Oya Baydar edebiyatına giriş: Dönmek nedir?

"Oya Baydar, sosyalizme eleştirel yaklaşıyor: Teori ile pratiğin çelişikliği. Teorideki kusursuzluğun nasıl olup da böylesine yoz bir iktidar ürettiği. Hayattaki en kuvvetli inancının yıkılmasıyla birlikte kimseyi yargılamıyor Baydar, insanları yanlış olduğunu söylediği düşünceleriyle baş başa bırakıyor."

07 Temmuz 2022 17:30

 

Aklımda Oya Baydar’ın kendi yazarlık macerasını bir mülakatında “çığlık” olarak tanımladığı kalmış. Şimdi daha detaylı bakınca, bu “çığlık” kavramını bir değil, en az on farklı mülakatta kullandığını görüyorum. Peki, neyin çığlığı bu sürekli yinelenen? Bir soru daha: Neden verdiği mülakatların çoğunda bu terimi kullanma gereksinimi duymuş?

“Oya Baydar edebiyatını” birkaç bölüme ayırabiliriz diye düşünüyorum. Aslında buraya genç kızlık döneminde, lise öğrencisiyken yazdığı romanları da ekleyebilirdim ama onları hariç tutmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum, zira onları bir daha bastırmadı. Yeni basımı yok hiçbirinin.

Lise dönemi sonrasında edebiyata uzun bir ara verdiğini görüyoruz. Edebiyata dönüşü ‘91’de Elveda Alyoşa adlı öykü derlemesiyle. İlk romanını ise 53 yaşında –1993– yazıyor: Kedi Mektupları. Doksanların başından itibaren daha velut bir edebiyatçı kimliğiyle karşımıza çıkacak. Elveda Alyoşa ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Kedi Mektupları ile Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, Sıcak Külleri Kaldı ile ise Orhan Kemal Roman Armağanı’nı (2001) kazanıyor. Bu arada, 1998’de Hiçbiryer’e Dönüş adlı bir romanı daha yayımlanıyor.

Bu dört kitabı –üç roman, bir öykü– ayrı ayrı değil, mutlaka birlikte değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum, çünkü bu kitaplardaki benzerlikler hem metinlerin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak hem de “yazarın çığlığını” duymamızı kolaylaştıracak.

Kitapların dördünde de temel mesele aynı: “Dönmek nedir?” diye soruyor bize Oya Baydar. Bunu bir ölçüde “edebiyata dönmek” diye de düşünmek mümkün olabilir ama burada çok daha somut bir dönüş konu ediliyor. Dönemin sıkı solcuları, komünistleri, darbelerden ve baskı ortamından kaçıp Avrupa’ya sığınırlar. Aradan seneler geçer. İnançlar, zamanla dalgaların vurduğu falezler gibi aşınır. Sonra bir anda her şeyin tuzparça olduğu anlaşılır. Uğruna ölünen, hiç düşünmeden bir ömrün harcanacağı büyük ülkülerin yerinde yeller esmeye başlar. Önce Berlin Duvarı’nın, ardından da SSCB’nin çöküşü yıkımın somutlaşmış göstergeleridir. Tabii ki Berlin Duvarı yıkılmadan önce sosyalizmin bu uygulanış biçimi ilk çekiç darbelerini zihinlerde yemeye başlamıştı. Şüphelerin ve soruların kemirdiği büyük ülküler iyice koflaşır ve bir yerde taşınamaz olur, yıkılır. Oya Baydar kitaplarında bu yıkıntının hemen sonrasını anlatıyor bize. Yitip gidenler neydi? Niye yitip gittiler? Nerede yanlış yapıldı? Ne bedeller ödendi? Bu kadar haklıyken tarihin bu tarafına nasıl düşüldü?

Can Yayınları’nın kurucusu Erdal Öz ile Frankfurt Kitap Fuarı’nda karşılaşmışlar. Erdal Öz yazdıklarını göndermesini ısrar etmiş. O günlerde Oya Baydar yasaklı olsa da Erdal Öz çekinmeden öyküleri yayımlıyor. Bu tavrıyla belki de Oya Baydar’ın edebiyata dönüşünü erkene çekiyor.

Oya Baydar’ın edebiyata dönüşünün Elveda Alyoşa öyküleriyle olduğunu söylemiştim. Peki, kim bu Alyoşa? Alyoşa besbelli ki bir lakap. Böyle biri var ama. Sovyetler’i değil, inançları temsil eden bir adam. Veda ona ediliyor. Onun şahsında inanılan, uğruna ömür harcanan bütün değerlere.

Alyoşa nasıl yoksa, bu kitapta önem atfeden –protagonist diyebileceğimiz– kimsenin adı yok. Bunu “yazarın tercihi” diye açıklayıp üstünde hiç durmayabiliriz ama ben Oya Baydar’ın hayat hikâyesine bakınca pek öyle olduğunu düşünmüyorum.

Genç kızlığında romancılığa kısa bir süre heves ettikten sonra daha ciddi meselelerin peşinde koşmaya karar vermiş. “Çağın ruhu”, Oya Baydar’ı “hayalcilik” olarak nitelendirilen edebiyattan “gerçek” olanla, yani devrimle ilgilenmeye itmiş. Otuz küsur sene edebiyatta hiçbir verimi olmamış Oya Baydar’ın. Çok uzun bir sessizlik süresi bu. Ne zaman ki devrim hülyası sona eriyor, Oya Baydar edebiyata dönüyor. Aradaki dönemde halkı bilinçlendirmeye çalışıyor, sosyalizm anlatıyor, sınıfsız toplum, sömürüsüz ekonomi, mitinglerde, grev çadırlarında, kanunsuz toplantılarda, kaçak hayatında…

Tabii böylesine bir yaşam ister istemez biraz gizliliği öne çıkarıyor. Kod isimler, şifreli pusulalar, vs. Oya Baydar’ın çevresi de kendisi gibi devrimcilerden oluştuğu için gizlilik normalleşiyor. Bu hikâyelerin yazıldığı dönemde Oya Baydar’ın uzun süredir yurtdışında yaşadığını düşünürsek bu isimsizliğin hem güvenliğin hem de alışkanlığın bir dışavurumu olduğunu iddia edebiliriz.

Kedileri, kâğıttan binbir çeşit hayvan yapmayı, hamsiyi ve tatlıları severdin. Alyoşa adına hak kazandıran çocuksu iyimserliğin, saflığın, gözükara aceleciliğin, hep harekete, işe, eyleme dönük didinmen (…) Dört bir yana dağılmış kitaplar, dergiler, kâğıtlar arasında nasıl da coşkulu, hummalı, hırslı çalışırdık… [EA, 35]

Ankara günlerinde çılgınlar gibi gecelerce devrim için çalışmalarını düşünüyor isimsiz anlatıcı. O günlerin en coşkulu isimlerinden biri olan “Alyoşa” da yeni döneme uyum sağlamıştır. Anlatıcı, Alyoşa’nın bir gazeteciyle mülakatını okumuştur.

(…) asıl gazetecinin sorularına verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, “aklı başında”lığında, hesaplılığındaydı hüzün. “Artık iyimser olamıyorum” demendeki gizli boyun eğişte, kanıksamışlıkta, artık olduğun gibi olmamanda, artık hiçbirimizin eskisi gibi olamamamızdaydı… [EA, 37]

Ama Alyoşa’da gördüğü hep başkadır. Alyoşa onun için durmuş bir zamanda kalmıştır: “Dünyanın, tarihin, Türkiye’nin, tüm insanlığın sorumluluğu omuzlarımıza yüklü. Buram buram inanç, umut, sosyalizm, devrim olan Ankara günlerimiz!” [EA, 36] Oysa aradan çok zaman geçmiş, hayaller sönümlenmiş, sosyalist toplum ideali hiç olmadığı kadar uzaklaşmıştır. İnsanlar değişmiştir. Ülke değişmiştir. Heyecanlar, ülküler, coşkular, hatta yasaklar değişmiştir. Birkaç sene önce vatana ihanet kabul edilen “Enternasyonal” gibi marşlar şimdilerde günlük hayatın bir parçası olmuş, buna karşılık anlamını, özünü ve ruhunu yitirmiştir. Aynı kitapta yer alan bir başka hikâyede Enternasyonal’in ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor:

Bir daha hiçbir şeyin hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını; bir daha hiçbir zaman kıpkızıl dalgalanan meydanlarda ‘Enternasyonal’i otuz dilden söyleyerek, aynı sorusuz inanç, lekesiz umut ve kuşkusuz güvenle yürüyemeceğimizi, birbirimize öyle tasasız, yalın, gururlu sarılamayacağımızı biliyordum artık. [EA, 124]

“Enternasyonal”in böylesine silikleşmesi, kısa bir süre önce ifade ettiği her türlü kutsallıktan sıyrılması  Hiçbiryer’e Dönüş’te de kendine yer bulur:

Dönüşten sonra; yani ilk şaş­kınlığın atlatıldığı, iç hesaplaşmaların tamamlan­dığı, dünyalarımızın, bireysel tarihlerimizin, kim­liklerimizin yıkılışının açtığı yaralar bir ölçüde kapanmaya yüz tuttuğu günlerde, bir Anadolu kasabasında, açıkta, asma çardaklı bir kahvede Enternasyonal çalındığını anlatmıştın. ‘Ben bu yüzden kaç yıl hapis yatmıştım. Enternasyonal, artık zararsız bir şarkıya dönüşmüş. Dayanılır şey değil,’ demiştin. [HD, 66]

Sıcak Külleri Kaldı’ya bakalım bir de: “1 Mayıslardan bir gün önce, polis tarafından evlerinden toplanıp karakollarda, şubelerde geceledikleri; Bahar Bayramı’nda piknik yapmak bahanesiyle gidilen mesire yerlerinde, ormanın gizli köşelerinde alçak sesle ‘Enternasyonal’ söyledikleri, o gizlice kutlanan 1 Mayıslardan…” [SKK, 212]

“Elveda Alyoşa” öyküsüne geri dönelim. Kitaba adını veren bu öykünün üzerinde Oya Baydar edebiyatına açılan bir kapı olduğunu düşündüğüm için biraz duracağım.

Baydar, eski yoldaşı Alyoşa’ya isyanını şu sözlerle dile getiriyor: “… asıl gazetecinin sorularına verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, ‘aklı başında’lığında, hesaplılığındaydı hüzün.” [EA, 37] Anlıyoruz ki Alyoşa da düzene uyum sağlamıştır artık. Alyoşa’nın şahsında yenilen bir kez daha sosyalizmdir, işçi sınıfıdır.

Yine bütün kitaplarda benzer şekilde karşımıza çıkan büyülü Kızıl Meydan’ı bu öyküde de “sütlü lacivert gökyüzünde, Kremlin’in kızıl yıldızı parlardı” diye görüyoruz. Ama Alyoşa değiştiğine, SSCB yıkıldığına göre bütün bu imajlar sadece anlatıcının zihninde bulunmaktadır. Kremlin’in masalsı kubbelerinin yerli yerinde durması o günlere dair hissedilebilecek umudu bugüne taşıyacak belki de son araçtır: “Masal bitmesin Alyoşa, korkuyorum! Masal şatoları yıkılmasın.” Bir ömrün adandığı davanın elinden kayıp gitmesinin çaresizliği, hiçbir şey yapamamanın aczi, bir de gün günden kuvvetlenen iç soruların artık bangır bangır duyulması… Hepsi birleşmiştir anlatıcının hayatında; gene de, benliğini kazandığı o günlerin heyecanına, yaşanan onca korkunç şeye, sevdiklerin ölümüne şahit olmaya, işkencelere rağmen, tutunmaya çalışmaktadır. Nafile olduğunu, tutunsa da iç soruların artık eski bağlılığı yaratamayacağını bildiği halde. Tarih, geri dönülmez bir şekilde bir dönemi bitirmiştir. Her şeyin bir bir yıkıldığını kabul eder anlatıcı: “Duvarlar, kaleler, şatolar, yıldızlar, heykeller, hayaller, inançlar, değerler, geçmişe bağlanan her şey…” Ve belki de bütün devrimcilikten edebiyata geçişini haykıran o beş kelime ile bitirir öyküyü: “Merhaba yeni dünya! Elveda Alyoşa!..” [EA, 38]

Öykü biter bitmesine ama hikâyenin “üç nokta” ile sanki tam da bitmediğini söyler bize. Hâlâ bir umut saklıdır o noktalarda.

Oya Baydar’ı edebiyata dönmeye iten duygu sanırım işte bu hayal kırıklığı. Elde avuçta hiçbir şey kalmamasının getirdiği büyük çöküntü Baydar’ı bir içsel hesaplaşmaya yöneltmiş. Nerede yanlış yaptıklarının peşine düşmüş ama bu sorgulamayı partili bir üye değil, bağımsız bir edebiyatçı olarak yapmış. Şu dört kitap bu haletiruhiyenin dışavurumu.

Dört kitap dedim ama “Enternasyonal” örneğinde de göstermeye çalıştığım gibi, aslında bir büyük kitap olarak da düşünülebilir, zira ben bu dört metnin edebiyat tarihinde nadir görülecek bir “aynılık” –“bütünlük” ya da “ortaklık” değil– barındırdığını düşünüyorum. Şimdi biraz bu aynılık ile kast ettiğimin ne olduğunu açıklamaya çalışayım, sonra örneklendireceğim.

Sosyalizm ülküsü neydi; hangi sebeplerden ötürü yenildi; Berlin Duvarı’nın çökmesinin, SSCB’nin yıkılmasının anlamı neydi; insan yaşamı nasıl anlamlı kılınır; sosyalizm uğruna bunca ölüm, verilen bunca çaba boşuna mıydı; işkenceler, kaçaklıklar, tarifsiz zorluklar bir hiç için miydi… Oya Baydar’ın cevabı hiçbir şeyin boşuna olmadığı. Ama o yolda devam edecek ne güç ne heyecan ne de inanç kalmış. Bunu da romanlarında sürekli, tekrar tekrar dile getiriyor.

Oya Baydar, Elveda Alyoşa’da bu temaları “Brandenburg Kapısı’nda Ölüm” haricinde kısa öyküler olarak anlatmış. İddiam o ki, meramını bu öykülerle anlattığına ikna olamadığı için aynı temaları bu kez bir romanda ele almak istedi: Kedi Öyküleri’ni yayımladı. Elveda Alyoşa’da olduğu gibi bu romanda da hiçbir isim geçirmemiş. Bence bu da illegalite ve Frankfurt günlerinden kalma bir duyarlık, çekince. Kedilerin mektuplaşmasıyla romandaki havayı yumuşatmaya çalıştı. Artur Yuvarlakmasa gibi kedi adları, Mırtav ayı, kedi yılı gibi terimler… Bunlarla romandaki siyasi meseleyi ve eleştirel tonu dengelemek istedi.

Gelgelelim, Kedi Mektupları’ndaki bu dengeleyici tavır da hoşuna gitmedi bence. Bir ömrü adadığı sosyalizm davasını bu romanla anlatmış olmak istemedi. Hiçbiryer’e Dönüş’ü yazdı. Hiçbiryer’e Dönüş geniş kitlelerce çok okunmuş, sevilmiş… Ama bu romanın merkezini “hesaplaşma” değil, “dönüş” teması oluşturuyor. Oya Baydar için “dönüş” çok önemli ama bu bir “sonuç”, sebep değil. Nihayet, bu konuya son vermek amacıyla o büyük romanı yazmaya karar verdi. Sıcak Külleri Kaldı’da uzun uzun bu hesaplaşmayı yaparken az önce değindiğim temaların tamamını tartışıyor. Böylece, her açıdan ele aldığına ikna olduktan sonra yeni temalara yöneliyor. Erguvan Kapısı ile artık sosyalizm hesaplaşması ve dönüş temasının dışındaki konulara da eğildiğini görüyoruz.

Oya Baydar’ın kedileri çok sevdiği, onlara, “kedili yaşama” bir mana atfettiği malum. Bu daha Elveda Alyoşa’da gözümüze çarpıyor. “Bir Duraktır Frankfurt” adlı öyküde şöyle yazıyor: “Kedi eve geleceği gün hepimiz tedirgindik. Hayvana alışamamaktan korktuğumuz için değil, alışmaktan korktuğumuz için. Bir kedinin, birden, yerleşikliğin simgesi oluvermesinden korktuğumuz için.” [SKK, 22]

Gelin, şimdi “aynılık” ile ne kast ettiğimi göstereyim. Varsayalım, “kedi ve yerleşiklik” diye bir başlık araştırıyoruz. Kedi Mektupları’nın başındaki diyalogdan alıntılıyorum: “Uzun zaman kedi edinmemekte direndik. Kedi yerleşiklik demek.” [KM, 13] Bu romanda kediler konuştuğu için aynı meseleyi bu kez bir kedinin ağzından dinleyelim: “Ev değiştirmekten, çevre değiştirmek istemiyorum. Biz kediler yerleşikliği severiz.” [KM, 30] Yine aynı romandan: “Kedi almak yerleşik düzenli insanların işiymiş.” [KM, 102]

Sıcak Külleri Kaldı’da ise şöyle yazıyor: “Kedi dinginlik ve yerleşiklik demektir.” [SKK, 236]

Diğer örneklere geçmeden önce bir farkın altını çizeyim. Çok sevdiğim bir yazar olan Patrick Modiano için de sık sık söylenir, “hep aynı şeyi yazıyor” denir. Bir ölçüde bu doğru ama onun romanlarındaki aynılık aslında romanların “havasının” –mood– ve dilinin aynı olması. Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlemesi de aynı olayı anlatır ama farklı kişilerin gözünden okuruz. Bambaşka dört metin karşımıza çıkar, hepsi birbirini tamamlar. Oya Baydar’ın yaptığıysa bunların hiçbirine benzemiyor. Dünya edebiyatında başka bir eşi olduğunu düşünmediğim bir şekilde aynı konuyu, aynı perspektiften, aynı olgu ve olaylarla anlatıyor.

Kedilerden devam edelim. Bu kediler içinde bir tanesi var ki kaçmış. Bu da sanırım gerçek bir kedi –belki de Oya Baydar’ın kedisi ama kitaplardan edindiğim izlenim bir arkadaşının kedisi olduğu. Bu kedinin ayırt edici, onu unutulmaz ve defalarca yazılmaya layık kılan özelliği dönüşe bir gün kala kaçması.

Kedi Mektupları’ndan: “12 Mart’tan sonra kent değiştirirken (…) orada kaldı. Bize kalsa bırakmazdık, ama eşyaların kamyona yükleneceği gün ortadan kayboldu.” [KM, 100]

Hiçbiryer’e Dönüş: “Kapıyı açar açmaz kedi dışarı fırladı. (…) Çıkış, o çıkış. Bir daha geri dönmedi.” Aradaki fark ne? Şehir değiştirileceği gün çıkıp gitmesi. Ne tesadüf, bu kedi de şehri terk edeceği gün bir arkadaşına teslim edilmiş. Üstelik teslim edildiği günle kaçtığı gün arasında büyük bir benzerlik varmış: Hava çok soğuk, yerler karlı ve buzluymuş. [HD, 133]

Elveda Alyoşa’da ve Kedi Mektupları’nda hiçbir önemli karakterin isminin geçmediğini söylemiştim. Bunun istisnası “Umut bebek”. Oya Baydar’ın bu makalede değindiğim dört kitabında da Umut adında bir çocuk var. Bu çocuk, mesela Sıcak Külleri Kaldı’da çok önemli bir acıyı sembolize ederken her seferinde sadece dünyaya gelmesiyle kötülüklere karşı bir zafer kazanılacağını muştuluyor. Beklentinin, direnmenin, dayanışmanın, gelecekteki iyi günlerin adına dönüşüyor Umut.

Elveda Alyoşa’da şöyle yazıyor: “Orada dostlarım, orada umutlarım, orada ölülerim ve belki de –kim bilir– oradan, çantanın bir köşesinde adı ‘Umut’ olan bir çocuğun doğum ilanı var.” [EA, 18] Kedi Mektupları’nda sebebi söylüyor: “Yirmi yıl önce, gencecik ve umutlu olduğumuz için, ‘Umut’ koyardık çocuklarımızın adını. Şimdi umuda her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Alevler, yıkıntılar, savaşlar, bombalar içinde bir dünyanın ortasında, küçücük bir Umut…” [KM, 266]

Ama bu çocuk ölecektir. Kitaplarının hiçbirinde onlara yaşama fırsatı tanımıyor Baydar. Yine tek tek aynılıklara bakalım: “Oğlunun vurulduğunu öğrendiği günden beri artık hiç hayal kurmuyor.” [KM, 68] Hiçbiryer’e Dönüş’te de kader değişmez: “Bir oğlum vardı. Vurdular. Onu yalnız bırakmasaydım, ona kendi değerlerimi aşılamasaydım, ölmeyecekti.” [HD, 196] Bu da Sıcak Külleri Kaldı’dan: “Oğlum öldü (…) Öldürdüler (…) Adı Umut Murat’tı (…) On sekiz yaşındaydı.” [SKK, 120]

Oya Baydar’ın kadın karakterinin de cinsel isteklerinin güçlü olduğunu ama toplumun ataerkilliğine prim vermeyen bu karakterin isteklerini cesurca söyleyebildiğini görüyoruz: “‘Benimle yat’ diye yalvarıyorum sana.” [HD, 18] Karakterin aynı kadın olduğunu düşünmemiz için birçok sebebimiz var ama isteklerini söylediklerindeki aynılıklar diğer örneklerde de gördüğün gibi çarpıcı: “… ateşler içinde yanan vücudunu; kendinden ve bütün hayatından öç alırcasına “Benimle yat” deyişini, sarı mimozaları, yüreğinde kabaran sevgiyi…” [SKK, 99]

Berlin Duvarı’nın yıkılışı, İspanya İç Savaşı’nda kahramanca mücadelenin kutsallığı her kitapta karşımıza bir şekilde çıkıyor. Oya Baydar, Kremlin ve Kızıl Meydan’ın dönüşümünü de anlatmaktan kendini alamıyor. Bu dönüşüm tabii ki mekânsal değil, zihinlerdeki “komünizmin başkenti” Kızıl Meydan ile gidilip yerinde görülen, hayallere hiç benzemeyen, sorulara, sorgulamalara yol açan, özgürlüğün, refahın olmadığı Kızıl Meydan…

Oya Baydar, eleştirel dozu her kitapta artan sosyalizm tartışmalarına daha çok yer ayırıyor. Teori ile pratiğin çelişikliği. Teorideki kusursuzluğun nasıl olup da böylesine yoz bir iktidar ürettiği. Yaşanan deneyime sosyalizm bile denemeyeceğini itiraf ederken, peşinden koşulan hayallerin her şeye rağmen daha iyi bir dünya isteği olduğunu düşünerek avunuyor. Oya Baydar’ın karakterleri arasında farklı fikirlerde devrimciler de var ama onların varlığının yegâne amacı Baydar’ın sesinin daha iyi duyulması için gerekli soruları sormak. Hayattaki en kuvvetli inancının yıkılmasıyla birlikte kimse yargılamıyor Baydar, insanları yanlış olduğunu söylediği düşünceleriyle baş başa bırakıyor.

SSCB’nin çökmesi ve Duvar’ın yıkılmasından sonra yasaklı “devrim marşlarının” uluorta söylenebilmesinin getirdiği değişim de yazarın ilgisini çekiyor. Seksen sonrası gençliğin apolitik umursamazlığını anlamlandıramıyor. Büyük idealleri, büyük fikirleri olmayan bu kuşakla arasında benzersiz bir fark olduğunu hissediyor.

Bu dört kitabın “aynılığının” edebiyat tarihi açısından hayli ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Sosyalizmin yıkılması, uzun seneler birlikte yol yürüdüğü, işkencelere direndiği arkadaşlarının yenilgiyi kabullenmesi ve tabii seneler içinde, özellikle de Moskova’yı gördükçe aklında çengellenen eleştirel soruların çoğalması Oya Baydar’ı edebiyatta bu meseleleri tartışmaya itmiş.

Sıcak Külleri Kaldı’nın yayımlanmasıyla birlikte Oya Baydar “dönüş” ve “sosyalizm hesaplaşması” temalarını bırakıyor. Sonraki romanlarında yeni temaları ele aldığını görüyoruz – tabii sosyalist perspektifi ve bir ölçüde bu hesaplaşmayı hiç bırakmadan.

•