Peyami Safa’nın üvey kızları

Yazarın, önce Server Bedi adıyla ardından esas imzasıyla yayınlama kararı aldığı Havva'nın Üvey Kızları 90 yıl boyunca Latin Harflerine çevrilmemiş, gizli kalmış Safa romanlarından biri... Romandan bir bölüm ve gün yüzüne çıkma macerası K24 Evvel Zaman sayfalarında...

19 Eylül 2019 11:00

İki yıl önce Seval Şahin’in bir tweet'ini görmemle başladı her şey. Ötüken Neşriyat, Peyami Safa külliyatını tamamlayacak, yazarın Server Bedi takma adıyla yazdığı, hiç kitaplaşmamış yahut uzun yıllar önce kitaplaşmış, bugün mevcudu bulunmayan, hatta bazıları Arap Harflerinde kalmış tüm romanlarını yayınlayacaktı. Hemen ne yapabilirim, nasıl yardımcı olabilirim diye düşündüm ve yıllar içinde biriktirdiğim tefrika listelerini açtım. Evet, tefrika listeleri… Aşkla bağlı olduğum yazarlarım Nahid Sırrı Örik ve Suat Derviş’in eserlerini ararken taradığım gazete ve dergilerde tefrika edilen romanları not alıyordum yıllardan beri. Bu listeler Türk Edebiyatı’nın gizli hazineleriydi.

Listelerde Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı çok sayıda romanı vardı. Ama bunların hangileri biliniyor, hangileri basılmış, gün yüzüne çıkartılmıştı? Hepsi mi? Arada gözden kaçmış, saklı kalmış olanları var mıydı?

Peyami Safa çok iyi bildiğim, külliyatına hâkim olduğum bir yazar olmadığı için araştırmam gerekiyordu. İlk olarak Milli Kütüphane’den Server Bedi kitaplarını tarayıp eledim basılmışları. Daha sonra Zülfikar Uğur Yıkan’ın “Peyami Safa’nın Server Bedi İmzalı Romanları” başlıklı yüksek lisans tezini buldum. Bu tez, şimdilik bu konudaki en detaylı kaynak. Tezde Cingöz Recai romanları dışında toplam otuz üç eser listeleniyor ve ele alınıyordu. Kendi listelerimle karşılaştırdığımda bende fazladan yedi roman olduğunu gördüm. Dile kolay, yedi roman!

Seval Şahin’e yazdım hemen. Elimdeki romanların künyelerini yolladım. Daha sonra Seval Şahin’in yönlendirmesiyle Ötüken Neşriyat’a gittim, Peyami Safa eserlerinin de editörü olan Göktürk Ömer Çakır’la tanıştım ve böylece Sözde Kızlar, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve en çok da Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanlarıyla sevdiğim, pek çok eserini okuduğum Peyami Safa’nın külliyatının ortaya çıkartılma çalışmalarına dahil oldum. Huzurlarınızda bu iki isme teşekkür ederim bana bu şansı verdikleri için.

Peyami Safa, dediğim gibi, fetiş yazarlarımdan yahut yedekte tuttuğum, haklarında her şeyi biriktirdiğim ve zamanı gelince çalışırım dediğim yazarlardan biri değildi. Bu yedi romanı da okumamıştım aslında. Kaldı ki, Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı romanlardan da çok azını, sanırım üç ya da dört tanesini okumuştum o güne kadar.[1] Bu yüzden bu romanların yayına hazırlanma süreci, bu süreçteki okumalarım benim açımdan çok geliştirici oldu. Her birini satır satır bilgisayara geçirirken Peyami Safa’yı, onun romancılığını çok yakından tanımış oldum.[2]

Bu romanlardan biri olan ve bu yazının ismini de esinleyen, az sonra biraz daha detaylıca bahsedeceğim Havva’nın Üvey Kızları romanına geçmeden önce diğer romanlar hakkında size kısaca bilgi vermek, edebiyat ve Peyami Safa severlerin ağızlarını sulandırmak istiyorum.

Ah Minel Aşk, 1931 yılında Son Posta’da tefrika edilmiş. Kendi yazılış sürecini anlatıyor roman. Yani bir tür üst kurmaca. Anlatıcımız Halim, daha sonra Server Bedi olduğunu da öğreneceğimiz ünlü bir yazar olan arkadaşına âşık olduğu kadını, bu kadınla ilişkisinin tüm safhalarını, bir gün bunu yazmalısın diyerek detaylıca hikâye ediyor. Halim’in sevdiği Narin, gizem dolu, çözülmesi zor biri. Pek çok romanında karşımıza çıkanlara benzer, klasik bir Peyami Safa kadını. Bir süre sonraysa anlatıcı sesi değişiyor. Bu sefer Server Bedi devam ediyor romanı anlatmaya. Arkadaşının anlattığı yere kadar olan safhaları bir kez de Narin’den dinlediğini, öyle kaleme aldığını söyleyip roman mutlu sonra bitsin diye ne kadar uğraştığını, lakin sonunda muvaffak olduğunu söylüyor.

Şeytana Uyanlar romanını belki on sene önce taradığım Yılmaz adlı, neredeyse hiç bilinmeyen bir gazetede bulmuşum. Geçen sene Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gittiğimde gazetenin depoya kaldırıldığını, artık okuyucuya çıkartılmadığını öğrendim. Türkiye kütüphanelerinde sadece Beyazıt’ta ve Meclis Kütüphanesi’nde vardı bu gazete. (İzmir’de de küçük bir bölümü var, o kadar.) Hemen adını birazdan da anacağım, Ankaralı arkadaşım Bilal Acarözmen’den rica ettim, Meclis’e gitti, baktı. Ne yazık ki, orada da tam bir koleksiyon yoktu, romanın beş tefrikası eksikti. Yapılacak tek bir şey kalmıştı, Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gidip görevlilere, depoya kaldırdıkları bu gazeteyi bulup çıkarmaları için ricada bulunmak… Şeytana Uyanlar romanı özverili kütüphaneci Erdem Selçuk sayesinde okuyucuyla kucaklaşacak. İyi ki de kucaklaşacak. Zira çok özgün bir Faust uyarlaması bu. Aynı kadına âşık üç erkeğin şeytana ruhlarını satmalarını anlatıyor roman. Dahası Server Bedi bir anlatı karakteri olarak bu romanın sonunda bir kez daha karşımıza çıkıyor ve hakkında bir roman yazmak için araştırma yaptığını söyleyerek şeytanla röportaj yapıyor.

İstanbul Kızları, 1945 yılında En Son Dakika gazetesinde tefrika edilmiş. Popüler kurmacada çik-lit (chick-lit) denilen türün özelliklerini taşıyor. Yani Sex & The City yahut Bridget Jones’un Günlüğü gibi genç kadınların aşk maceralarını, var oluş, kendilerini var ediş mücadelelerini işliyor. Şive, Hüma ve Türkan aşkta ve hayatta mutlu olmanın yollarını farklı şekillerde arıyorlar. Kimi buluyor mutluluğu, kimi sükutu hayale uğruyor.

Gece Postası’nda yer alan Ayşe’nin Yıldızı, bir tavşanın yol açtığı olaylar dizisini anlatıyor. Evet, bir tavşanın. Kenan ve karısı Ayşe, Ankara’ya giderken arabalarının önüne bir tavşan çıkıyor. Ve tavşanın uğursuzluğuna inanan şoför arabayı stop ettirip yola devam edemeyeceğini söylüyor. Yerine gelen şoför, şu tesadüfe bakın ki, Ayşe’nin eski sevdiği Tayfur. İşler karmaşıklaşıyor. Kenan ve Tayfur birbirine giriyor. Biri mezarı biri hapishaneyi boylarken esas erkek, popüler romanlarda alışık olmadığımız şekilde, romanın ortasında giriveriyor öyküye. Avukat Muhlis, falına bakan yaşlı kadın tarafından yıldızının düşük olduğu söylenen, hayatına girecek her erkeği bedbaht edeceğini düşünen Ayşe’yi kendisine bağlamaya çalışıyor. Ayşe histerisi, gizemliliği ve çelişkileriyle klasik bir Peyami Safa kadını.[3]

Çılgın Akşamlar’daysa bir değil iki Peyami Safa kadını var. Zira Nejat, hem Vildan hem de kızı Selmin’le aşka yelken açıyor ve roman boyu ikisi arasında bocalayıp duruyor. Ayşe’nin Yıldızı’ndaki histeri bu romanda yerini saplantıya bırakıyor. 

Bir Yılbaşı Gecesi, Akbaba’da 1952’de tefrika edilmiş. Lakin Server Bedi takma adıyla değil. Fuat Saygun takma adıyla. Roman 1961 yılında, bu defa resimli olarak ve Peyami Safa imzasıyla aynı dergide tefrika edilmese muhtemelen dikkatlerden kaçacak ve kaybolup gidecekti. Peyami Safa yahut dergi sahibi Yusuf Ziya Ortaç niçin Server Bedi değil de başka bir isim kullanma gereği duydu bilmiyoruz.[4] Zira aynı sene hem Akbaba’da, hem de yine Yusuf Ziya’nın Aydabir’inde çok sayıda Server Bedi imzalı eser tefrika edilmiş. (Zengin Koca Ararken, Kemiksiz Ayşe, Sosyete Karılar, Ölüm Meleği, Ayşe’nin Gözleri) Bu novella denilebilecek metin de resimli tefrikalar da sonuna eklenerek yayınlanabilir diye düşünüyorum.

Havva’nın Üvey Kızları

Havva’nın Üvey Kızları 1928’de Son Saat gazetesinde tefrika edilmiş. Nahid Sırrı’nın bu gazetede yayınlandığını söylediği öykülerini ararken bulmuştum bu romanı. Yani Havva’nın Üvey Kızları bana Nahid Sırrı’nın hediyesi. Tam da ona yakışır bir hediye.

Roman, ayrı bir başlık açıp anlatılacak kadar özel ve güzel. Peyami Safa da öyle düşünmüş olacak ki, iki sene sonra Resimli Ay’da çıkan bir ilanda, romanın Havva’nın Kızları adıyla ve Peyami Safa imzasıyla yayınlanacağı duyurulmakta. Yani yazarın kendisi de bu romanı ayrı bir yere koymuş ve esas imzasıyla yayınlama kararı almış. Lakin roman hiçbir zaman okuyucuya ulaşmamış, dahası Havva’nın Üvey Kızları doksan yıl boyunca Latin Harflerine çevrilmemiş. Bu romanı çevirmek, yayına hazırlamak bana ve ismini yukarıda bir kez daha andığım arkadaşım Bilal Acarözmen’e nasip oldu.

Roman aynı zamanda anlatıcısı da olan Rıfkı’nın klasik bir Peyami Safa kadını olan Piraye’yle karşılaşmasıyla başlıyor. Piraye’ye ulaşmak, onu elde etmek için büyük bir çaba sarf ediyor Rıfkı. Piraye’yi resmini yapmak için evine davet ediyor. Onu ailesiyle tanıştırıyor. Başta sathi olan ilgisi zamanla aşka evrilirken Piraye ona karşı soğuk. Dahası üç arkadaşı var sürekli etrafında. Neriman, Şükriye ve Semahat. Özellikle Neriman’dan pek haz etmiyor Rıfkı.

Neriman’ı gözden geçirdim. Piraye’nin tıpatıp zıddı bir kadın: Vücudu dimdik. Etleri kemikleri kadar sert. Kaşları çatık. Halinde bir azamet, bir kendine hakimiyet, hatta bir erkeklik var. Konuşurken sesi çatlak ve kalın. Yaptığı tavırlar kati. Adeta bir zabit gibi arkadaşlarına emir veriyor ve kalın sesiyle ‘Şimdiden vapura girelim. Sonra yer bulamayız. Ben biletleri alırım, siz bekleyin,’ diyor.

Piraye’yi bir türlü çözemiyor Rıfkı. Soğukluğunu, ilgisizliğini anlamlandıramıyor. Modellik yapmak için geldiği bir gün onu taciz etmeye kadar vardırıyor işi. Kaçmıyor, olay da çıkarmıyor ama buz gibi, hissiz, heyecansız Piraye.

Neriman da sürekli etrafta hâlâ. Bu durum Rıfkı’yı rahatsız etmeye başlıyor.

Hem şu Neriman’ı da merak ediyorum. Ne garip mahlûk! Piraye’nin eteğini niçin bırakmıyor? Ne menfaati var? Piraye bu kıza neden bu kadar zayıf? Sahi, anlaşılmaz şeyler!

Sonra Piraye’nin Neriman’ın dayısı Salim Paşa’yla evlenmek için aniden Giresun’a gittiğini öğreniyor ve deli oluyor Rıfkı. Artık aşkından emin, soluğu Giresun’da alıyor. Piraye’yi bu evlilikten vazgeçirip İstanbul’a dönmeye ikna ediyor.

Piraye döner dönmez onunla evlenmek istiyor Rıfkı. Ancak bu işi kime danışsa, “Piraye bir erkeği mutlu edemez,” cevabını alıyor. Annesi de yaptığı soruşturma neticesinde bu evlilikten vazgeçmesini söylüyor Rıfkı’ya. Ama Rıfkı âşık, hem de çok âşık. Piraye de teklifine evet diyor.

Evleniyorlar.

Yalnız bir sorun var. Hadi, Şükriye ve Semahat pek ortalarda yok. Ama Neriman… Neriman da sanki bu evliliğin taraflarından biri gibi. Onları bir an bile yalnız bırakmıyor. Rıfkı’nın tadı kaçıyor böylece. Sonunda bir tartışma patlak veriyor. Piraye, tabii ki Neriman’la, evi terk ediyor.

İşte tam burada devreye Semahat giriyor ve karısına öfkeli olan Rıfkı’yı baştan çıkartıyor. Rıfkı, Semahat’la birlikte olduktan sonra bu dört kadın hakkındaki sırra da vakıf oluyor. Zira Semahat, Piraye’den intikam almak için baştan çıkarttığı Rıfkı’ya karısı ve kendisi hakkındaki gerçekleri söylüyor.

Piraye, Neriman, Şükriye ve Semahat... Yatılı mektep arkadaşı bu dört kadın, ta o senelerde birbirlerinden hoşlanıyorlar. Zamanla eşcinselliklerini kabullenip birbirlerine erkeklerle birlikte olmama, hiçbir zaman evlenmeme sözü veriyorlar. Mukaddes bir ittifak kuruyorlar kendi aralarında.

Fakat yıllar içinde Şükriye ve Semahat biseksüel olduklarını fark edip erkeklerle de birlikte olunca ittifak bozuluyor.

Şükriye ile ben biraz eski huyumuzdan kurtulur gibi olmuştuk. Vakıa eski zevklerimiz devam ediyordu, fakat erkeklerden daha az nefret ediyorduk.

Piraye’yi de kurtarmak istiyorduk. Zira biz, Şükriye ile ben, yarım kadınlar olduğumuzu anlamıştık. Biz, adeta, vücutlarının en ehemmiyetli azası (önemli organı) sakat, hastalıklı kadınlardık. Biz ne işe yarardık? Ev yapamayız, aile teşekkül edemeyiz (kuramayız), çocuk sahibi olamayız, zevcelik (karılık) vazifelerimiz nakıstır (eksiktir), analığı beceremeyiz, bütün hayatımız gizli ve esrarengiz bir bahçede, bir… Günah bahçesinde zevk aramakla geçiyordu.

Biz Havva anamızın sütünü emmemiş kadınlarız. Hülasa kadın değiliz, anladın mı?

Karısının eşcinsel olduğunu, en yakın arkadaşı olarak tanıttığı Neriman’la büyük bir aşk yaşadığını öğrenen Rıfkı ne tepki göstereceğini bilemiyor.

Ne halde idim, bilmiyorum. Fakat içim yanmış kömür gibiydi, kalbim simsiyah kesilmişti. Kendimi büsbütün başka bir dünyada, kanunları değişmiş, garip bir dünyada sanıyordum. Semahat’ı dinlerken kaç defa güneş söndü, ortalık karardı, küreler birbirine çarptı ve dünya başıma yıkıldı zannettim. Kaç defa saçlarımın arasından bir yıldırım girdi ve topuklarımdan çıktı, kaç defa, yerimden fırlayarak ‘Ben neler işitiyorum, neler öğreniyorum!’ diye haykırmak istedim. Hatta, içime öyle arzular doğuyordu ki sokağa çıkarak bütün insanlara bağırmak, ‘Hey! Sizin bilmediğiniz bir alem var, sizin bilmediğiniz bir tabiat ve kanunlar var, dikkat ediniz, kadınlara dikkat ediniz, her saçı sizden biraz uzun, başı sizden biraz küçük, etleri yumuşak, kemikleri ince mahluk kadın değildir, kadın şeklinde üçüncü bir insan daha aramızda yaşıyor. Gözlerinizi açınız!’ demek istiyordum. Semahat’a bakarak başımı birkaç kere salladım, salladım, heyecandan kısılmış bir sesle ‘Şimdi, işte şimdi her şey anlaşılıyor. İşte şimdi vaktiyle bana muamma gibi görünen hadiselerin hepsinin birer manası var. Tevekkeli değil… Tevekkeli değil,’ diyordum ve Piraye’nin birçok hareketini hatırlıyor, hepsinin niçin yapıldığını artık anlıyor ve her anlayışımda ‘Tevekkeli değil…’ diye tekrar ediyordum. Hatta Piraye’nin son gece Neriman’ın koynunda yatmasını da hatırlayarak ‘Tevekkeli değil,’ dedim. ‘Kavga ettiğimiz gece de Neriman’la beraber yattı. Öyle ya, Piraye’nin hakiki kocası ben değilim, Neriman!’ (…) Ben daima başımı sallayarak, dünyanın yaratılışına kadar giden bir düşünce içinde mırıldandım. ‘Havva’nın üvey kızları… Üvey kızları… Havva’nın üvey kızları!

Romanın bundan sonrasında Rıfkı anlamaya çalışıyor. Evet, anlamaya çalışıyor. Eşcinsellik hakkında bulabildiği kaynakları okuyor. Hatta Freud’un 1905 tarihli Cinsellik Üzerine kitabını dahi bulup gözden geçiriyor.

Cinsiyet Nazariyesine Dair Üç Kalem Tecrübesi ismindeki bu kitap bana o kadar alaka verdi, o kadar şey öğretti, beni o kadar düşündürdü ki okuryazar bütün insanların bu eseri niçin okumadıklarına şaştım. Sonradan öğrendim ki bu Avusturyalı doktorun kitapları Türkiye’den başka dünyanın bütün lisanlarına tercüme edilmişmiş.

Bu doktor, kitapta evvela, Piraye’nin hastalığına müptela kadınları ve erkekleri üç sınıfa ayırıyor: Birinciler ‘tam tersi dönmüş’lerdir, yani kadınsa cinsî temas için yalnız kadını, erkekse yalnız erkeği arar. Mukabil cinsle tabii temas (karşı cinsle doğal ilişki) hoşuna gitmez. İkinciler her iki cinsle de temastan zevk alırlar. Üçüncülerse, tesadüfi olarak ‘tersi dönmüş’lerdir. Mesela erkek bulamayan kadınların veya kadın bulamayan erkeklerin kendi cinslerindekilere temayülleri (yönelimleri) gibi.

Doktor, eserinde bu meselenin şimdiye kadar ‘anadan doğma bir tereddi’ (alçalma, düşme) olarak izah edildiğini, fakat bu fikrin yanlış olduğunu söylüyor. Çünkü anadan doğma olsaydı, diyor ‘tesadüfi tersi dönmüş’ler bulunmazdı. Keza, bu doktor, tersi dönmüşlüğün bir tereddi, inhitat (alçalma) olmasını da kabul etmiyor. Çünkü bu türlü insanların bedenî teşekküllerinde (fiziksel yapılarında), teşrihî vaziyetlerinde (anatomik durumlarında) hiçbir gayritabiilik (olağandışılık) bulunmadığı gibi, zekalarında da noksan yoktur. Hatta pek meşhur pek yüksek adamlar arasında böyleleri görünür de diyor.

Öyleyse bu hal, bu ‘ters’, bir illet (hastalık) değil de nedir?

Müellif diyor ki, halkın yanlış bir telakkisi vardır. Halk zanneder ki bir insan ya kadın ya erkek olur. Bu telakkinin yanlış olduğunu fen ispat etmeye başlamıştır. Zira fennen (bilimsel açıdan) sabit oluyor ki, bazı insanlarda hem kadın, hem erkek alat-ı tenasüliyesi (cinsel organları) vardır. Yine fennen sabit oluyor ki, bilâ istisna (istisnasız) bütün insanlarda, her insanda mukabil cinsten bir iz bulunur, yani erkekte kadın alat-ı tenasüliyesinden bir nebze vardır. Fakat bunlar pek küçük ve iptidai bir halde bulunur, ya başka bir vazife ifa ederler (iş görürler) yahut amelden sakattırlar (işlevsizdirler).

Demek ki insan, iptidaları (önceleri), aynı zamanda hem erkek hem kadınmış fakat zaman geçtikçe tekâmül (evrim) esnasında bu iki cinsiyetten bir tanesini kaybetmiş, fakat ötekinden harap bir iz muhafaza etmiştir.”

İlk şaşkınlık yahut öfkeyle tepki vermek yerine okuyup anlamayı seçen Rıfkı’nın aşkı, sevgisi galip geliyor. Öyle ki, Piraye’yi kaybetmemek için onunla yüzleşmekten bile kaçınıyor. Piraye ve Neriman’ı başka sebepler icat ederek ayırma yoluna gidiyor. Ama Neriman’dan ayrı kalmak Piraye’nin hasta olmasıyla sonuçlanıyor. Piraye yataklara düşüyor. Piraye’nin yataklara düşmesiyse Rıfkı’yı kahrediyor ve bin bir çabayla gönderdiği Neriman’ı, karısının sevgilisini yeniden evlerine çağırmak zorunda kalıyor genç adam. Hatta ikisi, Rıfkı ve Neriman, doktorun belki sabaha çıkamayacağını söylediği Piraye’nin başında beklerken rakibine karşı bir sevgi uyanıyor içinde.

Bir anda ben de Neriman’ı sevdim. Oh... Bütün insanlar arasında, benim elemlerimin bir kısmını gayet iyi anlayacak bir Neriman vardı. Çünkü duygularımız müşterekti (ortaktı). Aynı insanı seviyor ve aynı korkuyla sararıyordu. İlk defa olarak rakibimin kalbiyle benim kalbim arasında müşterek bir çarpıntı olmuştu.

Bir aşk üçgeni, üçlü bir ilişki kuruyor neredeyse Peyami Safa. Hiçbir şeyin konuşulmadığı ama herkesin, her şeyi bildiği bir ilişki…

Romanın devamını, özellikle de sonunu anlatmayayım ki sürprizi kaçmasın. Yayınlandığı zaman alır, okursunuz. Fakat Peyami Safa’nın bu romanı, Havva’nın Üvey Kızları, anlatıcı/baş karakterinin kendisi için şoke edici olan bir durumu, yani karısının eşcinselliğini anlamaya çalışması ve her zaman ona duyduğu aşkı kendisine rehber edinmesiyle takdir edilesi bir tutum sergiliyor. Kadına yönelik şiddetin gündemden düşmediği ülkemizde karısını anlamaya çalışan, ona duyduğu sevgiyi kılavuz edinen Rıfkı örnek alınası bir erkek.

*

Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı ve bugüne değin üvey evlat muamelesi gören tüm romanları yeniden ele alınmayı, dikkatlice okunmayı hak ediyor.[5]

Nahid Sırrı, Peyami Safa’yı mercek altına aldığı bir yazısında Peyami Safa, Türk Edebiyatı tarihi yazan kimsenin roman faslında ismini mutlaka anmaya mecbur bulunduğu bir şahsiyettir,” der ve onun artısıyla eksisiyle tüm özelliklerini kendince sıralar.[6] Daha sonra onun tüm üretkenliğine rağmen rahat geçinemediğinden dert yanar. “Yazık ki Peyami Safa, Server Bedi’yle beraber geçinip yaşayabiliyor.” Fakat sonra düşünür aradaki farkı… Server Bedi ve Peyami Safa başka kişiler, bambaşka kalemler midir?  

Fakat düşününce, Server Bedi’ye karşı da her zaman bu derece kati hükümler vermemeli diyorum. Mesela, bu imzayı taşıyan Zıpçıktılar birtakım iddialı ve güya edebi romanlardan daha canlı ve muvaffakiyetli bir kitap değil midir?

Ben de aynı fikirdeyim. Bu yüzden de sevinçliyim. Sonunda, Ötüken Neşriyat sayesinde tüm Peyami Safalar bir araya geliyor. Kırkın üzerinde romanının erişilebilir olmasıyla, Peyami Safa tüm boyutlarıyla, tüm açmazları, çıkmazları, zanaatkârlığı, üretkenliği ve yeteneğiyle gözler önünde olacak.

 


[1] Ama Selma ve Gölgesi ve Korkuyorum’un birer kopyasına sahip olabilmek için ne kadar sahaf gezdiğimi, nasıl taban teptiğimi de belirtmem gerek. (Evet, o zaman ‘Nadir Kitap’ sitesi yoktu.)

[2] Peyami Safa ve Server Bedi imzalarını ayırmak gerek diyenleriniz olabilir. Ama akıl aynı, yetenek aynı… Tek fark, yazarın, bu eserlerin bir kısmı üzerinde daha fazla çalışmış, daha özenli davranmış, bazılarını ise ekonomik kaygılarla aceleye getirmiş olmasından ibaret kalıyor sanırım. Yoksa dünyası, tadı aynı hepsinin. Metin Erksan’ın bugün klasik addedilen Susuz Yaz, Yılanların Öcü yahut Sevmek Zamanı filmleriyle Emel Sayın’lı Feride, Filiz Akın’lı Reyhan filmleri arasındaki minik ‘fark’ gibi. Eğer kendine özgü bir dil kurabilmiş, farkını ortaya koyabilmiş bir sanatçıysa söz konusu olan, mutlaka biricik, özel oluyor tüm eserleri. Ufacık bir dokunuşla kendisine dair kılıyor herhangi bir şeyi. 

[3] Peyami Safa’nın histeriyi anlatmaktaki ustalık eseri 1960 tarihli Sıcak Nefesler olsa gerek. Peyami Safa’nın son romanı da olan bu eserin, esas ismiyle yayınlananlar da dahil tüm eserleri arasında bile önemli bir yere sahip olması gerekir.

[4] Bu isme başka bir yerde de rastlamadım.

[5] Bir tek 1935’te Tan’da tefrika edilen Cumbadan Rumbaya bu makus talihi yenmiş, Peyami Safa adıyla basılagelmiştir.

[6] Mektep, sayı: 12, 17 Mart 1932