Masalsı kırıntılar dünyası: Claire Keegan ve “Bunlar Gibi Küçük Şeyler” romanı

"Keegan çok kuvvetli duyguları, yaşamın çok temel gerçeklerini, gayet yalın ve çıplak ifade edebilen bir yazar. Masal öğelerini de bu nedenle kullanıyor ve romanlarının son yıllarda büyük ilgi görmesinin başlıca nedeni bu diye düşünüyorum. Büyüklere masallar yazan ama son derece gerçekçi masallar yazan birisi."

29 Eylül 2022 20:30

Claire Keegan bu yılki Booker Ödülü’nü kazanırsa şaşırmayacağım. Birkaç nedenden dolayı.

Birinci neden, onun romancılığının merkezindeki az ve öz yazma, dil ekonomisi, sıkılık, özellikle kısa yazmak, detaya ve küçük resme odaklanış gibi özellikler şu sıralar tekrar yükselişte. Romanın adı bile buna işaret. Edebiyatta epik genişlikler yerine, küçük resme odaklanan anlatıların öne çıktığı bir dönemdeyiz.

Zaten kitap romandan ziyade bir “uzun öykü” ve Keegan da öncelikle öyküde ustalaşmış bir isim. Antarctica, Mavi Tarlalardan Yürü ve The Forester’s Daughter adlı, ikisi ödül almış üç öykü kitabı var.

Keegan gerçekten de küçük şeylerin yazarı. Ama Small Things Like These (Bunlar Gibi Küçük Şeyler) romanını okumaya başlar başlamaz anlıyoruz ki, bu küçük şeyler aslında çok büyük şeylere gebe; hayatın dokusu böyle, küçük şeyler gerçekte çok büyük şeylerin bir araya geldiği odaklar, kocaman hayat meselelerinin düğümlendiği noktalar. Buna döneceğim.

İkinci neden, son yıllarda İrlandalı kadın yazarların yaptığı büyük çıkış. Anne Enright ile başlayan, Anna Burns ile ve en son Sally Rooney ile iyice sağlamlaşan bir yeni romancılık çizgisinde Keegan’ın da önemli bir halka olması. Bunun görüleceğini ve daha da görünür hale geleceğini düşünüyorum.

Bu romancıların hepsi bize 20. yüzyılda ve 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, Katolik İrlanda’da kadın olmanın bütün zorluklarını, evrensel bir kadınlık durumuna da bağlayarak, çarpıcı şekilde ve çok farklı açılardan bakarak sergiliyorlar.

2018’de kabul edilen bir yasa ile 2019’dan itibaren İrlanda’da kürtaj yasağının kaldırılması ve kürtajın suç olmaktan çıkarılarak yasallaşması nasıl büyük bir bayram gibi kutlandı, hâlâ gayet iyi hatırlıyorum.

Şimdilerde ABD’nin bu konuda dev bir geri adım atmasıyla, daha birçok ülkede devletin hâlâ kadın bedenine hükmetme iradesiyle, kürtaj hakkı yüz yıldan fazladır mücadele eden kadın hareketinin gündeminde halen baş madde olmaya devam ediyor.

Sözünü ettiğim İrlandalı kadın romancıların hepsinin ve tabii Claire Keegan’ın da romanlarında doğum, doğurganlık, aşırı sayıda çocuk sahibi olmak, kürtaj yasağı, doğum yapmaktan bitkin düşmüş ve çocuklarının bakımına yetişemeyen anneler, çok kardeşli aileler, yahut evlilik dışı doğan çocuklar anlatıların önemli bir izleği.

Bunun uzantısı olarak da tabii çok sayıda çocuğun gerçek anne baba ilgisi ve sevgisi göremeden, daha ufacık yaştan itibaren sert bir hayatta kalma mücadelesinin içine fırlatılmış olmaları aynı ölçüde kuvvetle vurgulanan bir konu.

Bu bakımdan İrlanda insanlığın hâlâ yaşamakta olduğu doğurganlık ve üreme trajedisinin adeta simgeleştiği bir ülke olarak çıkıyor karşımıza.

Elbette bu romancılar kadın özgürlüğünü sadece doğurganlıkla sınırlı tutarak ele almıyorlar, çok daha geniş kapsamlı, varoluşsal sorunlara, politik alana uzanan veya kişisel hikâyelerle derinleşen, zengin bir anlatı damarı söz konusu. Ama kadınlık durumu daima merkezde.

Üçüncü neden, bizi Keegan’ın bu yıl Booker Ödülü adayı olan yeni romanına doğrudan bağlayan bir tema: geçim sıkıntısı, artan işsizlik, ekonomik kriz koşulları. Bu tablo Keegan’ın romanında arka planı oluşturuyor.

Şu anda dünyanın içine yuvarlandığı büyük krize tam denk gelen bir sosyal manzara. Romanın doğru zamanda doğru temalara parmak basmak gibi bir talihi var.

Adlarını saydığım kadın yazarlardan Enright ve Burns de bazı romanlarında benzer bir zamanlama şansı yakalamışlar ve buna yakın politik ya da sosyal konuları ele almışlardı, ama Keegan’ın kitabı olaya damardan giriyor.

Bunlar Gibi Küçük Şeyler romanında 1985 yılındayız. İrlanda tam bir ekonomik bunalımda ve geçim sıkıntısı dorukta, üstelik roman Noel arifesinde geçiyor.

Tıpkı şu anda birçok Avrupa ülkesinde bu kış nasıl ve hangi parayla ısınacağız kaygısı yaşandığı gibi, romanın geçtiği kurmaca İrlanda kasabasında kapıya dayanan kış ve yakacağa para yetiştirmek herkesin baş derdi.

Tesadüfe bakın ki, romanımızın kahramanı William Furlong, odun ve kömür tüccarı. Herkes ona kısaca Bill diye hitap ediyor. Ve kış ilerledikçe, aldığı siparişler yoğunlaşıyor. Peşin parayla yakacak alanlar azınlıkta, veresiye alıp borca yazdıranlar çoğunlukta. Tabii hiç alamayanlar da var.

Bill için hem kendi işinin rutin yeknesaklığı hem de bu sürgit yaşam mücadelesinde gerçek bir anlam bulamayışı, zaman zaman derin ruhsal çöküntüye yol açıyor. Okurlar olarak onu böyle bir ruhsal çalkantı ve her şeyi sorgulama ânında yakalıyoruz.

Görüldüğü gibi, küçük şeyler aslında bayağı büyük şeylerin içinde yer alıyor. İroni de burada, çünkü küçük şeyler aslında duygularımız, anılarımız, arzularımız, korkularımız, üzüntülerimiz, bunu anlıyoruz. Bunlar o “büyük” dediğimiz sosyal mücadelenin içinde eriyip gidiyor.

Ancak derin bir sarsıntı geçirince anlıyoruz, asıl büyük şeylerin, gerçekten değerli olanın, küçük dediğimiz bu şeyler olduğunu.

Bill Furlong’un da iç dünyası o küçük şeylerle dolu, o nedenle huzursuz ve sonunda o birikimle ruhsal bir deprem gerçekleşiyor ve küçük şeyler çok büyük bir şeye dönüşüyorlar.

Romanın çarpıcılığı Bill Furlong’un geçirdiği bu dramatik dönüşümde. Yani küçük şeylerin birden çok büyük bir şeye yol açmasında, dolayısıyla da kurulu düzenin bir an için tersyüz olmasında.

***

Bill Furlong ruhsal dönüşüme hazır bir karakter, çünkü “dışarıdaki” konumunda. Yüzeyden bakınca, ortalama bir insanın yapması beklenen her şeyi yapmış. İş tutmuş, aile kurmuş. Beş tane kızı var. Hepsi de okuyan, akıllı kızlar. Karısı ayakları yere basan, pratik, gerçekçi bir kadın.

Kırklı yaşlarına giren Bill çalışarak yükselmiş, kendi işini kurmuş, ailesine rahat denebilecek bir geçim sağlıyor ve yanında çalıştırdığı adamlara düzgün davranan birisi. Özetle, sıradan bir insanı mutlu edebilecek her şeye sahip.

Ama Bill Furlong sıradan birisi değil. Yaralı bir adam. Çünkü evlilik dışı doğmuş. Yarasını derinlere gömmek yerine hep huzursuz kalmış. Toplumun bütün kurallarına uymasına rağmen, kendini dışarıda hissetmekten kurtulamamış.

Hizmetçilik yapan annesi çok genç yaşta onu doğurduğu zaman, büyük şans eseri, benzer durumda kalan bütün diğer Katolik kızlarla aynı feci kaderi paylaşmıyor. Ailesi onu hemen dışlayıp evden kovduğu halde, yanında çalıştığı dul kadın Protestan olduğu için onu kovmuyor, tersine hizmete devam etmesine izin vermiş ve doğurduğu oğlan çocuğunu, yani Bill’i kendi çocuğu gibi yetiştirmiş, okula göndermiş, ilgi göstermiş, anne ve oğula kanat germiş.

Bill bu sayede olabildiğince normal bir çocukluk yaşamış. Okulda onunla alay edilmesine ve dışlanmasına rağmen iyi bir öğrenci olmayı başarmış. Annesini on iki yaşındayken kaybettiği halde, dul Bayan Wilson’un desteği sayesinde hayata tutunabilmiş. Ama yarası hep taze. Babası kim, bilmiyor. Gözü de sürekli ezilenlerde, dışlananlarda, kafasında sürekli hayatla ilgili, toplumsal eşitsizliklerle ve dışlanmalarla ilgili sorular dönüp duruyor.

Ve bu sorular günün birinde kömür siparişini götürdüğü manastırda karşısına çıkan manzarayla tutuşup iç dünyasında yangına dönüşüyor.

Sahne, dizlerinin üzerine çökmüş yerleri cilalayan bir grup genç kızın görüntüsü. Kış günü yarı çıplak, yalınayak, avurtları çökük, gözleri sönmüş, perişan durumda bir grup çocuk yaşta kadın, köle gibi çalışıyorlar. Bir tanesinin saçları sanki bahçe makasıyla kaba saba kesilmiş. Bu kız “Bebeğim nerede, onu ne yaptılar?” diye Bill’e soruyor, yardım ister ya da yalvarır gibi.

O sırada bir rahibenin içeriye girmesiyle hepsi başlarını yere eğiyor ve Bill de kasabaya geri dönüyor. Gördüğü manzara zihnine çakılı. O andan itibaren artık yaklaşan Noel’e ilişkin hiçbir eğlenceye ya da ayine dikkatini tam vermesi mümkün değil.

Bill’in karşılaştığı manzara, İrlanda Cumhuriyeti’nde devletin ve kilisenin suç ortaklığı yaptığı büyük bir ayıbın örneği. Çocuk yaşta, tecavüzle ya da kandırmayla, ama savunmasız oldukları için mutlaka bir çeşit zorlamayla cinsel ilişkiye girip evlilik dışı doğum yapan, ailelerinin ve toplumun da bu nedenle dışladığı kızların, devletin de onayıyla, kilise tarafından adeta hapsedilerek, temizlik ve özellikle çamaşır işlerinde köle gibi çalıştırılmaları.

“Magdalen Çamaşırhaneleri” adı verilen bu uygulama yüz yıllarca sürmüş. Gayri meşru bebekler de, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerden evlat edinmek isteyen ailelere parayla satılıyor. Katolik Kilisesi için çok büyük bir kazanç kaynağı bu bebek ticareti.

Ayrıca “anne-bebek bakımevleri” denen eşit derecede korkunç ve isminin tersine bakımsızlık deryası sığınma yerleri de var ve oralarda da aynı trajedi yaşanıyor.

İrlanda hükümeti 2013’te, bu korkunç yerlerden sonuncusu da kapatılırken, bir resmî açıklamayla toplumdan özür dilemiş. Claire Keegan da romanın başına epigraf olarak 1916 İrlanda Cumhuriyeti Bağımsızlık İlanı belgesinden eşitliğe ve insan haklarına dair bir alıntı kullanarak romanda güttüğü politik amacı açıkça ortaya koyuyor.

Kitabın ithafı da aynı. “Anne-bebek bakımevlerinde ve Magdalen Çamaşırhaneleri’nde acı çekmiş kadınlara ve çocuklara” ithaf etmiş kitabını.

Dönelim kahramanımız Bill Furlong’a. Onun vicdanı artık harekete geçti ve biliyoruz ki ona rahat vermeyecek.

Aynı zavallı kızı ikinci defa manastırın kömürlüğünde kilitli bulduğu zaman, bu sefer kız ona “Beni nehre götür, kendimi boğarak öldüreyim” diye yalvarıyor ve gene bebeğini soruyor, nerede, ne oldu diye. Belli ki yeni doğum yapmış, memelerinden süt sızıyor ve kafası karışık, tam kendinde değil.

Bill de rüyada gibi, soğuktan donmak üzere olan kıza kendi ceketini giydiriyor, ama bir kez daha otomatik olarak “toplumun” beklentisini yerine getirerek kızı manastıra teslim ediyor, fakat içi rahat değil.

Onun bu sıkıntısını anlayan Başrahibe düzmece bir sahne kurguluyor; kızı mutfakta şöminenin karşısına oturtuyorlar, kalın bir hırka giydirip önüne çorba koyuyorlar, kızlara iyi davranılıyormuş süsü veriyorlar. Başrahibe niye kömürlükte olduğunu sorunca kız “saklambaç oynuyorduk Anne” diye son derece ironik bir cevap veriyor. Halbuki ya koşulları sorguladığı ya da kaçmaya çalıştığı için oraya ceza olarak kapatıldığını gayet iyi anlıyoruz. Bill de şüpheleniyor ve kıza bir ihtiyacı olursa kendisini bulmasını söylüyor, ismini soruyor. Kızın ismi Sarah, yani Bill’in annesiyle aynı isim.

Başrahibe, Bill’e Noel hediyesi olarak bir zarfta para verdikten sonra bir an önce başından savıyor. Karısı paraya seviniyor, “Kasabın borcunu öder bu elli Sterlin” diyor. Bill ona durumu anlatınca, bizi ilgilendirmez diye cevap veriyor. Herkes manastırda neler olduğunun farkında. Otellerden işyerlerine, lokantalardan bireylerin evlerine kadar, parası olan herkes çamaşırını bu kızlara yıkattırıyor. Kilisenin neler yaptığı herkesçe malum, ama kimse bu sessizlik ittifakını bozmaya cesaret edemiyor. Bir tek Bill, susturamadığı vicdanıyla baş başa kalıyor.


Claire Keegan

Roman tamamen Bill’in bilincinden anlatılmış, her şeyi onun gözünden görüyoruz, onun düşüncelerini, duygularını, anılarını öğreniyoruz ve ne kadar yalnız olduğunu, topluma nasıl yabancılaştığını giderek daha iyi anlıyoruz.

Bu nedenle okurlar olarak hazırlıklıyız, hikâyenin sonunda olan şey bizi fazla şaşırtmıyor, ama gene de çarpıcı bir final. Noel arifesi akşamı, Bill son Noel hediyesini de alınca, karısının istediği rugan ayakkabıları satın aldıktan sonra, içi huzursuz, eve dönmek istemiyor ve uzun bir yürüyüşe çıkıyor. Kendi çocukluğunu, annesini düşünüyor, babasının kim olabileceğine dair tahminler yürütüyor.

Bu arada iş günlerinde öğlen yemeklerini yediği aşçı dükkânı sahibi Bayan Kehoe onu dostça uyarıyor. Manastırda olanlar kasabada hemen duyulmuş besbelli, “Bazı şeyleri görmezden gelmek zorundayız,” diyor Bayan Kehoe, “kasabadaki tek kaliteli okul kiliseye ait, dolayısıyla büyüyen kızlarının eğitim şansını tehlikeye atma” diyor, yani Bill’e kurulu düzeni sorgulama diye nasihat ediyor.

Canı sıkkın bir şekilde yürüyen kahramanımız kasabadan uzaklaşıyor, ayakları onu tekrar manastıra götürüyor ve içinde bir seziyle, Sarah gene kömürlükte kilitli olabilir mi diye meraklanıyor. Ve gidip bakınca gerçekten de öyle olduğunu keşfediyor.

Kız gene intihar etmekten söz edince, bu sefer Bill artık onu terk edemeyeceğini anlıyor ve birlikte eve götürmeye karar veriyor.

Bu bir tek hareketle, bütün toplumsal düzene, kurallara, her şeye karşı çıkmış oluyor. Yani içinde biriken küçük şeyler onu sonunda çok büyük bir adım atmaya itiyor.

Ben kendi adıma Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan anlatısındaki kadar varoluşsal ve sarsıcı bir bilinçlenme, bir sorumluluk üstlenme eylemi olarak algıladım, bu hem baştan beri beklediğimiz hem de bizi gene de şaşırtabilen sonu.

Bana yıllar önce yazdığım “Azınlık” ve “Çoğunluk” adlı iki denemeyi hatırlattı bu roman. Herhangi bir konuda insan kendini bir çoğunluk içinde buluyorsa, hemen kendinden şüphe etmeli ve sorgulamaya başlamalı bence. Çoğunlukta olmanın rahatına sığınıp haksızlıkları görmezden gelmemeli. Demokrasi bir çoğunluk rejimidir ama azınlığın haklarını gözetmezse ayakta duramaz. Azınlıkta olmak ise dünyanın en zor şeylerinden birisi, ama insanın zihni ve yüreği doğru yerdeyse zaten günün birinde kendini azınlıkta bulmaması imkânsız. Bazen azınlıkta kalmak çok önemli bir vicdani ve toplumsal sorumluluk sınavı olabiliyor. Hem azınlıkta hem çoğunlukta olmanın çok büyük bir ahlaki yükümlülüğü var. Keegan’ın romanı bana bu konuda adeta mesel niteliğinde bir anlatı gibi geldi.

***

Claire Keegan çok yalın ve gerçekçi bir yazar. Hatta bu açıdan hem Bunlar Gibi Küçük Şeyler romanını hem de daha önce yayımladığı Emanet Çocuk/Foster romanını neredeyse fazla basit buldum. Ama bu basitliğin ardında, hikâyeleri derinleştiren ve bizde okuma merakı uyandıran, metinleri sürükleyici kılan bir öğe var, bu da Keegan’ın yazma üslubu. Özellikle de hem kullandığı dilde hem kurguda masal öğelerinden yararlanması. Onun yazı üslubuna neredeyse “masalcı gerçekçilik” diyesim geliyor. Son derece gerçekçi bir anlatı akışının içine, masal motiflerini neredeyse okura belli etmeden, hünerle yerleştirmiş.

Mesela üç rakamı. Bill manastırdaki kızı üç defa görüyor ve üçüncü sefer düğüm çözülüyor. Masallarda çok yaygın bir motiftir üç rakamı. Üç prenses, üç nar, üç elma, üç portakal, üç gün üç gece vardır hep. Üç rakamı masallarda bir arzu simgesidir genellikle. Keegan’ın romanında doğruyu yapma, gerçeği bulma arzusu olarak çıkıyor karşımıza, erotik arzu yerine. Hayatın daha derin bir anlamı olduğuna inanmak arzusu ve onun arayışı var.

Tabii bir yandan da Hıristiyanlık’taki teslis, kutsal üçlü de akla geliyor ve burada Keegan derin bir ironi yakalamış, çünkü romanda dinî inanç, kilise, din ahlakı tamamen yanlış yerde; hakkaniyet dinin ve kilisenin dışında barınabiliyor ancak, barınabildiği kadarıyla.

Şefkati, hoşgörüyü, iyiliği, yardımı asıl savunması gereken kilise burada kötülüğün tarafında. Bill tek başına, kendi vicdanıyla, üstelik ciddi bir dışlanma tehlikesini de göze alarak doğru olanı yapmaya karar veriyor.

Bazı olayların üç defa olması, yani tekrar öğesi, Keegan’ın kurguda sürükleyicilik yaratmak için kullandığı güçlü bir masal tekniği.

Bir diğer masal öğesi kullanılan isimler. Ben karakterlerime isim bulmakta zorlanan bir romancı olduğum halde –ya da tam o nedenle– sembolik isim kullanmayı hiç sevmiyorum, fakat Keegan’ın romanlarında yarattığı kâh peri masalı kâh gotik tarz korku hikâyesi atmosferine sembolik isimler gayet güzel uymuş.

Öncelikle, Bill’in soyadı, Furlong, eski bir mesafe ölçeği. Çift süren öküzün dinlenmek için mola vermeden tarla sürebileceği en uzun mesafe anlamına geliyor. Bill’in roman boyunca hayat mücadelesini yadırgaması, insanların tıpkı çift süren öküzler gibi bilinçsizce, gözleri kapalı, düzene boyun eğerek, hiçbir şeyi sorgulamadan gündelik işlerine koşumlanmış halleri ve Bill’in buna giderek daha çok isyan duyması, onun soyadına simgesel bir anlam yüklüyor ister istemez.

Aynı şekilde ilk ismi William, romandaki bir karakterin de dikkat çektiği gibi, geleneksel olarak krallara verilen bir isim. İngiltere’yi ilk işgal eden Fatih William/William the Conqueror gibi. Soyluluğu temsil eden bir isim. Bu da Bill’in romanda asıl iyiliği ve soylu ruh yapısını simgelediğini gösteren bir masalsı motif.

Bir başkası da, kurtardığı kızın ve kendi annesinin isimlerinin Sarah olması. İncil’de, Eski Ahit’te Hz. İbrahim’in karısı Sarah doksan yaşına kadar çocuk doğuramaz, ama sonra doğurduğu oğlu İzak ile en önemli peygamberler soyunun anası olur.

Burada genç yaşta çocuk doğuran ve aşağılanan genç kızların bir peygamber soyunun anasıyla adeta eş tutulması pek de tesadüf olmasa gerek. Gene derin bir ironi içeriyor bence.

Diğer bir masal öğesi, hikâyenin Noel arifesinde geçiyor olması. Bir Noel hikâyesi okuyoruz sonuçta. Yılın en kutsal günü ve dinin bize aşılamaya çalıştığı iyilik, yardımseverlik gibi değerlerin en çok farkında olmamız gereken bir zaman. Halbuki romanda Bill dışında kimsenin bu zavallı dışlanmış kızların akıbetiyle ilgilendiği yok. İkiyüzlü düzen Noel’de bile ikiyüzlülüğünü sürdürüyor.

Akla hemen Charles Dickens’in Bir Noel Şarkısı romanı geliyor tabii.

O romanın kahramanı Scrooge hayata küsmüş tavrıyla Noel’e sırt çevirirken, sonradan nedamet getirip Noel değerlerini herkesten çok kucaklar, ama bu dönüşümde ne din kurumu ne de toplum eleştirilmez; tersine, Dickens içinde yaşadığı ataerkil ve iki yüzlü toplumu, diğer birçok romanında olduğunun tersine, adeta destekler ve onaylar. Keegan’ın bu Noel motifiyle de hem topluma hem “eril” edebiyat tarihine, feminist bir bakışla hayli sivri bir iğne batırdığını söyleyebiliriz.

Başka masal öğeleri bulmak için, Emanet Çocuk/Foster kitabına, yani Keegan’ın ilk romanına da kısaca bakalım.

“Foster” aslında Türkçedeki “besleme” gerçeğine tam uyan bir kelime, yani başka bir ailenin çocuğunu, herhangi bir nedenle onlar bakamadığı için, geçici yahut kalıcı olarak evlat edinmek anlamına geliyor.

Bu romanda geçici olarak evlat edinilen kız çocuğu, annesi yeni doğum yapacağı için, yaşının küçük olması nedeniyle fazla işe de yaramayacağından, ayak altından çekilsin diye akraba bir aileye gönderiliyor. Zaten yeterince çok çocuklu, kalabalık bir ailesi var ve kızı o uzak akrabalara teslim etmeye götüren baba da çocuklarını neredeyse birbirinden ayırt edemeyecek kadar ilgisiz bir ebeveyn ve “işte size doyurulacak bir karın daha” diyerek kızı teslim edip gidiyor.

Mevsim yaz başı, ve “Petal” (Yaprak) yeni geldiği bu evde yaşayan çocuksuz karı-kocanın kişiliklerinde hiç beklemediği, kendi ana babasından tamamen farklı, şefkatli bir yeni anne ve baba buluyor.

Küçük kız için bu durum büyük bir şok, çünkü sevilmeye, özen gösterilmeye, önem verilmeye, insan gibi davranılmaya hiç alışmamış ve başlangıçta çok zor günler geçiriyor, yanlış bir şey yaparım korkusuyla kasılıyor. Nitekim sıkıntıdan yatağını ıslatıyor, kendisine gösterilen insanca davranışlara nasıl karşılık vereceğini bilemiyor, ama kısa sürede alışmaya başladığı bu yeni hayata giderek ısınıyor, daha çok bağlanıyor. Yeni anneliği Edna ile keyif içinde ev işleri ve bahçe işleri yapıyor, yeni babalığı John ile aralarında bir yakınlık oluşuyor, başka bir dünyaya gelmiş masal prensesi gibi yaşamaya başlıyor, kısa sürede de serpiliyor. John’un ona taktığı “Petal” ismi de, yani çiçek yaprağı, bu masalsı durumun ilk simgesi, çünkü küçük kızın gerçek ismi bu mu, hiçbir zaman öğrenmiyoruz. O sanki bu yeni ismiyle yeni ve bambaşka birisi oluyor artık.

Edna ev işleri arasında kuyudan su çekmeye götürdüğü Petal’a kovayı nasıl kullanacağını öğretiyor. Ama daha sonra üzüntülü ve endişeli bir gününde kuyuya kendi başına giden Petal boğulmaktan kıl payı kurtuluyor. İçinde adeta bir intihar etme arzusu kıpırdadığını anlıyoruz, kendi evine geri dönmek istemediğini görüyoruz, ama bu üzüntüye rağmen çabucak yeniden hayata sarılıyor.

Buradaki masal öğesi, kuyunun ve suyun Batı geleneğinde hayat, ölümden sonra diriliş, yeniden doğmak ve vaftiz simgesi oluşu. Petal’in bu çok farklı aile ortamında hem yeniden dünyaya geldiğini hem de eski hayatına dönmekte nasıl zorlanacağını anlıyoruz. Yanına sığındığı karı-kocanın eskiden bir oğulları olduğunu ama bu çocuğun boğularak öldüğünü keşfettiği zaman da, aslında emanet değil, sahici bir evlat olma yolunda ne kadar mesafe katettiğini anlıyor.

Onu evlerine alan çiftin de, evlat acısından donmuş yüreklerine yeniden ışık ve sevgi girmesiyle birlikte, buzları çözüldükçe, onların da Petal’e verilmiş emanet birer anne ve baba olduklarını anlıyoruz. Türkçenin güzel deyimiyle, hayat onları birbirlerine bağışlasın diye ummaya başlıyoruz.

Keegan çok kuvvetli duyguları, yaşamın çok temel gerçeklerini, gayet yalın ve çıplak ifade edebilen bir yazar. Masal öğelerini de bu nedenle kullanıyor ve romanlarının son yıllarda büyük ilgi görmesinin başlıca nedeni bu diye düşünüyorum. Büyüklere masallar yazan ama son derece gerçekçi masallar yazan birisi.

Emanet Çocuk romanında John bir gün Petal’ı deniz kıyısında gezmeye götürdükten sonra, eve dönerlerken yollarını kaybedecek gibi oluyorlar, ama John kıza dönüp, “Sen yola ekmek kırıntıları serpmiş olmalısın, bak senin sayende evin yolunu buldum, kaybolmadık” diyor. Hansel ile Gretel masalına bu olumlayıcı gönderme, aslında evlat acısıyla hayatta yollarını kaybeden acılı çiftin, yanlarına gelen emanet çocukla nasıl yeniden sevgiyi bulduklarını gösteriyor bize.

Hem küçük şeylerin hem de masalsı kırıntıların beklenmedik oranda büyük gerçeklere uzandığı bir dünyada olduğumuzu bir kez daha hissediyoruz.

Emanet Çocuk romanı 1983’te geçiyor. Kuzey İrlanda’da IRA üyelerinin hapiste açlık grevi yaparak öldükleri karanlık günler yaşanıyor. Güneyde, İrlanda Cumhuriyeti’nde ise 1983 kürtajı yasaklayan yeni bir yasanın çıktığı yıl ve büyük bir ekonomik krizin başlamakta olduğu dönem. Claire Keegan bu olaylardan romanda hiç söz etmediği halde 1983 yılını arka plana alarak muhalif politik bakışını bir kez daha ortaya koyuyor.

Yaz bitince Petal evine dönüyor. Annesi doğum yapmış, ailesi her zamanki gibi kalabalık, babası alışılageldiği gibi ilgisiz, ailenin ekonomik durumu da son derece sıkışık.

Edna ile John oradan ayrılınca, Petal son anda dayanamayıp peşlerinden koşuyor. Tam o sırada babası da onun ardından geliyor, giderayak akrabalara tekrar yük olmasın diye. Petal tam John’a sarıldığında, arkadan babasının geldiğini haber vermek için kullanmak istediği “babam” kelimesi yerine ağzından “baba” kelimesi çıkıyor. Onun için artık gerçek baba John olmuş, kendi babası değil. Bu dramatik farkındalık ânında bitiyor roman.

Claire Keegan’ın her iki romanı da böyle etkileyici sonlarla bitiyor. Ama bir yandan da kullandığı gerçekçi üslubu aynı ölçüde çarpıcı imgelerle ve sahnelerle inşa ettiğini görüyoruz. Örneğin Bunlar Gibi Küçük Şeyler romanında Bill sabah erken işe giderken, okula gitmekte olan yoksul bir çocuğun, papazın evinin bahçesinde duran kedi kabından süt içtiğini görüyor. Romanın bütün temalarını tek bir anda toplayan, sinematografik bir sahne.

Emanet Çocuk’ta ise Petal kuyuya tek başına indiğinde sudaki kendi yansımasının ona elini uzattığını görüyor. Eski kimliğinin şimdi kazandığı daha sevgi dolu yeni kimliği yok etmeye çalışmasını simgeleyen bu sahne, derin bir psikolojik gerçekliği sarsıcı bir imgeyle berraklaştıran, gene çok sinematografik bir an.

Dediğim gibi, fazla basit, fazla yalın, fazla küçük gibi görünen hikâyelerine çok ilginç bir imge zenginliği ve çok masalsı unsurlar kullanarak olağanüstü güç katabilen bir yazar Keegan. Hem bu nedenle hem de tabii ele aldığı politik ve sosyal konuların önemini düşünerek, bu son romanıyla Booker Ödülü’nü alacağına neredeyse kesin gözüyle bakıyordum, ta ki karşısında çok güçlü bir başka kadın yazarın daha olduğunu fark edene kadar. Elizabeth Strout gibi olağanüstü ve benim de çok sevdiğim bir yazar var ona rakip olarak, Booker Ödülü’nün final listesinde.

Romancılık dünyasını ABD’nin mikrokozmosu gibi kurduğu, belirli bir camianın içinde belirli bir grup karakterin arasında tekrar tekrar dönerek dolaştığı maceraların yeni bir bölümüyle, Oh, William! romanıyla karşımızda Strout. Yakında bir başka yazıda onu da ele almayı düşünüyorum.

Ama şimdi Claire Keegan’ın minyatürcü ve masalcı gerçekçiliğini selamlama zamanı.