Popülizm üzerine çok konuşur hâle gelmemizin sebebi, Macaristan’dan Venezuela'ya, Hindistan’dan Türkiye’ye, hatta ABD’ye, popülist liderler veya hareketlerin iktidarda olması...
04 Mayıs 2017 13:49
Popülizm, artık bugün herkesin bahsettiği bir kavram. Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce, “popülizm” konusuna büyük ilgi duymaya başladım. O zamanlar, yani bundan 10 yıl evvel, “popülizm” böylesine “popüler” değildi. Ben de, aslında ayrı bir konuda uzmanlaşıyor; 19. yüzyıl imparatorluklar tarihi üzerine çalışıyordum. Özellikle de, Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’daki Yahudilerin tarihi üzerine… Ancak, günümüz anti-Semitizmi üzerine okurken, Avrupa’da aşırı sağ siyasî hareketlerin yükselişi konusu giderek daha fazla ilgimi çekmeye başladı. Sonunda da, “popülizm” konusu beni çekip aldı; daha önce ilgilendiğim tüm konuların önüne geçti.
Popülizm çalışmak istediğimi söylediğimde, hep olumsuz tepkiler alıyordum. Dar bir akademik çevrede, “aşırı sağ popülizmi” (far-right wing populism) başlığı altında çalışmalar yapılıyordu. Bu kısıtlı ve birbirleriyle bağlantısız çevre dışında da, “popülizm” kavramı fazla kimsenin ilgisini çekmiyordu; zira, günlük hayatımızda bir yeri yoktu ve olabilecek gibi de gözükmüyordu. Aşırı sağ partiler, siyasî profillerini yükseltseler de, her şeye rağmen toplumlar nezdinde “tabu” kabul ediliyorlardı. Ayrıca, popülizm tanımlaması zor da bir kavramdı; bu nedenle de, akademik olarak üzerine çalışılabilecek bir ciddiyette dahi kabul edilmiyordu. Polonya’da Sosyal ve Beşeri Bilimler Üniversitesi’nden siyaset bilimci Ben Stanley’in 2008’de yazdığı gibi; “popülizmin cıva gibi olan doğası, onu ciddiye almaya çalışanları sıklıkla çileden çıkarmıştır”1. Daha da önceleri, bu konuyla ilk çalışan akademisyenlerden olan Ernest Gellner ve Ghita Ionescu’nun 1969’da kaleme aldığı şu satırlar yıllar sonra bile geçerliliğini koruyordu:
“Şu an için, popülizm önemi konusunda hiçbir şüpheye yer yoktur. Fakat, kimse tam olarak ne manaya geldiği konusunda net bir düşünceye sahip değildir. Bir doktrin veya bir hareket olarak yakalanması zor ve sürekli değişkendir. Her yerde karşımıza çıkar, ama birçok farklı ve birbirine zıt biçimlerde olur bu. Özünde yatan bir ortaklığa sahip midir? Veya bir ismin şemsiyesi altında, birbiriyle bağı olmayan birçok eğilim mi söz konusudur?”2
Şimdilerde ise, 10 yılımı verdiğim konunun bu kadar “popülerleşmesine” açıkçası üzülüyorum. Son kertede popülizm, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı doğası ile, politikanın özü olan müzakere ve diyaloğu yadsıyor; diğer bir deyişle, politikayı öldürüyor.
Önce, işin en başına gidelim; bugün bu kadar üzerine bu kadar konuştuğumuz “popülizm” nedir? Bir kavram olarak ne ifade etmektedir? Popülizmlerin ortak bir yönü var mıdır?
Beraber geçen yaklaşık 10 yıldan sonra, benim en çok tercih ettiğim tanım, Georgia Üniversitesi’nden Profesör Cas Mudde’unki: “Popülizm, toplumun iki homojen ve birbirine düşman gruba ayrıştığını öngören bir ideolojidir: “safkan halk” ve “yoz seçkinler/elitler” ve [bu ideoloji], politikanın halkın iradesinin (volonté générale) ifadesi olduğunu öngörür. Pratikte, popülist politikacılar, popülizmi diğer ideolojilerle birleştirerek kullanılırlar; örneğin sağda “yerlicilik” (nativism) ve solda sosyalizm gibi.” Mudde’un bahsettiği gibi, popülizmin başlıca özelliği, toplumu kutuplaştıran bir siyasî akım olması: bir yanda, saf ve temiz halk var, öte yanda da, “yozlaşmış, halktan uzak ve halkın kötülüğü için çalışan elitler...” “Popülist” hareketin iddiası da, halkı ve onun iradesini, sadece kendisinin temsil ettiği.
Monist; yani “tekçi” ve ahlakçı bir söyleme sahip olması popülist hareketin diğer belirleyici özelliği. Toplumun özünü oluşturan “ahlaki normlar”ın temsil ettiği öne süren popülist hareketler, illa ki, “anti-demokrat” değiller. Her otoriter lider de popülist değil... Örneğin, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, otoriter ama “popülist” bir lider değil.
Popülist hareketler, demokrasinin yöntemlerini kullanarak iktidara geliyor ve “demokrasi”ye asıl kendilerinin sahip çıktıkları, “demokrat” oldukları iddiasındalar… Buna karşılık, ben popülist hareketlerin tümünün özlerinde, otoriterliğe eğilimli olduklarını düşünüyorum. Bunun başlıca sebebi de, ahlakçı yönelimleri. Toplumun nasıl bir ahlaka sahip olması gerektiği konusunda keskin hatlarla bir çerçeve çiziyorlar ve bunu da tüm topluma dayatıyorlar.
Popülizm üzerine çok konuşur hâle gelmemizin sebebi, Macaristan’dan Venezuela’ya, Hindistan’dan Türkiye’ye, hatta ABD’ye, popülist liderler veya hareketlerin iktidarda olması. Bana kalırsa, bugün yaşanan popülizm dalgasını anlayabilmek için geriye gitmek lazım. Geriye derken, 1930’lardan 1960’lara, Güney Amerika’da “halkın adamları”, “halkın liderleri” olarak yükselen Arjantin’de Juan Perón, Brezilya’da Getúlio Vargas, Ekuador’da José María Velasco Ibarra, Kolombiya’da Jorge Eliécer Gaitán, Meksika’da Lázaro Cárdenas, Peru’da Víctor Raúl Haya de la Torre gibi örnekleri verilebilir. Veya, gene Güney Amerika’da 1980’lerden 2000’lere kadar örneklerini gördüğümüz Arjantin’de Carlos Saúl Menem, Brezilya’da Fernando Collor ve Peru’da Alberto Fujimori gibi popülist liderlere...
Daha yakın zamanda da, Arjantin’de Cristina Fernández Kirchner, Ekuador’da Rafael Correa ve tabii, Venezuela’da Hugo Chávez, popülist liderler olarak sivrildiler. Ancak, Avrupa başta olmak üzere, Batı ülkeleri ve Türkiye’de gelişen popülizmin farklı bir özelliği var. Bu coğrafyada ve ABD’deki yeni popülizm örnekleri, özellikle liberalizme karşı bir anti-tez olarak şekillendiler. O nedenle, Avrupa’da yeni aşırı sağın yükselişi, Türkiye’yi de içine alan bir dalga olarak başlı başına değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Zira, yeni aşırı sağın Avrupa başta olmak üzere Batı ülkeleri ve çevrelerinde merkezleşmesi, demokrasiyi kullanarak demokratlara “savaş açmaları”, dünya politikasının seyrini değiştirdi.
Benim “popülizm” ile olan kişisel tarihimin daha da eski bağlantısı, 1999’da Avusturya’daki parlamento seçimlerinde Freiheitliche Partei Österreichs‘ın (Özgürlük Partisi- FPÖ) “beklenmedik zaferine” dayanıyor. O seçimlerde FPÖ, oyların yaklaşık yüzde 27’sini almıştı. Sozialdemokratische Partei Österreichs (Sosyal Demokrat Parti- SPÖ), en büyük parti olarak kalmaya devam etse de FPÖ, ülke politikasını belirleyen başlıca aktör hâline dönüşmüştü. 3 Ekim 1999’daki seçimlerden sonra, FPÖ ile merkez sağ Österreichische Volkspartei (Avusturya Halk Partisi- ÖVP) arasında aylar sürecek müzakereler başlamıştı. Sonunda, 4 Şubat 2000 tarihinde, ÖVP- FPÖ hükümeti kuruldu. FPÖ, ÖVP’den daha fazla oy almasına rağmen, FPÖ lideri Jörg Haider, Şansölye olma hakkından feragat etti. Buna karşılık, FPÖ’nün hükümete girebilmesi, “merkezleşmesi” anlamına geliyordu. FPÖ- ÖVP hükümeti, Avrupa Birliği tarafından hiç hoş karşılanmadı; AB, hoşnutsuzluğunu, Avusturya’ya karşı “siyasî ambargo” uygulamaya başlayarak ortaya koydu. O dönem 15 üyeli olan AB’nin tüm üyeleri ve birliğin kendisi, Avusturya'yla ilişkileri “sadece bürokratik seviyede” olacak biçimde minimuma indirdi. AB Komisyonu, sonraki adımların da, Avusturya’nın elinden AB içindeki oylama haklarının alınması ve ülkenin, AB’den atılması olacağının işaretlerini verdi. Avrupa Parlamentosu’nda da, “Avusturya’yı, aşırı sağı meşrulaştırdığı için kınayan” bir tasarı, ezici bir çoğunluğun desteğiyle onaylandı. Tüm bunlar olmadan önce Haider, partisinin başkanlığından ayrılmış ve valiliğini yaptığı Karinthia eyaletine “çekilmişti.”
1999 seçimleri ertesi Avusturya’da tüm bu olan biten bana, FPÖ’nün kendi içindeki dönüşümü nedeniyle de ilginç gelmişti. Bu partinin hikâyesi, bana kalırsa, popülizmin bukalemunvari, bir türlü tam ele gelmeyen doğasını da yansıtır. Önce FPÖ’nün nasıl kurulduğuna ve nasıl bir dönüşüm çizgisi izlediğine bir göz atalım; ardından da, Avrupa’da dünyada popülizm nasıl yükseldi ve siyaset alanını birçok ülkede nasıl “işgal eder” hâle geldi bunu inceleyelim.
FPÖ ve diğer tüm “neo-popülist” hareketlerin, yani Batı ve ötesinde, özellikle liberalizme ve demokratlara cephe açarak yükselen siyasî çizginin “başarısının” kaynağı, gerçekleri kendilerine göre eğip bükecek bir elastikliğe sahip olmaları. Bu hareketlerle ilgili tanımım, biraz da, “popüler tahayyüle” uygun biçimde şöyle: Düşünün ki, toplum olarak bir takım sorunlarınız var. Demokrat veya özgürlükçü çizgi, tıpkı bir doktor gibi, size, yani topluma, “acı reçeteler” tavsiye ediyor. Tüm kötü alışkanlıklarınızı bırakmanızı, sıkı bir “diyete” girmenizi salık veriyor. Sonra, bir “büyücü doktor” geliyor ve tüm bunların safsata olduğunu, sizin aslında hasta falan olmadığınızı, dilediğinizi yiyip içebileceğinizi ve tersine, tabuları, kuralları yıktıkça, sağlığınızın daha da mükemmel olacağını savunuyor. İnsanların zaafı da, kulağa hoş gelen “alternatif gerçeklere” inanıvermeleri...
“Büyücü doktorlar”, yani popülist hareketlerin mucizesi, “olmadıkları gibi gözükmek.” “Sahte doktorluk”, nasıl bilimsel bir dil kullanıp kendisini rasyonelize edebiliyorsa; popülizm de, olmadığı bir şey gibi gözüküp, kendisini asıl demokrat, halkın gerçek iradesinin ifadesi gibi pazarlayabiliyor. “Elastik” ve aynı zamanda son derece “plastik”; diğer bir deyişle hiçbir biçimde aslında politik ve toplumsal hiçbir gerçeklikle alakası olmayan bir yönü var popülizmin. Kendi yapay gerçekliğini yaratıyor ve toplumu, siyaseti de bu gerçekliğe uyduruyor.
FPÖ’nün tarihi, bu “plastik- elastik” hâlin nasıl oluştuğunun bir özeti. Her şey partinin adından başlıyor zaten; “Özgürlük Partisi.” Gerçekte FPÖ’nün, özgürlükleri savunduğu falan yok; sadece kendi üyelerinin ve hareketin kendisinin özgürlüğüne odaklı “bencil” bir oluşum.1956’da eski Naziler tarafından kuruluyor. İlk genel başkanı Anton Reinthaller, bir SS Generali ve tüm ilk üyeleri de, Nazilerin içinde aktif olarak yer almış kimseler. Avusturya, Nazi geçmişinin yargılanmaktan çok, “kabullenildiği” bir yer; Soğuk Savaş’ta, Demir Perde ülkelerinin komşusu olan Avusturya’nın fazla cezalandırılmadan, ortaklaştırılmasına çalışılıyor zira...
Buna karşılık FPÖ, bir türlü “merkez siyasette” yer bulamıyor ve hep dışlanıyor. Bunun üzerine, 1970’ler ve 80’lerde, parti imajının değiştirilmesi ve “eski gömleğin çıkarılması” için çaba gösterilmeye başlanıyor. FPÖ, kendini “merkez liberal” olarak tanımlıyor ve hatta, 1983’te Sosyal Demokratlar ile koalisyon ortağı bile oluyor. Buna karşılık, FPÖ’nün “özündeki” söylemi temsil ettiğini öne süren Haider, “karizmatik lider” olarak “milliyetçi ve muhafazakâr değerlere sahip çıkmayı” sürdürüyor. Sonunda da, FPÖ’yü tamamen ele geçiriyor ve partiyi, özellikle Avrupa Birliği karşıtı bir çizgiye sürüklüyor.
FPÖ, popülist bir hareket olarak, “dışlanmışları”, “çeperi”; “içeridekilere”, “merkeze yerleşmişlere” karşı yücelterek yükseldi. “Sahip olmayanların” temsilcisi olduğunu, “modernleşme/ küreselleşme” sürecinin kaybedenlerinin sesi olduğunu iddia etti. Bir “sağ parti” olarak da, kendi bünyesindeki aşırılıkları, “normalleştirdi.” Nazizm, ırkçılık, aşırı muhafazakarlık gibi eğilimlerini, “mantık çerçevesine” sokmaya ve itiraz edilemeyecek derecede “toplumsal gerçeklikler” olarak lanse etmeye çalıştı. En önemlisi de Haider döneminde, Avusturya’nın Batı ile olan bitmemiş tarihi hesaplaşmaları, siyasî kazanç vesilesine dönüştürüldü. Avusturya’nın Batı gözünde bir “ideolojik canavar” (Ideologische Missgeburt) olduğunu telaffuz eden Haider, kırsal kesimdeki muhafazakarlar başta olmak üzere, siyasî merkezden dışlanan milliyetçileri “iktidara getirecek” sihirli formülü fısıldamış oluyordu: “Sizi, ‘canavar’ addediyorlar ama asıl ‘iktidar sahibi’ sizsiniz...”
Soğuk Savaş dönemi boyunca, sağ ve sol arasında oluşan ikili sistemi de sarsan FPÖ, “dışlanmışlar sesi” olduğu iddiasıyla, merkezi yavaş yavaş ve sonunda tamamen çökertti. Haider, önce merkez sağda, FPÖ gibi muhafazakar-milliyetçi bir parti ile ortaklık kurulup kurulamayacağı tartışmasını yaratarak, merkezi kendi tarafına doğru kaydırdı. Daha sonra da, ÖVP ile oy mücadelesine girişen sol çizgideki SPÖ’yü “sağa kaydırmayı” başardı. Sonuç da, tüm Avusturya politikası genelinin sağa çekmeye başlaması oldu. FPÖ seçmenlerinin ortak özelliği, toplum genelinden daha az eğitim görmüş olmaları. Diğer bir deyişle, eğitim seviyesi düştükçe, FPÖ’ye olan destek artıyor. Dün de, bugün de durum böyle; Haider’in 2008’de trafik kazası sonucu ölümü sonrası da bu durum değişmedi. Kırsal ve eğitimi düşük kesim, bu partinin asıl güç kaynağı.
FPÖ, ilk büyük çıkışını yaptığı 1999’dan beri, tabanını sürekli “seçim tansiyonu” ile dinamik tutuyor. Seçimler ve sandık yoluyla “posta koyma” partinin adeta dinamosu... Zaten, “sandıkla sınanmak” ve sandıkta gövde gösterisi yapmak, “halka sormak” kisvesi altında kendi gücünü göstermek popülist hareketlerin en sevdiği siyaset tarzı.
FPÖ’nün yarattığı “çekim alanında”, medya önemli rol oynuyor. Kendisinden daha sonra ortaya çıkcak birçok popülist hareket gibi FPÖ de, sağlam düşünce çizgisi ve ideolojik tutarlılık yerine, görsellik ve tepkiselliği ön plana çıkaran bir parti. Video klipler, posterler, müzik gibi eğlence odaklı iletişim, akılda kalıcı çıkışlar, FPÖ’nün normalde politikayla ilgilenmeyen sıradan insana ulaşmasını sağlıyor. Partinin, Haider döneminden bu yana da, tutarlı, sabit bir söylemi yok; bu “anlam karmaşası”, FPÖ’nün tabanını genişletmesine yarıyor. Destekçileri, partinin birbirileyle bağlantısız bir sürü mesajı arasından, süpermarkete gidip istediğini seçen müşteriler gibi, kendine yakın gelenin albenisine kapılabiliyor.
Fakat, diğer popülist hareketler gibi FPÖ’nün asıl cezbedici yönü, başta da bahsettiğimiz “bizler” ve “onlar” ayrımı. Tüm mesajlarının özünde de, bu ayrım var. “Onlar”, yani “yabancılar”, “halka sırtını dönen geleneksel politik hareketler”, “seçkinlere” karşı, ülkenin asıl sahibi olmasına karşın dışlanan, ezilen, asil halk ayrımı vurgusu, FPÖ’yü destekleyenleri, “özel” ve “ayrıcalıklı” hissetiren ve parti ile bağlarını sağlamlaştıran bir iletişim stratejisi oluşturuyor. Bu “ayrıcalık” hissi, partinin tüm tutarsızlıklarının üzerini de örtüyor; çelişkileri kamufle ediyor. Bununla beraber, popülizm genelinde ve FPÖ özelinde, “hiçbir düşüncenin söz konusu olmadığını” söyleyemeyiz. Popülizm, toplumları ikiye bölerken, çoğu kez milliyetçiliği araç olarak kullanıyor. Haider de, partisinin Nazi köklerini aşması ve merkezleşebilmesi için yeni bir milliyetçilik söylemi geliştirdi. Bunun için de, çok da ilginç biçimde, 1994’te Cumhuriyetçi Newt Gingrich’in ortaya attığı ve “Cumhuriyetçi Devrimi” olarak nitelenen “Amerika ile Kontrat” (Contract with America) fikrini kullandı. ABD Başkanı Donald Trump’ın da siyasî çizgisinin ilham kaynağı olan Gingrich’in “Önce Amerika” (America First) önermesi, Haider tarafından olduğu gibi kopyalanarak, “Önce Avusturya!” olarak kullanıldı. Bu düşünce çizgisi, Nazi döneminden farklı olarak, “kimin önce geldiğinin” net biçimde altını çizerken, dışladıklarından çok (Yahudiler yerine göçmenler) “vatanseverlik” nedeniyle öncelik verdiklerine vurgu yapıyordu. Çok ironik biçimde, Trump’ı Haider’e bağlayan çizgi de, “bukalemun karakterli”, döküldüğü ideolojik kabın şeklini alan popülizm.