Birbirine âşık olan kadınların başka türlü insanlar olduğunu, başka türlü göründüklerini düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz, diyor Highsmith. Kızınıza bebek de alsanız bir kadına âşık olabilirsiniz kızlar!
07 Nisan 2016 14:00
Milan Kundera’nın Patricia Highsmith’in Claire Morgan imzasıyla 1952’de yayımladığı The Price of Salt romanını okumuş olma olasılığı nedir çok kestiremiyorum. Fakat Todd Haynes, Philip Kaufman’ın uyarlamasında Juliette Binoche’un oynadığı Tereza’yı unutamamış olmalı. Carol’ın başlarında Therese Çek olduğunu söyler söylemez sanki her şey başka bir şeyi hatırlatmaya başlıyor. Her iki romandaki genç kadın karakterin kişiliği (Therese ve Tereza, isimleri dahi aynı!) ve romantik ilişkilerinin gelişimi ve dengesi garip bir akrabalığa işaret ediyor. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Tereza, bir kaplıca kasabasındaki küçük bir otelin barında çalışan, genç, deneyimsiz barmendir. Bir ameliyat için kasabaya gelen doktor Tomaš, Prag’a dönüş yolunda uğradığı barda kadını görür, adeti olduğu üzere flört eder ve gider. Birkaç gün sonra genç kadını elinde kocaman bavulu, yüzünde bir gülümsemeyle kapısında gördüğünde neye uğradığını şaşırır. Tereza, adama ilk görüşte ve delice aşık olmuş, tüm eşyalarını toplayıp damdan düşer gibi ona gelmiştir. Tomaš kadının birazcık da olsa deli olduğunu düşünür. Highsmith’in Therese’i için de aşk mutlu bir delilik halidir (blissful insanity).
Carol ve Therese’in karşılaşma mekânı da aralarındaki sınıf ve statü farkının altını çizer. Fakat Tereza gibi o da cesur davranır ve cüreti her şeyi mümkün kılar. Frankenberg’s’de kızına hediye almak isteyen, kürkü ve eşarbıyla göz alıcı Carol’la ilgilenen, Noel için geçici olarak büyük mağazada tezgahtarlık yapan, çekingen ve ciddi görünüşlü Therese olacaktır. “Gözleri anında buluştu” gibi tipik ifadelerle dile getirilen tam bir “ilk görüşte aşk” sahnesi yaşanır. Küçük diyaloglar, gülümsemeler derken Therese, kadını yeniden görmenin hayalini kurmaya başlar. Kadının arkasından koşup, alındı makbuzunu verirken, belki de bu onu son görüşü olduğu için, zamanın geri alınamazlığına, mutluluğun geri alınamazlığına üzülür. Fakat eli kolu bağlı durmaya da niyeti yoktur. Filmde Carol eldivenlerini dükkanda unutuyor ve Therese bunu iletişime geçmek için bir fırsata dönüştürüyor. Halbuki romanda çok daha cesur bir şey yapıyor, durup dururken Carol’a bir “Mutlu Noeller!” kartı atıyor. Ertesi gün öğle yemeği için buluştuklarında Carol durumu nefis özetliyor, “ne tuhaf bir kızsın, gökten zembille inmiş gibisin.”
İki karakterin en temel özelliği geçmişe dair sahip oldukları tüm köklerden ve bağlardan kaçmaya gönüllü olmalarıdır. Kundera’nın Tereza’sı geçmişten kaçmak, sadece bugünde yaşamak ister. Annesiyle, üvey babasıyla ilgili karabasan gibi anılarından, kardeşlerinin sorumluluğundan kaçmak ister. Carol geçmiş hayatıyla, ailesiyle ilgili sorular sorduğunda Therese konuşmak istemez, sanki ne fark eder ki diye düşünür, annemin babamın nasıl insanlar olduğu, neden yatılı okula gittiğim. Aklından geçen şudur: Şimdi mutluyum işte, şimdideyiz ve başka hiçbir şey yok (olmasın!). Carol’ı kendi kimsesizliğiyle eşleştirir. Bir ailesi olduğu fikrini yadırgar. “Seni sadece sen olarak düşünüyorum. Sui generis. Kendi kendine doğmuş.” Bu dünya üzerinde tek başına (istikbalde iki başlarına) olma arzusu Aylak Adam’ın C.’sinin sevgililerinin “kimsesiz” olduklarını hayal etmesine benzetilebilir. C.’nin aklından geçen, “Benim ona tutunabilmem için onun benden başka bir dayanağı olmamalı,” yargısı sanki Therese’in de aklından geçiyor.
Aslında Therese kadar Carol da dünyada yapayalnız olduklarını hayal etmekten hoşlanıyor. Sürekli uzak ülkelerde, iki kişilik seyahat planları yapıyorlar. Bu biraz da aşklarını başkalarıyla paylaşmanın zorluğundan kaynaklanıyor. Her iki tarafın da mümkün olduğunca sahipsiz ve yalnız olması, iki kişilik bir dünyayla yetinebilmesi, olası komplikasyonları ortadan kaldırıyor. Sokaklarda yürürken el ele tutuşmaya çekiniyorlar ama bunu belki İzlanda’da yapabiliriz diye şakalaşıyorlar. Arkadaşlarıyla Carol hakkında konuşamayacağının farkında olan Therese, “bu kadar mı utanılacak bir şey yapıyoruz” deyince, Carol güçlü biçimde onaylıyor, “bu bütün dünyanın gözünde menfur bir şey.” Lezbiyen ilişki bugün hâlâ dünyanın dört bir yanında ahlaksız bulunuyor, yasaklanıyor, gizli yaşanmak, dolayısıyla görünmez olmak durumunda kalıyor. Patricia Highsmith altmış yıl öncesinden bugüne seslenmeye devam ediyor: Susma haykır, lezbiyenler vardır!
Ailesinden ve geçmişinden bahsetmeyi reddeden, yani 1950’ler Amerikası düşünüldüğünde Freud’u, psikanalizi, çocukluğunun analizini hafife alan bir karakter, romancının varoluş anlayışı açısından istisnai (ve sevindirici). Öte yandan, Freud’dan kaçmak o kadar da kolay değil! Roman ilerledikçe Highsmith’in ve Therese’in birçok sorunun cevabını geçmişe, çocukluğa dayandırdığını görüyoruz. Therese’in gittiği dini yatılı okulda romantik bir hayranlık beslediği Rahibe Alicia, annesine duyduğu tiksintiyle karışık nefret ve her iki kadınla ilgili hafızasında yer eden türlü anılar roman boyunca Therese’in duygularını ve karakterini belirleyen ögeler olarak öne çıkıyor. Todd Haynes’in uyarlaması geçmiş hayata dair detayları filmin dışında tutarak Therese’i daha fazla “şimdi, burada” konumlandırmakla hem izleyiciyi hem Therese’i özgürleştirmiş.
Fakat Freud ilişkiye içkin “yetişkin - çocuk” ikilemiyle yine yakamızı bırakmıyor. Hem Tereza hem Therese hâlâ çocuklarmış gibi çizilmiş karakterler. Çocuklukları uzak, geçmişte kalmış değil. Hâlâ çocuk, hatta yetim oldukları ısrarla vurgulanıyor. Tereza bir yetim, bir kimsesiz gibi Tomaš’a sığınırken, Carol Therese’i “benim küçük yetimim” diye seviyor. Therese’in kalbi kırık sevgilisi Richard, kızın Carol’la birlikte şehirden gitmesinin ardından yazdığı kızgın mektubunda yaptığını “köksüz ve çocukça” buluyor. Therese kararlarını o an hissettiği mutluluğa dayanarak alan, içgüdülerine göre hareket eden (acıdan kaçan, hazzın peşinden koşan) bir çocuk adeta. Çekici bulunmasına ya da başka bir açıdan istismar edilmesine yol açan da bu naif yanı. Romanın hemen başında Mrs. Robichek’le olan bölümün, bir anda bir yabancının evine giden bir çocuğun taciz edilmesiyle bitecek bir karabasana dönüşme ihtimali/gerginliği, Therese’in “iyiyi kötüden ayırt etme ehliyeti” olmayan bir çocuk olduğu duygusunu uyandırıyor.
Therese’in paylaşmayı bilmeyen bir çocuk olduğu, Carol’ın eski sevgilisi Abby’yle ve özellikle kızı Rindy’yle kafasında kurguladığı rekabet ve kıskançlık üzerinden de vurgulanıyor. Therese her şeyden vazgeçebileceğine, Carol’a mecbur olduğuna emindir. Öte yandan Carol’ın bir kızı, bir eski sevgilisi, bir kocası vardır, farklı sorumlulukları vardır. Özellikle Rindy en büyük rakibidir. Nitekim Carol ayrılık mektubunda kızını görebilmek için artık görüşmemeleri gerektiğini yazdığında, Rindy’yi daha çok sevdiğini düşünür. Bir annenin çocuğunu tercih etmesi okura/izleyiciye doğal gelirken, Therese şaşırır, hatta paramparça olur. Carol’ın ona “sadece bir parçasını adadığını” hisseder. Kendi annesinin yeniden evlendiğinde kocasını kızına tercih etmesine, Therese’i de bu yüzden yatılı okula yollamasına içerlerken, Carol’ın da kızına aynı kötü şeyi yapmasını istemesi çocukça bir bencillik gibi görünür. Fakat inadı işe yarar, Carol velayet davasından vazgeçince, onu kızından bile çok sevdiğini düşünür ve her şey yeniden yoluna girer.
İlişkileri itibariyle her şeyden vazgeçmeye, her şeyini adamaya hazır, zayıf ve korunmasız görünseler de hem Therese hem Tereza şartlar gerektirdiğinde mücadeleci, ayakları yere sağlam basan bireyler olduklarını ortaya koyarlar. Tomaš’tan ayrıldığında parçalara ayrılacağını zannettiğimiz Tereza, Prag’da 68 Baharı’nda tankların önüne atlayıp olağanüstü fotoğraflar çeker (Todd Haynes’in filmindeki Therese’in de fotoğrafçı olduğunu hatırlatalım!). Batı’da bir yerlerde çaresiz bir hasta gibi Carol’ı bekleyen Therese birden içindeki gücü, gençliği, enerjiyi hisseder. Yanakları alev gibi yanar, içi yapabilirim heyecanıyla dolar. Saçı, makyajı, kıyafetleri gözüne çocukça (juvenile) görünür ve dış görünüşünü tamamen değiştirir. Yeni Therese’i ilk gören Dannie’nin kıza ettiği iltifatlar arasında “artık o kadar ürkek ya da ciddi durmuyorsun” da vardır. Çocuksu çekingenliğinden eser kalmamıştır. Carol da haftalar sonra Therese’i ilk görüşünde neredeyse tanıyamaz. Yetişkin saçı ve yetişkin kıyafetleriyle büyümüş göründüğünü söyler: “Birden ortaya çıkmışsın.” Carol’ın kullandığı “come out” fiili Therese’e “doğmak” fiilini hatırlatır. Gerçekten de ayrıldıklarından beri, kendi isteği dışında dünyaya gelen bir bebek gibi direnmiş, ağlamış ve sonunda doğmuştur. Kendini yeni baştan yaratmıştır. “Come out” ifadesinin günümüz İngilizcesinde “eşcinsel olduğunu açıklamak” anlamına geliyor olması da oldukça çarpıcı.
Roman Frankenberg’s gibi büyük mağaza çalışanlarının çoğunun gün ışığından ve temiz havadan uzak hayatlarının basıcı duygusuyla başlıyor. Kalabalık mağaza, yapay aydınlatmaları, farklı katlarını doldurup taşıran malları, durmadan kapıları açılıp kapanan asansörleri, molalarını bile yerin altındaki bunaltıcı yemekhanede geçirmek zorunda olan bezgin çalışanlarıyla bir hapishane gibi. Mesai saati bitince aynı insanlar, mağazanın dehlizlerinden çıkıp yeniden bu sefer bir maden çukuru gibi az aydınlatılmış ve nemli New York metrosuna akarlar. Büyük şehir insanlarının çoğu gibi onların da hayatları dışarıdan çok içeride geçmektedir. Binaların içinde, yerin altında yaşarlar. Şehir uçtan uca bir tutukevi, kapatılmışlığın ta kendisi gibidir. İki kadın da özgürlüğün büyük şehrin dışında, hatta olabildiğince doğaya yakın olduğunun altını çizen imalarda bulunur. Carol Therese’i New Jersey’deki evine davet ettiğinde, “en azından orada biraz doğa var,” der. Therese de evine dönmüş mutlu mesut resim çizerken aşık olduğu için dünyanın yepyeni bir yer olduğunu düşünür ve mutluluğunu pırıl pırıl yapraklarıyla bir ormana benzetir.
Başka bir gün mutsuz konulardan bahsedip dururlarken ve nereye gitsek ne yapsak diye karar veremezlerken, Carol arabayı Noel ağacı satan bir fidanlığa sürer. Büyükçe bir ağacı alıp arabaya güç bela yerleştirirler. Ağacın dalları tam ortalarından geçerken Therese yüzünü dallara gömer ve mutlulukla “koyu yeşil keskin kokuyu içine çeker.” Aldığı baharat kokusu vahşi ormanı hatırlatırken, doğaya yaklaştıkça özgür hissettiğini ve özgürleştikçe Carol’a da yaklaşabildiğini fark eder. Aşkları doğaya yakın olmak, güneşi görmek, temiz havayı solumakla koşut gibidir. Zaten Therese’in kafasındaki Carol tuhaf biçimde yeşille iç içe geçmiştir. Sağ elinde yeşil taşlı bir yüzük vardır, boynunda yeşil-dore bir fular. Parfümünü ilk duyduğunda aklına koyu yeşil ipek gelir. Carol’ın arabası, arabanın içindeki koltuklar koyu yeşildir, oturma odasının duvarları, yerdeki halı koyu yeşildir. Sanki Therese’in aşkla ve mutlulukla ilişkilendirdiği koyu yeşil orman Carol’ın içinde ve dışında, yekpare olarak ruhunun tüm katmanlarından Therese’e görünür.
Carol ve Therese en sonunda arabaya atlayıp şehirden uzaklaşmayı başardıklarında roman/film tam bir özgürleşme ve yol hikâyesine dönüşüyor. Carol seyahat teklifini yapar yapmaz Therese onunla birlikte doğada olmak istiyor, aklına aniden nehirler, dağlar, vadiler geliyor. Arabanın saatine bakıp Frankenberg’s çalışanlarının bu saatte neler yaptığını düşünen Therese’in, yolda olmanın mutlak özgürlüğüyle başı dönüyor. Yolda olmak, zamanı önemsememek, ânı yaşamak: özgürlük. Seyahat boyunca yemek saatlerini, nerede kaldıklarını, nereye gittiklerini çok önemsemeden ilerliyorlar. Yolda (ve doğada) geçmiş ve gelecek yok, geceler ve gündüzler sonsuz zamanın ortasında ayak bastıkları birer ada sadece, yaşadıkları ân mutlak ve bozulmamış. Dünya ellerinin altında, dünyada bir tek ikisi var...
Filmde fazla işlenmese de romanın en temel sorunsallarından biri aşkın ömrü ve geçiciliği. Her ne kadar henüz hiç âşık olmamış olsa da Therese aşkın bitebilen bir şey olduğuna inanmak istemiyor. Richard aşkın evliliğin ikinci yılında bittiğini söylediğinde bunu zalimce buluyor, yine de şüpheleniyor: Carol’la da böyle mi olacak, yüzü, kokusu bir anda anlamsız mı gelecek? Öte yandan, kendinden fazla şüphe etmiyor, Carol’ı asla terk etmeyeceğine içtenlikle inanıyor. Fakat Carol’ın bir gün onu terk etme ihtimali içini eziyor. Seviştiklerinin ertesi günü kalbi Carol Carol diye atsa da ince bir buz tabakası üstünde ilerlediğini görüyor. Carol’ın Abby’den neden ayrıldığını anlatırken, iki ay içinde “bir hastalık gibi, geldiği gibi gitti” demesi Therese’i çileden çıkarıyor. Başlayıp bitirmek bu kadar kolay mı, birini sevmek nedir, sevmemek nedir, aşk niye biter ya da bitmez diye küçük bir kavga çıkarıyor. Aşka dair beklentisi iki kişinin birbirleri için eşsiz ve tek (dolayısıyla vazgeçilmez) olması. Carol’a hissettiklerini daha kelimelere dökemezken kafasında belli imgeler var: Bir çölde kollarımı açmış duruyorum, sen de yağmur olup üstüme yağıyorsun (inanılmaz ama gerçek).
Romanın başlarından itibaren Therese’in gözlemlerinde çok fazla resim referansı var. Yemekhanedeki yuvarlak pencereyi bir Mondrian tablosuna, Phil’in uzun suratını El Greco figürlerine benzetiyor. İlk andan itibaren tanıyor olduğu duygusuna kapıldığı, “ama tanımış olsam unutmazdım,” dediği Carol’ı da en sonunda ta küçükken evlerinde asılı bir tablodan “hatırladığını” keşfediyor. Therese’in ani keşfi, sevmenin ve sevmemenin görüntüler dünyasıyla iç içe geçtiğini ve görme yetimizin bizi istesek de istemesek de ön yargılı insanlar yaptığını düşündürüyor. Dahası hafızamızın sınırlarına ve derinliğine hâkim olmadığımızı gösteriyor. Bilmediğimizi sandığımız şeylerin (kişilerin) bildiğimiz şeyler (kişiler) olması ihtimali, Kundera’nın da çok işlediği konulardan biri. Romancının altını çizdiği gibi aynı ânı yaşayan iki kişinin, hatta yıllarını beraber geçirmiş iki sevgilinin, yaşadıklarından hafızalarında sakladıkları ya da unuttukları birbirinden bambaşkadır. Bazı şeyler kalır, bazı şeyler gider.
Fizikçi arkadaşı, müşfik ve bilgiç Dannie her şeyin bitme ihtimalini açıklarken, “bir kazağı seversin ve eskitene kadar giyersin, en sonunda atarsın,” diyor. Richard’ın kendi elleriyle yaptığı uçurtmayı bir müddet uçurduktan sonra ipini kesip salıvermesini hatırlıyor Therese. Ayran gönüllü Richard’ın (“alt tarafı bir uçurtmaydı, yine yaparım”) her zaman bir B planı olmasına içerliyor. Başka bir yer, başka bir ev, başka bir kadın mümkün onun için. Öte yandan Therese’in hayatında çok insan yok. Sahip olduğu çok az şey var. Hiçbir şeyi o kadar geçici ve “yerine konulabilir” bulmuyor. Rahibe Alicia’nın verdiği ve hiç giymeden sakladığı (sonunda ellerine küçük gelen) eldivenlerin çekmecesinin dehlizlerinde yıllardır bekliyor olması gibi. Therese için aşk bitemez, aşk sonsuz: “Sevdiği Carol’dı (...) binlerce şehirde, binlerce evde, beraber gidecekleri yabancı ülkelerde, cennette ve cehennemde [sevdiği] Carol olacaktı.”
Todd Haynes’in yönettiği Carol Mrs. Aird’in kızına Noel hediyesi olarak bir oyuncak bebek almak için Frankenberg’s’e gelmesiyle başlıyor. Therese Carol’ın aradığı oyuncak ellerinde olmadığı için kadını bu hediye fikrinden bir şekilde vazgeçirip, her sabah ve akşam yedinci kata gelip giderken, asansörün kenarında dikkatini çeken tren setini almaya ikna ediyor. Yani Carol her tipik Amerikalı annenin kızına alacağı türden bir hediyeden vazgeçiyor ve tipik Amerikalı babanın oğluna alacağı bir hediyede karar kılıyor. Therese utangaç ve mütevazı bir biçimde yolu işaret ediyor, Carol cesurca ilerliyor. Dolayısıyla filmdeki Therese toplumsal cinsiyet rollerini sarsmak konusunda en başından itibaren niyetli ve Carol’ı da eylemine dahil ediyor.
Romandaki Carol hediye konusunda tamamen kararsız. Bebeklere bakarken, Therese bunun en özel Noel hediyesi olduğunu, zira İsa’nın doğumu kutlanırken gerçek bir bebeğe sahip olmanın mucizevi olacağını söylüyor. Fakat Carol içinde minik kıyafetler olan oyuncak bir valizde karar kılıyor. Sonra tam gitmek üzereyken bir bebek beğenip onu da alıyor –asansörün yakınındaki trenin lafı bile edilmiyor. Dolayısıyla romanın ilk karşılaşma sahnesinde ne Therese ne de Carol toplumsal cinsiyet normlarına bariz bir direniş gösteriyorlar. Saç kesimleri, kıyafetleri, tüketim davranışları, “kız çocukları neyle oynar” konusundaki cinsiyetçi önyargıları diğer kadınlardan farklı değil. Birbirine âşık olan kadınların başka türlü insanlar olduğunu, başka türlü göründüklerini düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz, diyor Highsmith. Kızınıza bebek de alsanız bir kadına âşık olabilirsiniz kızlar!