup baksın, bizim göremediğimizi, bilmediğimizi…
Sabit görmesin ölümleri… Yaşamı bilsin!
AHLAL:
Ama korkuyorum buralarda bir sığıntı gibi yaşamaktan
ve böyle ölmekten… Böyle perişan olmaktan...
FADALE:
Sığıntı değiliz. Biz sığıntı değiliz! Savaş bizim hayatımızın ve
aklımızın almayacağı kadar büyük. Bizim hayatımız da dünyamız da küçük.
AHLAL:
(Bağırır.) Nasıl sığıntı değiliz! Nereye gideceğimiz, ne yapacağımız,
dahası sağ kalacağımız belli değil. Koynumdaki iki altından başka bir şeyimiz yok.
Yüzen bir tabutun içinden geleceğe bakıyoruz. Şu karanlığa bir bak! Bir
şey görebiliyor musun?
FADALE:
Elbette görüyorum! Gördüğüm için çıktık yola. Bak,
dünyanın kaderini değiştiremiyorsan, sen kendi kaderini
değiştireceksin! Anladın mı? Biz Irak’ın kaderini değiştiremezdik.
Savaş, bizim aklımız ve hayatımızdan daha
büyük. Anlıyor musun, çok daha büyük! O, o kadar büyükken
orada sığıntı değil de neydik? Her gün ölürken,
her gün acı çekerken. (Bağırır.) Ne idik?