Bilinmeyen sulara dalacak cesareti olmayan, şaşırtmayan, okurken sıkıldığınız metinler siyaseten en doğru şeyi söylüyor bile olsa edebiyatın, bir çocuk kitabının olması gereken işlevini yerine getiremezler
17 Şubat 2015 14:12
Türkiye'de çocuk ve gençlik kitapları yayıncılığı aslında hiç de öyle tek bir yazı ya da söyleşiyle gündeme gelecek kadar kolay bir konu değil. Ama biz yine de bir yerden başlayalım dedik ve ilk olarak Zarife Biliz'in kapısını çaldık. Yaklaşık dört ay önce Büyülü Fener’in yayın yönetmenliği görevine başladı Biliz. Aynı zamanda altı yıldır aylık olarak yayımlanmayı başaran İyi Kitap dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapan Zarife Biliz’le çocuk ve gençlik kitapları üzerine merak ettiklerimizi konuştuk. Görünen o ki bu konuyu daha çok gündeme getirmek ve sorunları çözüme ulaştırmak için bir şeyler yapmak gerekiyor.
Çocuk ve gençlik edebiyatı açısından Türkiye’de yayın sektörünün durumunu nasıl özetlersiniz?
Çocuk ve gençlik yayıncılığı son on-on beş yılda giderek gelişen, genişleyen bir alan. Açılan yayınevi, yayımlanan kitap sayısına bakarak da bunu görmek mümkün. Artık çocuk kitaplarından para kazanılabileceği düşünülüyor. Buna bağlı olarak da alan giderek sektörleşiyor; çok satarlar önden kapış kapış “rezerve ediliyor”, yayınevleri prestij kaygısıyla ödüllü kitap yayımlama yarışına giriyor -öyle ki bazen ödülün gölgesi kitabınkinden büyük olabiliyor- veyahut okulların tercih edeceği, “müfredata uygun” Türkçe kitaplar yayımlama kaygısıyla “edebi” değeri oldukça tartışmalı telif kitaplar rafları dolduruyor.
Sektörün dinamikleri neler ve bu dinamikler yayınları nasıl etkiliyor? “Artık çocuk kitaplarından para kazanılabileceği düşünülüyor” dediniz, bu iyi bir şey belki de, yayınevlerinin ve yayınların sayısı bu sayede artıyor…
Genel olarak bakarsak yayıncıların iki tür satış mecrası tanımladığını görüyoruz. Raf satışı ve okul satışı. Raf satışı, kitapevlerinden okurun kitabı doğrudan satın alması manasına geliyor ve daha ziyade, çoksatar diye nitelenen kitaplar için öngörülüyor. Karikatür tarzı çizimlerin eşlik ettiği, mesela bol “kaka”lı -genç okuru buradan yakalama hamlesi gayet zekice-, çocukların bayıldığı fakat öğretmenlerin pek de onaylamayacağı, belki de gayet gerçekçi, haylaz, muzip, “hayta” karakterleri içeren kitaplar bunun güzel bir örneği. Türün iyi örnekleri olduğu gibi, çok sattığı anlaşılınca, içeriğin giderek boşaldığı, şablonların taklidinden ibaret olan kötü taklitlerin sayısı da hızla artıyor. Ticarileşen her şeyin başına gelen, onların da başına geliyor, çok şaşırtıcı değil.
Okullarda peki?
Türkiye’de okul pazarlaması sektörün ciddi hedef satış alanlarından biri. Geçenlerde Latin Amerika’daki uluslararası bir çocuk yayıncılığı toplantısına katılan bir editör arkadaşın belirttiğine göre başka ülkelerde de durum çok farklı değilmiş, yani onlar da aynı dertlerden mustarip. Çünkü bir okulun okuma listesine giren kitap, bizde okuma listeleri seçmeli değil, zorunlu olduğundan ve okul veliye kitabı satın alma şartı getirdiğinden, tek hamlede binlerce satma olanağına kavuşuyor. Dolayısıyla okullara, müfredata uygun kitap üretme, sonra da bunları bir şekilde okullara “pazarlama” yarışı başlıyor. Bu sistemden, bu çarktan doğabilecek pek çok sorunu, olumsuz yönlere kayabilecek pek çok ilişkiyi öngörebilmek için âlim olmaya gerek yok…
Eğitim sisteminin istediği türde kitapların çocuklara ve hatta (böyle bir kitap üretmek yayımlanma şanslarını arttıracağından) yazarlara dayatılmasından, çeşitli şekillerde sansürün (dış sansür ya da oto sansür) gündeme gelmesine, edebiyatın en çok ihtiyaç duyduğu şeyin, özgürlük ve yaratıcılığın kısıtlanmasına, aradaki ticari “pazarlama” ilişkisinden doğabilecek handikaplara dek pek çok sakınca var burada.
Üretimin artması konusuna gelince, evet, bu belki iyi bir şey ama nicelik kadar, hatta ondan daha çok niteliğin önemli olduğunu unutmamak gerek, hele söz konusu olan çocuklarsa…
Yani bir nitelik sorunu var…
Bunu en kolay çeviri kitaplarda görebiliyoruz. İyi bir kitap okunamayacak denli kötü bir Türkçeyle, özensiz bir baskıyla piyasaya sürülebiliyor, Türkçe baskısından kitabın iyi bir kitap olduğunu anlayamayabiliyorsunuz. Çok güzel kitaplar yayına hazırlanırken ya da aslında “yayına hazırlanmadığı” için ölü doğuyor. Çeviri kokan, hatta bozuk bir Türkçe ile piyasaya sürülen kitaplar görüyoruz. Dili yeni yeni öğrenen, dilde yetkinleşmesi süren çocuklara hele, hiç yapılmayacak, yapılmaması gereken bir şey.
Bundan kim sorumlu? Editör mü?
Aslında tek başına editörü suçlamaktansa böyle bir durumda yayınevinin yayın anlayışına, kaygılarına, amaçlarına bakmak lazım. Editör bir kez hata yapar, yayınevi bunu hoş görmezse ikinci hatayı yapamaz. Burada asıl mesele, yayınevinin yola çıkış noktası, nihai amacı. Evet, çocuk kitapları para kazandırma ihtimali taşıyor olabilir ama en baştaki hedefiniz çocukları her anlamda en yüksek niteliklere sahip kitaplarla buluşturmak değilse, bir kitapta, dile -burada Türkçeye- hâkim olmayı, dili en iyi şekilde kullanmayı temel şart olarak gözetmiyorsanız, yani çocuğa gerçekten değer vermiyorsanız iyi bir şey üretme şansınız da yok demektir, ne çocuk okur için ne de bu sektör için…
Tamam, çeviri kitaplarda böyle sorunlarla karşılaşılıyor, peki telif eserler ne durumda?
Telif eserlerin ise sorunları bambaşka. Türkçe yazan çocuk kitabı yazarları arasında dili güzel kullananlar da vardır, iyi kullanmayanlar da. İyi bir editör-yazar ilişkisiyle bir kitapta dildeki temel sorunları aşabileceğinizi farz edebiliriz, yani iyi bir editör kitabın Türkçesinin yetkinleşmesine yardımcı olabilir ama geriye daha çetrefil, aşılması daha zor, bazen de imkânsız bir sorun kalır. O da kitabın ta kendisi, kurgusu, anlattığı şey, çocuğa ve hayata yaklaşımıdır. Bu da özünde yazarın çocuğa, çocuk kitabına, edebiyatına, belki de hayata bakışındır aslında. Yabancı dilde yayımlanmış bir kitabı okuyup seçtiğinizde ne yayımlayacağınızı bilirsiniz, kurgusu dâhil editoryal süreçten geçmiş bir kitap vardır karşınızda, kitabı beğendinizse iş çeviri editörüne kalır, çeviri editörlüğünün de kendine has zorlukları vardır elbet ama telif eser editörlüğüne göre zorlukları başkadır; daha çok, dilin oturtulması, Türkçenin iyi kullanılması, varsa dile ya da kültüre bağlı uyarlamaların yapılmasını içerir. Ancak telif bir eserde editörlük işi birkaç kat zorlaşır. Çözülecek sorunlar katlanır.
Nedir mesela o zorluklar, sorunlar?
Türkçe çocuk kitaplarına genel olarak baktığımızda öne çıkan birkaç temel noktayı belirtebiliriz. Öncelikle söylemek istediğim pek çok metnin öyle ya da böyle pedagojik olmaktan kaçamadığı. İlle bir doğruyu gösterme, çocuğa gizli ya da açık bir ders verme, çocuğu doğrudan ya da dolaylı olarak eğitme amacı taşıması. Hâlbuki orta yerinden konuşacak olursam, edebiyat yanıtları vermez, soruları çoğaltır, soru sormayı öğretir ve o sorulara nasıl yanıt bulabileceğimiz konusunda bize olsa olsa bazı ipuçları verir. Okurun şahsi macerasına yer açar. Eğer metin bir şey dikte ediyorsa edebiyat değildir. Yani pedagojinin girdiği kapıdan edebiyat dışarı çıkar.
Peki, neden çocuklara illa pedagojik metinler üretiyoruz?
Bu sorunun yanıtı çocuklara bakışımızda saklı olmalı. Çocuğu kendine has, “bütünlüklü ve tam” bir birey olarak değil de, oluşunu tamamlamamış, eksik, henüz doğru düzgün düşünme becerisini edinememiş, doğruyla yanlışı ayırt edemeyen, çabucak yanılıp kandırılabilecek eksik insanlar olarak görüyoruz bir kere. O yüzden onu sürekli olarak “eğitmemiz”, ona sürekli doğruyu göstermemiz gerektiğini düşünüyoruz. Aslında çocukları küçümsüyoruz. Yetişkini çocuktan daha üstün ve akıllı gören, dolayısıyla çocuğu hayatın ve insanın “kötü”, olumsuz yönlerinden korumaya çalışan “steril” metinlerin sıkıcı olması, sürekli kendini yineleyen şablonlara dayanması doğal değil mi? Böyle metinler ne yaratıcılığa yer açarlar ne de hayal gücünü harekete geçirebilirler, asıl kaygıları yaratıcılık değildir ki! Düş ve düşünce evrenine pek bir katkı sağladıkları da söylenemez, papağan gibi bilineni yineleyip dururlar.
Oysa bir kitabı elinize aldığınızda, başından sonuna heyecan duyarak okumanız, bir bilinmeyenin kapısından girip kaybolmanız, şaşırmanız, heyecanlanmanız, haz almanız gerekir. İnsan haz duyduğu için okur. Yemek değil ki bu acıkınca ne bulduysak mecburen yiyelim. Okumak çocuk için, dünyasının ibaret olduğu oyundan, hazdan, heyecandan, deneyimlemekten başka bir şey değildir. Oysa belli şablonları tekrarlayan, bir şekilde birbirini yineleyen, karakterlerin hep bildik şekilde davranıp bildik durumlarla karşılaştığı ve bildik tepkileri verdiği, hayalgücü içermeyen, bilinmeyen sulara dalacak cesareti olmayan, eğlendirmeyen, şaşırtmayan, okurken sıkıldığınız metinler siyaseten en doğru şeyi söylüyor bile olsa edebiyatın, bir çocuk kitabının olması gereken işlevini yerine getiremezler.
Tüm bunları tetikleyen başlıca sebepleri biraz açıklamanızı istesem…
Çeviri kitapların minimal ama minimal olduğu ölçüde derinlikli, yalın hikâye anlatma gücünü Türkçe çocuk kitaplarında neden yakalayamıyoruz? Bu bizim de sık sık üzerinde kafa yorduğumuz bir konu ve sadece çocuk kitabı yazarlarını değil, toplum olarak hepimizi ilgilendiriyor kanımca. İçinde yaşadığımız toplumun yapısıyla, bu yapı içerisinde bırakın çocuğu, bireyi nasıl gördüğümüzle çok bağlantılı. O kadar baskıcı bir toplumda yaşıyoruz ki hepimiz büyürken topluma uygun şekilde biçimlendirilirken, “eğitilirken” iğdiş ediliyoruz. Özgürlük bizim ülkemizde pek hoş karşılanan bir sözcük değil, biliyorsunuz. Zamanında iğdiş edilmiş, yetişkinliğimiz boyunca da tepesinde hep bir tehdit kılıcı sallanan benliğimize gizli bir sansürcü gözü yerleşiyor adeta. Korkutulmuş, bastırılmış, “terbiye edilmiş”, susturulmuş çocuklar, hayalgücünden yoksun, uçlara gitmekten, hata yapmaktan, tecrübe etmekten, kendini keşfetmekten korkan yetişkinlere dönüşüyorlar. Çocuğa yazarken de içimizdeki çocuk imgesine sesleniyor ve kendi çocukluğumuzu hatırlıyoruz, artık bir yetişkin olduğumuz için çocuğa yazabilmenin, o çocuklukla temas kurabilmenin başka bir yolu da yok zaten, ne kadar fazla “biçimlendirildiysek”, biz de metinlerimizi o kadar çok “biçimlendiriyoruz”. Aşırı “biçimlendirirken” de hayalgücü ve yaratıcılık yok oluyor. Bireysellikten, özgürlükten, farklılıktan korkan baskıcı toplumlarda edebiyatın değil belki ama çocuk edebiyatının yeşermesi gerçekten zor. Çünkü yetişkinlikte kendimizi özgürleştirmenin yollarını bulabilsek de artık yaşanıp bitmiş, geçmişte kalmış çocukluklarımızı gidip yerinde onarmamıza, geri dönmemize imkân yok. Çocukluğumuza dönüp, kendimizi tekrar özgür bir çocuk olarak büyütebilmemize imkân yok. Kim bilir belki de bunu fark etmek, metinlerimizdeki bu sorunları görmeye başlamak bile bir değişimi başlatır. Kendimize, çocukluğumuza, hayata sorduğumuz sorulara bir daha bakarız, sonra da yazdıklarımıza…
Şimdi Büyülü Fener Yayınları için yeni bir dönem başlıyor, neler yapacaksınız?
Büyülü Fener Yayınları’nda okul öncesinden gençlik dönemine kadar geniş bir yaş grubuna sesleneceğiz. Başvuru ve edebiyat eserlerinin yanı sıra eğlencelik ya da çoksatar diye nitelenen kitaplar da yapabiliriz, anne babaların çocuklarına daha iyi yardımcı olabilmelerini sağlayacak türde ebeveyn başvuru kitapları da... Tür açısından belli bir kısıtlamamız yok, ancak hangi türde olursa olsun iyi kitaplar sunacağız öncelikle çocuklara. Yanıt vermektense soru sormaya teşvik eden, kitaplar... Eleştirel bilince sahip nesiller başka türlü nasıl yetişir ki?