Öykülerde sınıfsal karşılaşmalar

“Adichie’nin Boynunun Etrafındaki Şey’deki öykülerinde bir kez daha açıkça görülüyor ki, sınıf hiç kimse için sadece ekonomik olarak yaşanan bir durum değil; sınıf özneye ve öznelliğini yaşama biçimine siner, bedenen, zihnen ve ruhen icra edilir. Dolayısıyla ekonomik sorunları tek başına çözmek hiçbir zaman yeterli olamaz.”

29 Eylül 2022 20:00

“Sınıf hâlâ genç kadınların bedenlerinde ve zihinlerinde yazılı, ancak toplumsal eşitsizlik ile baskının değil, kolayca kişisel başarısızlık ile patolojinin kanıtları olarak okunabilen ve isimleri sadece fısıldanarak zikredilebilen göstergeler üretiyor.”[1]

Chimamanda Ngozi Adichie’nin Boynunun Etrafındaki Şey öyküleri günlük hayatın bu kısık sesli okuma deneyimini yüksek perdeden konuşuyor. Onun öykülerini incelerken kendime rehber seçtiğim bu cümle Valerie Walkerdine’in Helen Lucey ve June Melody ile birlikte işçi ve orta sınıf genç kızların sınıfsal büyüme hikâyelerini karşılaştırmalı olarak inceledikleri yıllara yayılan saha çalışmasının ürünü. Saha çalışması özellikle ‘80’li ve ‘90’lı yılların neo-liberalleşen İngilteresi’nde yürütülüyor. Benim inceleyeceğim öyküler ise Nijerya ve Amerika eksenindeki daha ileri tarihli kurmaca hikâyelere odaklanıyor. Yine de fark edilecektir ki, kültürler ve coğrafyalar her ne kadar farklı olursa olsun, günümüz politikalarının kadınları sürüklediği sorunlar, duygular, düşünceler ortak.

Chimamanda Ngozi Adichie uluslararası edebiyat sahnesinde boy gösteren üçüncü nesil Nijeryalı bir edebiyatçı. Ve The Norton Anthology of English Literature’a dahil edilerek erkek egemen Batı kanonundaki yerini hemen almayı başaran en çağdaş yazarlardan. Kitapları dışında, onun geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan diğer çalışmaları TEDx konuşmalarıydı: “Tek Hikâyenin Tehlikesi” ve “Hepimiz Feminist Olmalıyız.” Feminizmin herkes için olduğunu savunduğu konuşmasından kesitler ayrıca Beyoncé’nin “Flawless” şarkısında yer aldı ve bununla birlikte kendine daha da geniş bir okur ve takipçi kitlesi yarattı. Edebiyatı biraz da sahne ışıklarından geride durmak olarak görenler için rahatsız edici bir popülerliğe sahip bile denebilir. Ama bu bizi yanıltmasın. Adichie kendi bildiklerinden şaşmayan, üretken ve içgörülü bir yazar. Adichie’nin Türkçeye çevrilmiş eserleri arasında Boynunun Etrafındaki Şey dışında Keder Üzerine, Yükselen Güneşin Ülkesinde, Mor Amber, Feminist Manifesto, Amerikana yer alıyor. Benim üzerinde duracağım Boynunun Etrafındaki Şeyöyküleri ise dediğim gibi ırk, toplumsal cinsiyet, sınıf kavramları üzerinden okunabilecek zengin bir kavrayış sunuyor.

Antrparantez Boynunun Etrafındaki Şey’deki öyküler hiç kuşkusuz öncelikle ırk ve sınır kavramları açısından incelenebilir. Bu temayla yapılmış harika çalışmalar var. Bunlardan biri Daria Tunca’nın “Of French Fries and Cookies: Chimamanda Ngozi Adichie’s Diasporic Short Fiction” adlı incelemesi. Tunca, Nijerya ve Amerika arasında gidip gelen öykü karakterlerini incelikle ele alıyor. Ben de öyküleri ilk okuduğumda farklı kültürlerin bu capcanlı betimlemeleriyle sürüklenmiş ve uzak diyebileceğimiz coğrafyalarda bireysel meselelerin dışında politik ve ailevi konularda da ne denli candan yakınlıklar kurulabileceğini görmüştüm. Ancak Tunca’nın eleştirisi üzerine ekleyebileceğim bir şey olmadığından ve tamamen kişisel sebeplerden dolayı bu yazımda tercihen genç kadınlık, sınıf ve bunların ilişkiler ve duygudurum üzerindeki etkilerine odaklanacağım.

Kitaba adını veren “Boynunun Etrafındaki Şey” öyküsü genç bir kadının göç hikâyesi. İkinci şahıs anlatıcı diliyle yazılmış – ki Adichie her öyküsünde farklı anlatıcılar kullanıyor. Bu öyküde sen diye hitap edilen kahraman Amerikan vize çekilişini kazanarak bir piyango ikramiyesi olarak görülen Amerikan hayatına adımını atıyor.

“Amerika’da herkesin bir arabası ve silahı olduğunu düşünüyordun; amcaların, teyzelerin, kuzenlerin de öyle düşünüyordu. Amerika vizesi çekilişini kazanmandan hemen sonra sana dediler ki: Bir ay sonra, büyük bir araban olacak. Sonra, büyük bir evin. Ama sakın Amerikalılar gibi silah alma.”

Böylece Lagoslu kahraman Amerikan semalarına uçar ve onu havalimanında aslında gerçek amcası olmayan bir aile dostu karşılar. Yeğenine ilk iş “sarı hardallı büyük bir sosisli sandviç” alır. Bunu ona verirken “Amerika’yla tanışma” hediyesi olarak sunar. Ve Amerika’da hayata tutunmayı başarmış gururlu bir sahte amca olarak yeğenine Amerika dersleri vermeye ânında başlar. “Mesele Amerika’yı anlamaktı, Amerika’nın alışverişten ibaret olduğunu bilmekti. Çok veriyordun ama çok da alıyordun.” Amca beklendiği üzere tüketim alışkanlıklarının bir kimlik göstergesi olduğunu çoktan kanıksamıştır. Dünyayı etkileyen Reagan ve Thatcher neo-liberal politikalarını mükemmelen kişiselleştirdiğine şahit oluruz. Hatta genç kadının cinselliğini bu uğurda kullanmasını teşvik edecek kadar. Zira çok geçmeden yeğenine cinsel tacizde bulunduğunda kendini yine bu mantığa sığınarak savunur. “Akıllı kadınlar bunu hep yapıyordu. Lagos’ta iyi gelir getiren işlerde çalışan kadınlar oralara nasıl geliyor sanıyordun? Hatta New York şehrinde bile.”

Bu olayın hemen ardından kahraman evi terk eder ve hayal kırıklığı, şaşkınlık ve çaresizlik içinde bindiği otobüste son durağa kadar sürüklenir.

“Connecticut’a –yine küçük bir şehre– geldin, çünkü bindiğin Greyhound otobüsünün son durağıydı. Parlak, temiz tenteli restorana girdin ve diğer garsonların iki dolar eksiğine çalışabileceğini söyledin.”

Tacizci sahte amcadan kurtulmuştur kurtulmasına ama Amerika’yla ilgili düşlerinin yerini hayatta kalma çabası alır. Okul, kariyer ve daha rahat bir gelecek ertelendikçe ertelenir. “Okula gitmeye paran yetmiyordu, çünkü şimdi halısı lekeli küçük bir odaya da kira ödüyordun.” Bu süreçte restoran müşterilerinden biriyle yakınlaşır. Restoranın kaliteli yemekleri için sık sık buraya gelen genç müşterinin üniversite öğrencisi beyaz ve orta sınıf bir Amerikalı olduğu ortaya çıkar. Yabancı bir siyahi olan ve işçi sınıfından gelen kahraman, müşterinin ilk yakınlaşma girişimlerine başta isteksizce ve kaçamak yanıtlar verir. Öte yandan Nijerya’da bıraktığı ailesiyle onlara mektupla para yollamak dışında hiçbir iletişim de kurmaz. “Her ay. Mektup yazmıyordun. Yazacak bir şey yoktu.” Valerie Walkerdine’in gözlem amacıyla kız çocuklarının işçi sınıfı ailelerinin evlerine gittiğinde dikkatini çeken bir durumdur bu. İletişimsizlik. Çalışmaktan yorgun düşen ebeveynler ve okulla ev hayatı arasında bocalayan çocukları evde uzun sessizliklerin içine gömülürler. Sadece yorgunluk değildir bu suskunluğun sebebi, konuşarak bir şeylerin çözülmeyeceğini bilmenin farkındalığıdır. Dolayısıyla konuşulmaz. Bu gözlemleri yankılarcasına bir süre öyküdeki kahraman da hayatında yepyeni gelişmeler olmasına rağmen yaşadıklarını Lagos’taki ailesine aktarmaz, ne telefon eder ne de uzun uzun mektuplar yazar. “Geceleyin uykuya dalmadan önce boynuna bir şey, seni boğacakmış gibi bir şey dolanıyordu.” Kahraman kendi sesini boğan dipsiz bir kuyu gibi sadece düşünür. Hem geçmişi düşünür hem de şu an etrafında olup bitenleri. Ve o düşünürken okur, kahramanın zor koşullarda geçen geçmiş hayatını ve Amerikalılara dair şaşkınlıklarını bir bir öğrenir. Adichie’nin öykücülüğünü bu sessizlikleri kırmak için ustalıkla kullandığı rahatlıkla söylenebilir. Kahramanın deneyimleri biriktikçe bunları anlatma ihtiyacı içinde yavaş yavaş doğar.

“Yalnızca ailene yazmak istemiyordun, arkadaşlarına, kuzenlerine, teyzelerine ve amcalarına da yazmak istiyordun. Ama kazandığınla hem herkese yetecek kadar parfüm, giysi, kol çantası ve ayakkabı almaya hem de kira ödemeye gücün yetmezdi, o yüzden hiç kimseye yazmadın.”

Öyküdeki bu ve buna benzer cümlelere bakınca kahramanın ailesinin ve arkadaşlarının beklentilerini karşılayamamanın verdiği bir suçluluk da hissettiğini anlarız. İletişime geçmemesinin bir sebebi de budur. Öykü birkaç sayfa boyunca böyle bir türlü dile getirilmeyen veya yazıya dökülmeyen anılar, düşünceler ve gözlemlerle ilerler. Kahramanın içindekiler biriktikçe ve yeni çevresine dair tecrübeleri arttıkça gitgide anlatma ihtiyacının aslında onu yiyip bitirdiğine de tanık oluruz. “Ama sonraki haftalarda yazmak istedin, yazmak istiyordun, çünkü anlatacak hikâyelerin vardı.” Anlatma arzusu hissettiği sadece kendiyle ilgili gelişmeler değildir, Amerika’daki insanlık hallerine dair de söylemek istedikleri vardır. “… gizlemeniz gereken ya da yalnızca onlara iyilik dilemeleri için aile üyelerine anlatabileceğiniz şeyleri yazmak istiyordun.” Ancak bu arzu yine dile dökülmeyen bir istek olarak kalır. Çünkü ne kendiyle ne de yeni hayatıyla tam bir bağ kurduğu söylenemez. “Bazen kendini görünmez hissediyor ve odanın duvarının içinden geçip koridora yürümeye çalışıyordun ve duvara çarptığında kolunda çürükler oluşuyordu.”

Sonra kahraman bu genç müşteriyle yakınlaşır ve sınıfsal koşulların getirdiği ayrıcalıklara dair farkındalığı artar. Artık erkek arkadaşı olan üniversiteli genç Amerikalıyla sohbet ederken onun okulda derslere devam etmek yerine seyahat etmeyi tercih edeceğini duyduğunda genç kadın şaşırır. “İnsanların okula gitmemeyi seçebileceğini, insanların bir şeyleri dikte edebileceğini bilmiyordun. Hayatın verdiklerini kabul etmeye, sana dikte ettiklerini yazmaya alışıktın.” Seçim yapmak, seçenekleri değerlendirmek, kendi istekleri doğrultusunda hayatına yön vermek genç kadının daha önceden ne ailesinde ne de çevresinde deneyimlediği bir şeydir. Dahası, erkek arkadaşının hayatındaki seçenek yelpazesi okulla sınırlı değildir. Yiyecekler arasında seçim yapması, bunun hakkında konuşması da kahramana yabancıdır, kendisi bir restoranda çalışmasına rağmen bunu yadırgar.

“Ülkende –et bulabildiğinde– yediğin et parçaları parmağının yarısı kadardı. Ama bunu ona söylemedin. Ona, köri ve kekik çok pahalı olduğu için, annenin her şeyin içine koyduğu  dawadawa küplerinin içinde MSG olduğunu, aslında küplerin MSG olduğunu söylemedin. Sana MSG’nin kanser yaptığını, o yüzden Chang’ın Yeri’nin sevdiğini, Chang’ın MSG kullanmadığını söylüyordu.”

Kendileri de işçi sınıfı ailelerde yetişen Valerie Walkerdine ve meslektaşları kendi saha çalışmaları sırasında orta sınıf aileleri ziyaret ettiklerinde aynı şaşkınlığı yaşıyorlar, hatta öfkeleniyorlar. Orta sınıf ailelerin yemekler konusunda çocuklara seçenek sunabilmesi ve çocukların genellikle önlerine konan yemekleri yememesi, beğenmemesi karşısında araştırmacı olmalarına rağmen istemsizce öfke duyuyorlar, çünkü pek çok başka çocuk için bu bulunmaz bir nimet. Aynı duyguyu “Boynunun Etrafındaki Şey” öyküsünün kahramanı da yaşar ama dile getirmez.

Buna benzer bir sahne Adichie’nin aynı kitapta yer alan bir başka öyküsünde daha tekrarlanır. “Geçen Hafta Pazartesi Günü” adlı öyküde Nijerya’dan gelen ve Amerikalı bir aileye ev işleri ve çocuk bakımında yardımcı olan genç kadın, ailenin sürekli konuşma konusu olan organik ve sağlıklı menüler karşısında şaşkınlığa düşer.

“Dolu bir mide Amerikalılara, çocuklarının az önce okudukları nadir bir hastalıktan mustarip olabileceğinden endişelenmek için zaman veriyor ve çocuklarını hayal kırıklığı, yoksulluk ve başarısızlıktan korumaya hakları olduğunu düşündürtüyordu. Dolu bir mide Amerikalılara, sanki çocuğuna özen göstermek kural değil de istisnaymış gibi, iyi ebeveynler olmakla övünme lüksü veriyordu.”

Dönelim “Boynunun Etrafındaki Şey” öyküsüne. Kahramanın önyargılarının aksine, erkek arkadaşı diğer Amerikalılar gibi Nijerya’dan bihaber değildir ve buranın kültürel çeşitliliği konusunda bilgilidir, ona yanlış veya eksik bilgilenmiş sıradan Amerikalıların sorduğu cahilce sorular sormaz. “Yoruba mı, İgbo mu olduğunu sordu, çünkü sende Fulani havası yoktu.” Böylece aralarında bir yakınlık başlar. “Babanın Lagos’ta öğretmen değil, bir inşaat firmasında kıdemsiz bir şoför olduğunu söylediğinde, yakınlaşmış olduğunu biliyordun.” Ancak arada sınıfsal farklılıkların yarattığı bariyerler ne kadar istenirse istensin aşılamaz. “…ama seni anlamadığını biliyordun.” Bu düşünce hep aklının bir köşesindedir. Ya da şu duyguyu hep hisseder: “Duygularını paylaşmak istiyordun. Oysa duyduğun kızgınlıktı.” Sevişirler, erkek arkadaşı onu ailesiyle tanıştırır, konuşurlar, beraber vakit geçirirler ama arada kapanmayan bir mesafe hep kalır. Erkek arkadaşının Nijerya’yı ve hayatını merak etmesi karşısında sevinç duymaz. “Onun Nijerya’ya gitmesini, dönüp onun hayatına aval aval bakamayacak yoksul insanların hayatını görmek için gittiği ülkeler listesine Nijerya’yı da eklemesini istemiyordun.” Aldığı hediyeler ona ne olmadığını ya da neyi olmadığını hatırlatır. “Onun bir işe yaraması gerekmeyen, yalnızca hediye olan hediyeler alabildiğini fark etmiştin.” Ve bunları dile getiremedikçe fiziksel kazalar yaşamaya devam eder.

“Bardak elinden kaydı ve onun evinin zeminindeki parkeye düşüp parçalandı, o sana sorun ne dedi, ortada birçok sorun olduğu halde, ona yok bir şey dedin. Sonra duş alırken ağlamaya başladın. Suyun gözyaşlarını seyreltmesini izledin, neden ağladığını bilmiyordun.”

Adichie, TEDx konuşmasında: “Tek Hikâyenin Tehlikesi”

Sonunda bir şeyler taşar ve kahraman ailesine bir mektup yazar. Kısa bir mektuptur. Cevaben kara bir haber alır ve babasının öldüğünü öğrenir. İletişim çabası ölü doğmuştur sanki. Babası o bunca şeyi yaşarken ve ailesiyle bir türlü iletişim kurmazken aylar önce ölmüştür. Beklentileri karşılayamamanın verdiği suçluluk duygusu ikiye katlanır. Şimdi de travma sonrası kendini kurtarmış olanların duyduğu suçlulukla baş edecektir.

“Yatakta kıvrıldın, dizlerini göğsüne çektin ve baban ölürken ne yapıyor olduğunu hatırlamaya, onun ölü olduğu onca ay boyunca neler yaptığını hatırlamaya çalıştın. Belki de baban, neden olduğunu hiç anlamadığın bir şekilde, tüylerinin pişmemiş pirinç gibi dimdik olduğu, Juan’ın git şefin yerine yemeği sen yap da iliğin kemiğin ısınsın diye dalga geçtiği o gün ölmüştü. Belki de baban, arabayla Mystic’e gittiğin, Manchester’da bir oyun izlediğin ya da Chang’ın Yeri’nde yemek yediğin günlerden birinde ölmüştü.”

Bu haber karşısında Nijerya’ya dönmeye karar verir ve erkek arkadaşıyla arasında sınıfsal olarak kapatamadığı mesafe adeta cisimleşir. Öykü sona ererken bu mesafenin kapanma şansının olup olmadığı da sonuçsuz bırakılır.

“Sana geri dönecek misin diye sordu ve sen ona yeşil kartın olduğunu ve bir sene içinde geri dönmezsen hakkını kaybedeceğini hatırlattın. Sana, neyi kastettiğini bildiğini söyledi; yani, bana geri dönecek misin? Arkanı döndün ve hiçbir şey demedin ve seni havalimanına bıraktığında, ona uzun, çok uzun bir süre sıkı sıkı sarıldın ve sonra bıraktın.”

***

Birinci şahıs anlatıcı aracılığıyla aktarılan, “Evlilik Aracıları” adlı diğer öykü ise sınıfsal merdivenleri göç ve evlilik vasıtasıyla tırmanmaya çalışan genç bir kadın karakteri anlatıyor. Lagos’tan evlilik sayesinde Amerika’ya göç eden Chinaza Agatha Okafor’un tecrübelerini kendi ağzından dinliyoruz. Bunun kişisel bir çaba olduğunu iddia etmek yanlış olur, çünkü öyküde anlatılan evlilik görücü usulü gerçekleşir. İşin içinde aile ve akrabalar da vardır. Kahraman Nijerya’dayken televizyonda izlediği Hollywood filmlerinden hareketle yine kendine bir Amerikan rüyası inşa etmiştir; geniş evler, bahçeler ve arabalar. Onun gibi göçmen olan yeni kocası Amerika’ya daha önceden yerleşmiştir, dolayısıyla bunlara çoktan sahip olduğunu düşünür. Genç çift Nijerya’da yapılan evlilik sonrası Amerika’daki rüya evlerinin önünde taksiden inerler. Uzun merdivenden çıkarlar. Tahmin edileceği üzere rüya evden eser yoktur. Oturma odasında “eskiliğin ve küfün ağır kokusu havada asılı duruyordu”. Koca özgüvenli bir şekilde etrafı gezdirir. Yatak odalarını da gösterir. “Küçük yatak odasında, köşede çıplak bir şilte duruyordu. Büyük yatak odasında bir yatak, bir şifonyer ve yerdeki halının üzerinde bir telefon vardı […] her iki oda da genişlik duygusundan yoksundu.” Chinaza’nın başı dönmeye başlar. Ama tamamen farklı sebeplerle. Yorgundur ve hayal kırıklığına uğramıştır. Dinlenmek için yatarlar. Chinaza “bir yumruk gibi sımsıkı kıvrılır” ve ancak kocasının horultularını duymaya başlayınca birazcık olsun gevşeyebilir: “Evliliğinize aracılık ederken sizi böyle şeyler konusunda uyarmıyorlardı. Saldırgan horlamalardan, mobilyasız daireler olduğu ortaya çıkan evlerden söz edilmiyordu.” Chinaza kocasının henüz stajyer olduğunu da öğrenecektir.

Bunu takip eden günlerde çiçeği burnunda koca ülkeyi ve kültürünü tanımanın verdiği özgüvenle Amerikan dili ve kültürü dersleri vermeye başlar. Bunu yaparken kocanın takındığı duygusuz tavırlara bakınca Pygmalion mitini hatırlamamak elde değil. Bernard Shaw’ın tiyatro oyunu olarak güncelleştirdiği bu hikâyede genç kadın Eliza Doolittle bir leydi olmak için bir profesörden konuşma ve adabımuaşeret dersleri alır. Bu öğretmen-öğrenci ilişkisi zamanla şekil değiştirir, ancak genç kadın hiçbir zaman profesörün anlayışsız, sert tavrından hazzetmez, nitekim ilişki başlamadan biter. Adichie’nin versiyonunda, tek fark kocanın da zamanında kendi kendine bunları öğrenerek sınıf atlamaya çalışmış olmasıdır. “Evet. Buradakiler gibi yaşamayı öğreneli uzun zaman oldu. Sen de alışacaksın, bebeğim” der. Kendi kendini geliştirdiği bu süreçte kendi sınıfına ve göçmenliğine egemen sınıfın acımasız ve kibirli bakışlarıyla bakacak kadar ileriye gider. Karı koca market alışverişi yapmaya gittikleri bir gün kocası şöyle der örneğin: “Burada alışveriş edenlere bak, buraya göç etmiş ama hâlâ kendi ülkelerindeymiş gibi davranan insanlar.” Chinaza, kocasının küçümseyerek İspanyolca konuşan bir kadınla iki çocuğuna işaret ettiğini görür. Kocası konuşmaya devam eder. “Amerika’ya uyum sağlamazlarsa, asla ilerleyemeyecekler. Hep böyle süpermarketlere mahkûm olacaklar.”

Evliliğin karşı karşıya kaldığı tek sorun genç kadının kendine bir eş ararken soğuk ve katı bir öğretmen bulması değildir. Yeni evlerinde uyandıkları ilk sabah: “Kocam beni, ağır vücudunu benimkinin üzerine yerleştirerek uyandırdı. Göğsü memelerimi bastırıyordu […] İttirmesi bitince, bütün ağırlığını, bacaklarınınkini bile, üzerime bıraktı.” Böyle hüsran, fiziksel ve psikolojik şiddetle başlayan evlilik günbegün kocanın genç kadına nasıl konuşması, nasıl davranması gerektiğini yerli yersiz öğrettiği derslerle ilerler. Kadın telefonda istediği kişiye ulaşamaz, “Hatlar dolu” der, adam hemen düzeltir. Kocası “Meşgul. Amerikalılar meşgul diyor, hatlar dolu, değil” der. Kadın çay içer. Kocası düzeltir. “Amerikalılar çaylarını sütlü ve şekerli içmiyorlar.” Kadın markette bisküvi almak ister. Kocası “Kurabiye. Amerikalılar onlara kurabiye diyor” der. Kadın komşusuna kibarca selam verir. Kocası düzeltir. “Burada işler öyle yürümüyor. Herkes selam diyor.” Kadın su ister. Kocası düzeltir. “Sürahiyi. Amerikalılar sürahi diyor.” Kadın kocasına seslenir, kocası düzeltir. “…bu arada, burada bana Ofodile demiyorlar. Adım Dave…” Anlatıcı genellikle çok fazla yorum yapmadan dinler. Kocasıysa susmaz. Elinde imkân olsa aynı My Fair Lady filmindeki gibi makinelere bağlayacağından emin olabiliriz. “Bir yerlere gelmek istiyorsan mümkün olduğunca orta yoldan yürümelisin” der kocası. Bir başka sosyalleşme sahnesinde “İngilizce konuş. Arkanda insanlar var” diye fısıldar. “Bunun adı asansör. Amerikalılar öyle diyor.” Başka bir gün Chinaza nazikçe jest olsun diye özlediğini düşündüğü yöresel bir yemek yapar kocasına. Kocası: “Binayı yabancı yemek kokusuyla dolduran insanlar olarak tanınmak istemiyorum” der ve onu Amerikan yemekleri yapma konusunda teşvik eder.

Anlatıcının kocasının sınıfsal emelleri doğrultusunda Amerikanlaşma ya da orta sınıflaşma çabaları devam ederken canını acıtan bir başka acı gerçek daha ortaya çıkar. Koca sahtedir. Ofodile ya da kendi kendine koyduğu adıyla Dave zamanında Amerika’da kalabilmek için formalite icabı başka bir kadınla aslında resmen evlenmiştir ve şimdi de bu diğer kadın daha fazla para için boşanmayı yokuşa sürmektedir. En azından sahte koca böyle der. “Seninle Nijerya’da evlenmeden önce, boşanmamız sona yaklaşmıştı ama henüz bitmemişti. Küçük bir şey ama şimdi fark etmiş ve beni göçmenlik bürosuna şikâyet etmekle tehdit ediyor. Daha çok para istiyor.”

Adichie, TEDx konuşmasında: “Hepimiz Feminist Olmalıyız."

Kocasıyla ilgili onca hayal kırıklığından sonra bu bardağı taşıran son damladır. Kocası duştayken bavulunu hazırlar. Anlatıcı bunca zaman aslında düzmece bir evliliğin içinde olduğunu öğrenince bu süreçte arkadaşlık geliştirdiği komşusu Nia’ya sığınır. Nia ona “sütlü, şekerli bir çay” yapar. Tam da kocasının Amerika’da içilmesini nahoş karşılayacağı şekilde. Nia işlerin yolunda gitmediğini anlamıştır ve Chinaza’ya ailesini arayabileceğini söyler. “Evde konuşabileceğim kimse yok” der. “Ya yengen?” diye cevap verir Nia. Chinaza yine başını sallar.

“Kocanı terk mi ettin? Ada Yengecik çığlığı basardı. Aklını mı kaçırdın? İnsan beçtavuğunun yumurtasını bir kenara atar mı? Amerika’da yaşayan bir doktor için kaç kadın iki gözünü birden feda eder biliyor musun? Herhangi bir koca için? Ve Ike Amca da, telefonu kapatmadan önce, yumruğunu sıkar, yüzünü buruşturur ve nankörlüğüm, aptallığım hakkında demediğini komazdı.”

Chinaza henüz ne resmen evli ne de iş sahibi olduğu için çaresizdir. Onu koruyacak herhangi bir insan veya sistem yoktur. İki kadın dertleşirler. Chinaza Nijerya’da parasız olduğu için biten eski bir aşkından bahseder. Nia da iki yıl önce onun şimdiki kocasıyla bir haftalığına beraber olduğunu itiraf eder. Sonunda Komşu Nia iş konusunda ona tavsiyeler verir ve “Evrakın gelene kadar bekleyip sonra gidebilirsin” der. “Kendini toparlarken yardım için başvurabilirsin, sonra bir işe girer, bir yer bulur, kendi ayaklarının üzerinde durur, sil baştan başlarsın. Tanrı aşkına, burası siktiğimin Amerika Birleşik Devletleri.” Anlatıcının aklına yatar. “Nia gelip yanı başımda durdu. Haklıydı. Henüz terk edemezdim.” Öykü burada sona erse de tıpkı Pygmalion’daki gibi sonlanacağını tahmin etmek zor değil. Ve Chinaza’nın bu çaresiz dönemecinde raydan çıkıp dağılmamasını sağlayan şey iki kadının kurduğu anlayışa ve desteğe dayanan yakınlıktır.

***

“Mahrem Bir Deneyim” adlı öykü Kano’da ayaklanmadan kaçarken can havliyle terk edilmiş küçük bir dükkâna sığınan iki kadını anlatıyor. Kadınlardan biri genç bir üniversite öğrencisi Chika iken diğeri beş çocuklu bir annedir. Öykü üçüncü şahıs anlatıcının dilinden aktarılıyor, ancak aslında olayları Chika adlı genç üniversiteli kadının gözünden takip ediyoruz. Adichie, diğer öykülerden farklı olarak zamanı kullanırken hem geriye dönük anımsamalara hem de geleceğe dair sıçramalara yer veriyor, böylece karakterin hem geçmişi hem de geleceği konusunda bilgileniyoruz.

Chika’nın diğer kadına göre ayrıcalıklı bir konumda olduğunu daha en başta anlıyoruz. Kendini izbe dükkâna atınca burasının büyüklüğünü tartar ve kendi giyinme odasından küçük olduğunu düşünür. Sonra da diğer kadına çantasını düşürdüğünü söyler ama bu “çantanın annesinin kısa zaman önce gittiği Londra’dan getirdiği orijinal bir Burberry olduğunu” söylemez. Ayrıca kadının koşarken kaybettiğini söylediği kolyenin “muhtemelen ipe dizilmiş plastik boncuklardan oluşan” bir şey olduğunu hayal eder. Genç kadın diğer kadını incelerken kıyafetlerine ve yüz hatlarına bakarak onun “güçlü Hausa dilini duymamış olsa bile […] yüzünün darlığından ve elmacıkkemiklerinin çıkıklığından onun Kuzeyli ve eşarbından dolayı Müslüman olduğunu” anlar. Genç kadın ise İgbo ve Hıristiyan ve bunu göstermesi için annesinin Chika’ya küçük bir tespih taşıması konusunda ısrar ettiğini öğreniyoruz. İki kadın hem sınıfsal hem de ırksal ve dinsel bakımdan ayrı dünyaların insanıdır ve bunu anlamak için dış görünüşlerine bakmak yeterlidir.

Her iki kadın da aniden patlak veren kanlı biten dinî bir çatışma nedeniyle savrulmuştur. Chika kargaşada kız kardeşi Nnedi’yi, kadın ise büyük kızını kaybetmiştir. Bir yandan onların akıbeti için endişelenirken, kendi canlarının derdiyle bu küçük dükkânda dışarıdaki kargaşanın bitmesini bekleyerek otururlar. Kadın oturmaları için kendi üzerindeki çarşafı çıkarıp yere serer. “Üstünde yalnızca bir bluz ve dikişleri sökük, parlak, siyah bir külot”la kalır. Chika, kadının çarşafı üzerine otururken “muhtemelen kadının sahip olduğu iki çarşaftan biri” diye düşünür. Kendisi ise kıyafet olarak “yazın, akrabalarını ziyaret etmek için birkaç haftalığına gittikleri New York’tan aldığı kot eteği” ve “üzerinde Özgürlük Heykeli baskısı bulunan kırmızı gömleği” giyiyordur. İki kadın konuşurlar. Chika, Lagos Üniversitesi’nde tıp okuduğunu söyler, çatışmalar sırasında gözden kaybolan kız kardeşi Nnedi ise aynı üniversitede siyaset bilimindedir. Chika bunları anlatırken “kadının üniversite eğitiminin ne olduğunu bilip bilmediğinden bile emin” olamaz. Çatışmalardan kaçarken tehlikeli bulduğu o dar sokağa girdiğinde ona güven duygusu veren bu kadına minnet duyar ama ondan aslında daha imtiyazlı bir konumda olduğunun sürekli farkındadır ve bunu koruma çabası da barizdir. “O ve kız kardeşi ayaklanmadan etkilenmemeli. Bu tür ayaklanmalar, onun gazetelerde okuduğu şeylerdir. Bu tür ayaklanmalar, başka insanların başına gelen şeylerdi.” Bir diğer konuşmada yine bu güçlü konumuna zarar gelmesin diye sıkça yaşadığı ve kendini zayıf hissetmesine neden olan duygularını kadından saklar. Bir tıp öğrencisi olmasına rağmen Eğitim Hastanesi’nde ders görürken “sık sık, kendinden emin olmama atakları yaşadığını” söylemez mesela. Ya da “altı yedi öğrencinin arasına saklandığını; kıdemli asistanla göz göze gelmemeye çalıştığını; bir hastayı muayene etmesi ve farklı bir teşhis konması istenmesin diye dua ettiğini” eklemez. Hayatından endişe duyduğu bu kritik anda bile kadından güçlü görünmek onun için daha önemlidir. Bu eşitsizlik bozulmasın ister. Onu güvende hissettiren biraz da budur.

Chika’nın kendi imajına dair güçlü konumunu koruma dürtüsü çatışmalar konusundaki bilgisizliğini açıklamamasında da su yüzüne çıkar. Ve bu konudaki kendi bilgisizliğinden haberdarken kadının çatışmaya “kötülerin işi” demesi karşısında kendi de hiçbir ayrıntıyı bilmemesine rağmen bunu dile getirmez ve kadını bilgisizliğinden dolayı içten içe kibirle ayıplar. Oysa ki kendi de politik gelişmelerden bir o kadar bihaberdir, hatta bu gelişmelere karşı ilgisizdir. Chika’nın “[…] ayaklanmalar hakkında hiçbir bilgisi” yoktur:

“En yakın tanıklığı, birkaç hafta önce üniversitede olan ve kendisinin de elinde parlak yeşil bir ağaç dalıyla ‘Ordu gitmeli! Abacha gitmeli!’ ezgilerine katıldığı, demokrasi yanlısı toplantı. Kaldı ki, eğer düzenleyenlerden biri, elinde broşürlerle yurt yurt dolaşıp öğrencilere ‘sesimizi duyurma’nın önemini anlatmaya çalışan kız kardeşi Nneda olmasa, o toplantıya da katılmazdı.”

Chika dışarıdaki çatışma gürültülerini dinledikleri ve etrafın sakinleşmesini bekledikleri bu endişeli bekleyiş sırasında ona can yoldaşlığı yapan kadına bakarak sürekli onun sınıfına dair tahminlerde bulunur. “Kadından burnuna, evlerindeki hizmetçi kızın yatak çarşaflarını yıkarken kullandığı kalıp sabunun kokusuna benzer keskin koku geliyor.” Oysa ki daha sonra kadın şunu diyecektir. “Ben satıcıyım, soğan satıyorum.” Daha sonra kadın meme ucunun biber gibi yandığını söyler ve belki de tıp okuyan Chika’nın yardım edebileceği umuduyla acıyla memesini çıkarır. Chika bunun üzerine okuldaki pediatri rotasyonu sırasında “dördüncü evre kalp hırıltısı” dinlemek zorunda kaldığı bir dersi hatırlar. Kalbi zayıf bir çocuğu dinlediği ve onu derinden etkilemiş bir ânı. Kadının meme ucunu görünce hemen bu ânın gözünün önüne gelmesi Chika’nın kadını tedavisine tanık olduğu o zayıf çocuk kadar güçsüz gördüğünü gösteriyor. “Meme uçların kuru ama iltihaplanmış gibi görünmüyor. Bebeği besledikten sonra bir losyon sürmen gerekiyor. Süt verirken meme ucunun ve diğer tarafının –meme başının– bebeğin ağzına girmesi gerekiyor.” Ve kadın verdiği cevapla onu yine şaşırtır. “İlk defa duydum. Beş çocuğum var.” Chika’nın hayalinde canlandırdığının aksine, kadın beş çocuk doğuracak ve onlara bakacak kadar güçlüdür. Şaşkınlığını yalan söyleyerek gizler. “Aynısı benim annemin de başına gelmişti. Altıncı çocuğu doğduğunda, meme uçları çatlamıştı, bir arkadaşı nemlendirici kullanması gerektiğini söyleyene kadar neden olduğunu bilmiyordu” der. Kadınla arasındaki farkı kapatmayı belki de ilk kez burada diler. Öykünün belki de en güçlü metaforlarından biri. Chika eşit şartlarda doğmayı mı istemişti? Aileden devredilen sınıfı meme ucuna sürülen nemlendiriciyle mi eşitliyordu? Bazı imtiyazların veya haksızlıkların doğuştan devralınmasından dolayı suçluluk mu duymuştu? “Bu yalanın, kadınınkine benzer kurgusal bir geçmiş yaratma ihtiyacının ne amaca hizmet ettiğini merak ediyor.”

Kadın, Chika’nın bu cevabı ve tavsiyesinden sonra onunla bağ kurmuş gibidir. Chika’ya endişesini dile getirir ve kızını aradığını söyler. Kızının başına bir şey gelmiş olmasından korkmaktadır. Pazar tezgâhının başında bekleyen büyük kızını ayaklanmalar sırasında kaybetmiştir. Bunu anlatırken kadın ağlamaya başlar ve Chika “Kadının ağlayışı mahrem, sanki başka hiç kimsenin katılamayacağı bir ritüeli yerine getirirmiş gibi” diye düşünür. Ağlayışının aynı zamanda bir sessizlik ânı olduğunu okumuştur sanki, çünkü “Chika’nın bildiği, kadınların, bana sarıl ve beni rahatlat, çünkü bununla yalnız başa çıkamıyorum, çığlığına benzeyen yüksek sesli hıçkırıklarla” ağlamaz.

Kadın sessizce ve mahremce ağladıktan sonra “Allah kız kardeşini ve Halima’yı korusun” der, Chika cevaben uygun bir onaylama kelimesi söyleyememe endişesiyle sadece başını sallar. Chika da tıpkı onun gibi kız kardeşi Nnedi’nin hayatından endişe duyduğu için duasına tam anlamıyla arada hiçbir sınıfsal ya da dinî bariyer olmadan katılmak ister. Öykünün sonlarına doğru yani bu karşılaşmadan üç saat sonra küçük dükkânı ilk terk eden Chika olur ama ayaklanmaya sahne olmuş sokaklarda rastladığı kan ve cesetlerden ürkerek geri gelir. Ayrıca çatışmalardan arta kalan keskin cisimler arasında yürürken bacağından yaralanmıştır. Bir süre daha kadınla kalır. Kadın eşarbını ıslatıp onun kanayan bacağına sarar. Ve nihayet öykü sona ererken bu kez sığındıkları küçük dükkânı ilk terk eden kadındır. Chika kadına veda ederken kadının ona yarasını sarmak için verdiği eşarbının onda kalıp kalamayacağını sorar. “Kanama tekrar başlayabilir.” Chika’nın öykünün başında “ucuz şeylerin cafcaflı güzelliğini taşıyan incecik, uzun, pembe ve siyah bir eşarp” olarak tanımladığı, içten içe burun kıvırdığı eşarptır bu. Chika’nın güçlü konumundan vazgeçtiğini ve ilk anlardaki gibi bundan rahatsız olmadığını görürüz. Sanki bir şeyler değişmiştir. Nasıl ki içine doğdukları şartlar hem dinleri hem sınıfları onları birbirlerinden ayırdıysa, ölüme tanıklık etmek de bir o kadar yaklaştırmıştır.

Sonuç olarak Adichie’nin Boynunun Etrafındaki Şey’deki bu öykülerinde, “Boynunun Etrafındaki Şey”, “Evlilik Aracılar”, “Mahrem Bir Deneyim” ve kısaca değinebildiğim “Geçen Hafta Pazartesi Günü”nde bir kez daha açıkça görülüyor ki, sınıf hiç kimse için sadece ekonomik olarak yaşanan bir durum değil; sınıf özneye ve öznelliğini yaşama biçimine siner, bedenen, zihnen ve ruhen icra edilir. Dolayısıyla ekonomik sorunları tek başına çözmek hiçbir zaman yeterli olamaz. Adichie’nin dediği gibi “Herkes için Feminizm” ve her anlamda. Bilinçlenmek, destek grupları oluşturmak, örgütlenmek, iletişim kanallarını çoğaltmak ve toplumsal ve ekonomik eşitliği ve çoğulculuğu gözeten politikalar geliştirmek de bir o kadar önemli. “Evlerden kıyafetlere, aksandan dış görünüşe, Eliza Doolittle 21. yüzyılda da tıpkı 19. yüzyıldaki gibi varlığını koruyor. Ve daha da ötesi, bu farkın nişanını taşıyarak yaşayanlar arzu, tutku, kaygı, acı, savunma ile yüklü.”[2] Din, ırk, coğrafya gözetmeksizin. Ve söz konusu bedenler kadınlar ve genç kadınlar olduğunda bu durum patriarkal toplumun ve hem siyasi hem ekonomik güncel politikaların ördüğü sayısız engele ve bunları bireysel çabalarıyla çoğu zaman çaresizlik içinde aşmaya çalışan öznelere işaret ediyor.

 

NOTLAR:


[1] Valerie Walkerdine, Helen Lucey and June Melody, Growing up Girl (New York: New York University Press, 2001),s. 7.

[2] Valerie Walkerdine, Helen Lucey and June Melody, Growing up Girl (New York: New York University Press, 2001),s. 52-3.

 

KİTAPLAR:


Chimamanda Ngozi Adichie, Boynunun Etrafındaki Şey, çev. Sibel Sakacı, Doğan Kitap, 2022 (Kitabın ilk baskısı Can Yayınları, 2019)

Valerie Walkerdine, Helen Lucey and June Melody, Growing up Girl (New York: New York University Press, 2001)