Otobiyografi neden yükselişte?

Nedeni, belki her şeyin yeniden tanımlandığı bir çağda olmamız. Dünyayı bir arada tutan bütün temel ilişkiler değişiyor. İnsanlık, birkaç yüzyılda bir meydana gelen o büyük dönüşümlerden birini geçiriyor olabilir

04 Şubat 2015 22:55

Günümüz romancılığında otobiyografi çok ön planda.  Neredeyse yazılan her iki romandan birisi otobiyografik. Bu yeni yöneliş  bize post-modernist roman döneminin kapandığını haber veriyor. Modern romanda bugün asıl önemli olan kurmaca değil, bugünkü roman yazarı benliğini ortaya koymak peşinde. Çünkü romancı, çağın ruhunu yakalaması gerektiğini biliyor ve şimdiki çağ onu,  “nasıl yaşamalıyız?” ve “benlik nasıl yeniden tanımlanmalı?” gibi çok temel sorular sormaya itiyor. Nedeni, belki her şeyin yeniden tanımlandığı bir  çağda olmamız. Dünyayı bir arada tutan bütün temel ilişkiler değişiyor. İnsanlık, birkaç yüzyılda bir meydana gelen o büyük dönüşümlerden birini geçiriyor olabilir.  

Ben şahsen romanı, oldum olası, okurla yazarın hayata dair notlarını kıyasladığı bir edebiyat türü olarak görmüşümdür. Girdiğimiz yeniçağda, belli ki, birbirimize çok yaşamsal önemde sorular sormaya ihtiyacımız var, kurmaca bizi kesmiyor, fazla dolaylı geliyor, doğrudan otobiyografi istiyoruz. Biz neredeyiz, başkaları ne yapıyor, varoluşsal ayar ihtiyacımız, not alış verişi,  belli ki çok acil.  

Kendime kehanet gücü yakıştırmak için değil, ama ilginç bir öngörüyle, çağdaş romandaki bu otobiyografik yönelişi, nasılsa, tahmin etmişim.

2002 yılında yazdığım bir denemeye “Romanın Gölge İkizi: Otobiyografi” adını verdim ve son paragrafta şöyle bir şey söyledim:

Karl Ove Knausgård

“Yeni yüzyılın başında edebiyat yeni Proust’unu arıyor. Roman, kendi gölge ikizi olan otobiyografiyi belki çok farklı yöntemlerle arayacak, ama bence mutlaka yeniden bulacak.”

Son birkaç yılda, dünya çapında büyük satışlara ulaşan Kavgam adlı altı ciltlik otobiyografik romanın yazarı Karl Ove Knausgård  hakkında şimdi “Kuşağının Proust’u” gibi tanımlamalar görünce, gülümsüyorum, ama bu haklı çıkmaktan kaynaklanan bir gülümseme değil, kaynağı biraz da şaşkınlık, çünkü neden haklı çıktığımdan tam emin değilim. Burada anlamaya çalışacağım.

Otobiyografi hep vardı, ama farklıydı

Otobiyografik romancılık her zaman hoşuma gitti, özellikle aradığım ve kendimi yakın bulduğum bir burç oldu. Ama ben modern klasikler dediğimiz romanları okuyarak bu zevki geliştirdim. Şimdi olanlar biraz farklı. Bütün romancılar bir ölçüde kendilerinden yola çıkarlar. Ama kullanılan yöntemler aynı değil. Yirminci yüzyılda edebiyatın otobiyografiden beslenişiyle, bugün romanda gördüğümüz benlik arayışı arasında ne gibi farklar var acaba?

Benim için modern klasiklerin önemi, modern insanın “kendi gerçeğim” dediği kimliği kazanmak için gösterdiği çabaydı. Proust zaten bütün zamanlar için en büyük kahramanım. Kendi adını taşıyan “Marcel” karakteriyle romanda yarattığı yenilik, o derin iç-sorgulama, Freud’un psikolojide başlattığı devrimle neredeyse eş-değer.

Sosyeteye girmek için çabalayan “öteki” kimlikli Yahudi  gencin, hayatın asıl anlamını keşfedişi. Proust’un serüveni, herkes gibi olmaya çalışırken gerçek kimliğini bulmasıydı. “Herkes” derken toplumun kaymağını kast ediyoruz tabii, ama kaymağın ne kadar ekşidiğini de muhteşem sergiliyor.

Virginia Woolf

En sevdiğim romancı Virginia Woolf  “Sanat tümüyle otobiyografiktir” diyor. “Roman yazarken yaptığımız da kabukları soymak. Ve çekirdeğe ulaşıyoruz: Sen ya da ben.” Mrs. Dalloway onun oto-portresi sayılabilir; Deniz Feneri’nde çocukluğunu yazmıştır.

Burada kadın kimliği, feminist bir bilinçle  muhafazakâr toplum değerlerine yumuşak ama kesin bir edayla baş kaldırıyor ve aynı zamanda roman dilinde devrim yaratıyor.

Modernizmin diğer büyük ismi Joyce mesela, Sanatçının Genç Adam Olarak Portresi’nde  kendi macerasını kaleme almış, “bildungsroman” tarzında. Yani genç bir insanın duygusal eğitimi. Flaubert bile Duygusal Eğitim romanında, kendi gençliğini yazıyordu. Joyce’un diğer büyük kahramanı, Ulysses, yahut Leopold Bloom, gene bir Yahudi, yani “öteki”.

Flaubert, gerici bir rejimde gençliğin bile mümkün olmadığına parmak basarken, yani kendi kuşağının gençliğine ağıt yakarken,  Joyce da İrlandalı kimliğiyle İngiliz emperyalizmine meydan okuyor, aileye ve Katolik dinine başkaldırıyor, kaleyi içeriden fethederek İngiliz dilini alt üst ediyor, üstelik bir de gönüllü olarak sürgüne gidiyor. Bildungsroman otoriteye karşı.   

Bir de “künstlerroman” var tabii, sanatçının romanı. Thomas Mann’ın uzmanlık alanı. Tonio Kröger, Mann’ın kendisidir bir bakıma; Venedik’te Ölüm romanındaki Aschenbach da, Mann’ın ruh ikizi, yahut “alter-ego” dediğimiz kahraman tipi. Mann açıkça söylüyor zaten: “Tolstoy’un yapıtları da en az benim naçiz ürünlerim kadar otobiyografiktir.” Tolstoy’a sığınmak bir nevi kendini koruma güdüsü herhalde. Bir yanda kendini yazarken, diğer yanda kendini teşhir etmek  en büyük korkusu.

Mann’ın derdi, burjuva Avrupa’nın karşısına bir kültür Avrupası koymak; ama kravatını da çıkartmıyor, o da kaleyi içeriden fethedecek, hala çok temkinli. Ölçüyü kaçırmaktan korkuyor. Burjuva beğenisini beyefendi kalarak sarsacak. Eşcinsel eğilimlerini hayatı boyunca bastırmış ve gizlemiş.

Fransa’da otobiyografik burcun diğer büyük temsilcisi, Margeurite Duras,  kendini yazdı ve kendini cesurca açık etti. Savaşı ve sömürgeciliği, sınıfsal önyargıları ve ırkçılığı o da yerdi. 

Benzer bir korunma güdüsüyle, Proust da eşcinselliğini gizlemişti. Ama aynı sıralarda eşcinsel bir kadın, daha cesur davranabiliyordu. Bir bakıma, Alice B. Toklas’ın Öz Yaşam Öyküsü kitabıyla Gertrud Stein otobiyografide bir gay-lezbiyen geleneği başlattı diyebiliriz. Fransızlar sonradan cinsellik konusunda daha atak oldular.  Fransa’da otobiyografik burcun diğer büyük temsilcisi, Margeurite Duras,  kendini yazdı ve kendini cesurca açık etti. Savaşı ve sömürgeciliği, sınıfsal önyargıları ve ırkçılığı o da yerdi. Onun başlattığı  otofiksiyon tapınağında bugün Amelie Nothomb ve Catherine Millet gibi müritleri bambaşka bir yerdeler. Tabular tamamen yıkıldı. Artık kimse kendini teşhir etmekten korkmuyor, tersine, yarış var. Beğeni ölçüleri değişti.

Dikkate değer bir durum, kadınlar epey ön planda.

Amerika’da, Philip Roth’un birkaç romanda ele aldığı Nathan Zuckerman karakteri, büyük ölçüde kendisidir. John Updike’ın ünlü “Rabbit- Tavşan” lakaplı dizi-roman kahramanı Harry Angstrom da, yazarının burnundan düşmüş gibidir. Her ikisi de, orta sınıf, göçmen kökenli, tipik beyaz heteroseksüel  erkeğin “everyman” yani “sokaktaki adam” olarak portresi. Amerikan Rüyası, Amerikan gerçeğiyle boğuşuyor.

Bir de “beatnik” tipi otobiyografi var tabii, Jack Kerouac ve Yolda romanı.

Galiba ilginç bir noktaya geldik: Modern klasiklerde otobiyografik burç, bireyin büyük toplumsal baskılarla mücadele ederek kimliğini bulmasının hikâyesi. Bu yazarların hepsinin kültürel, hatta dolaylı olarak politik diyebileceğimiz bir gündemi var. Birey hala toplumla pazarlık halinde. Müzakere masasını büsbütün terk etmemiş.

Gelelim günümüze. Bugün durum farklı. Otobiyografik burç yeniden yükselişte, ama bu sefer birey müzakere masasını terk etmiş, diyeceğim, pek doğru olmayacak, müzakere masası diye bir şey kalmadı demek daha yerinde olacak sanırım.

Bunu elimden geldiğince açıklamaya çalışayım.

-OTO-FİKSİYON ya da “Özkurmaca”-

Son birkaç yılda Amerika’da  ve Avrupa’da ilgi çeken yeni romanların neredeyse hepsi, ya doğrudan otobiyografi, ya da Fransızların icat ettiği terimle “otofiksiyon”.  (autofiction.org diye bir Fransız web sitesi bile var.) Yazarın adını taşıyan ve yazara çok benzeyen bir roman kahramanını izlediğimiz romanlara otofiksiyon deniliyor. Proust’un başlattığı bu tür şimdilerde rüştünü ispat etti ve hiç beklenmedik yerlere gitti. Bu tür roman kahramanlarına bazen  “avatar” da deniliyor.

Sheila HetiKnausgård’ın anı tarzındaki romanı bu akımın belki de en uç noktası, ama daha farklı örnekleri de var. Sheila Heti’nin 2012’de ilgi çeken romanı How Should A Person Be? / Bir Kişi Nasıl Olmalı? ve Ben Lerner’in 2014’den 10:04 adlı romanı en çarpıcı örnekler. İkisinde de roman kahramanı yazarla aynı isme ve neredeyse aynı kişiliğe sahip ve iki kahraman da bir kitap yazmakla meşguller; sonunda bunların okumakta olduğumuz kitaplar olduğunu anlıyoruz. Yazarların kendini kamufle etme çabası pek yok, avatar kimliklerini çok rahat giyiniyorlar.

Avangard feminist yazar Chris Kraus’un I Love Dick / Dick’i Seviyorum romanıyla, Nijerya kökenli Teju Cole’un Open City / Açık Şehir ve Everyday Is For The Thief / Her Gün Hırsızın Günü romanları da benzer özellikler taşıyor. İlk romanında Teju Cole’un kendisine çok benzeyen  Nijeryalı bir adamın New York’da dolaşarak kökenlerini düşünmesini izliyoruz; ikinci romanda Nijerya’da doğduğu kent olan Lagos’u kendisi olarak geziyor, adeta seyahat belgeseli şeklinde kaleme almış.

Geoff Dyer’ın Jeff İn Venice, Death In Varanasi / Venedik’te Jeff, Varanasi’de Ölüm romanı belki bu türdeki ilk örneklerden birisiydi. Önce Venedik’te,  sonra Hindistan’da, varoluşsal bir kimlik arayışı hikâyesi.

Bu tip romanlarda eskiden alıştığımız “konu” diye bir şey olmaması en çarpıcı yan, kurgu çok önemli değil, dolayısıyla roman kahramanı yahut karakter diyebileceğimiz derinlikte çizilmiş roman kişileri de yok. Günlük hayatın ve gündelik izlenimlerin arasında yazarla birlikte geziniyoruz, yazarın gözüyle. Adeta televizyon belgeseli, “reality show” yahut kişisel bir video günlüğü gibi.

İyice uçlara gidersek, Bret Easton Ellis’in 2006’da yayınladığı yarı gerçek yarı kurmaca, anı-roman tarzı kitabı Lunar Park/ Ayda Park belki bu yeni akımı ilk haber veren romandı. Bu arada, öyle anlaşılıyor ki, İspanyol yazar Javier Marias’ın son romanı Zamanın Karanlık Sırtı da, yazarla aynı ismi taşıyan bir kahramanı n ağzından anlatılıyor. Marias bir söyleşisinde otofiksiyon yerine farklı bir kelime oyunu yaparak  “faksiyon” adını vermiş buna, yani “fact / hakikat” dediğimiz şeyden yola çıkıp onu kurmacayla karıştıran bir yaklaşım.

Saydığım kitaplardan çoğunun paylaştığı ortak özellik, otofiksiyon/otobiyografi olmalarının yanında, bir de “metafiksiyon” tekniğiyle yazılmış olmaları.

“Meta-kurmaca” veya “üst kurmaca” diye çevirebileceğimiz bu teknikte, roman biz okurlara roman olduğunu asla unutturmuyor; tersine, kurmaca bir yapıt olduğuna sürekli dikkatimizi çekiyor. Brecht tiyatrosu gibi, her şey meydanda. Kurmaca hakkında yazılmış kurmacalar da diyebiliriz.

Metafiksiyon da, tıpkı otofiksiyon gibi, 1970’lerde kullanıma giren bir deyim. Yapıt sürekli dirseğiyle bizi dürtüp, yapıt olduğunu söylüyor, göz kırpıyor. Okur olarak bizimle “bunu gerçek bir hikâyeymiş gibi oku, inanmazlığını bir kenara bırak” türünden bir sözleşme yapmıyor böyle romanlar, tersine, “bu gerçek bir hikaye ama nerelerde gerçek olmadığını bil bakalım” gibi imkansız bir oyun öneriyor, dolayısıyla sürükleyici bir anlatıya  yahut gerilime dayanmayan, hikaye okuma zevki ikide bir sekteye uğrayan, bizi şüphe içinde bırakan romanlar.    

Yazarın bir kitap yazması hakkında yazılan kitaplar da diyebiliriz. Hatta daha da önemlisi, bazı romanlarda, yazar okumakta olduğumuz kitabının nasıl yazıldığını hikâye ediyor. Dolayısıyla da bu romanların büyük çoğunluğu “künstlerroman” yani “sanatçı romanı” kategorisine giriyor; aynı zamanda “bildungsroman” niteliği taşıyanlar da var, çünkü çoğu, bu  genç yazarların ya ilk, ya ikinci kitapları.

Burada okura sunulan  yazar ve metin şeffaflığı, sürekli olarak kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişkinin sorgulanması, çoğunlukla da insan benliğinin bir kurmacalar dizisi olarak gösterilmesi, türün diğer ortak özellikleri.

Kırılgan ama dirençli benlikler

Bugün kimi yazarlar, Knausgård gibi, neredeyse “yazarın intiharı” denilebilecek ölçüde kendini açık ederken ve imkânsızı deneyip kendisiyle ilgili her şeyi anlatmaya kalkarken, kimi yazarlar da insanın iç dünyasıyla  topluma sunduğu  kişilik arasındaki gerilime bakıyorlar; bu açıdan tamamen samimi olmakla ironi yapmak arasında, mesafeli durmakla konuya odaklanmak  arasında gidip gelen romanlar.

Burada artık yazarlık, yahut genel olarak sanat, bir tür yaşama tarzı yahut hayatta kalma yöntemi olarak çıkıyor karşımıza; sanatçının hayatı merkezde, yani kişi kendine bakıyor; toplum tamamen ikinci planda ve tamamen araçsal bir konumda. Müzakere masası ortadan kalkmış derken bunu kast ediyordum; toplumla müzakere ederek, baş kaldırarak, isyan ederek, duruş sergileyerek kimliğini oluşturmaya çalışan insanın hikâyesi yok burada; topluma zaten vereceği notu vermiş, çok erken yaşta kaşerlenmiş, yapacağı pazarlığı çoktan yapmış, son derece bencil ve faydacı benlikler sergileniyor; ama belki de aynı nedenle, bu benlikler bir yandan da gayet kırılgan, belirsiz ve tereddütlü.

Modern insanın şu andaki duruşu öyle anlaşılıyor ki, zaman zaman büyük toplumsal isyanlara katılsa bile, aslında tek-benci denecek kadar yalnız ve temelleri çok sallantılı bir duruş. Bir tek konuda şüphe yok tabii, o da bu modern ve genç bakış, hayli eğlendirici, kendisiyle ve başka her şeyle dalga geçebiliyor ve varoluşsal endişelerinden hoş hikâyeler çıkartıyor.

Marias ve Ellis dışında, burada sözünü ettiğim kitapların hepsini okudum ve okurken edindiğim izlenim hep aynıydı: Roman okumaktan çok bir çağdaş sanat eseriyle karşı karşıya olduğumu hissettim.

Bu romanlarda aile yok, devlet yok, orta-yol çağdaş romanlardaki  gerçekçilik yok, ırkçılık veya politik sürtüşmeler ele alınmıyor, cinsellik zaten alabildiğine özgürleşmiş, fazla bir kurgusal gerilim de yok, çok tekdüze bir gündelik hayat akışı var, bolca iç dünya ve benlik sorgulaması var.

Otobiyografi burcunda yazılan bu romanların anlatı yani naratif dediğimiz tekniğe yaklaşımı, çağdaş görsel sanatın naratif kullanımına çok benziyor, bir tek farkla, çağdaş sanatta politik ve sosyal mesajlar çok ön planda, bu romanlarda ise ya hiç yok, ya da tamamen arka planda.

Bu romanlarda aile yok, devlet yok, orta-yol çağdaş romanlardaki  gerçekçilik yok, ırkçılık veya politik sürtüşmeler ele alınmıyor, cinsellik zaten alabildiğine özgürleşmiş, fazla bir kurgusal gerilim de yok, çok tekdüze bir gündelik hayat akışı var, bolca iç dünya ve benlik sorgulaması var, günlük tutar gibi yazılmış, bazen çok şiirsel bir dil arayışı olabiliyor  ve hepsinin sinemadan çok etkilendiği açıkça belli oluyor.

Çağdaş sanatla paylaştıkları naratif özellik de sinemaya benziyor, gerçekliğin öznel ve nesnel boyutlarını iç içe veriyorlar, anlatı çizgisel olmaktan çıkıp plastik hale gelmiş, resimli roman okumaya benziyor. Otobiyografi varoluşsal bir silah olmuş, bir yaşama aracı haline gelmiş.  

Yirminci yüzyılda  kuvvetli bir akım olan otobiyografik romanla, günümüzün bu yükselen otobiyografi akımı, bu metafiksiyon ve otofiksiyon romanlar arasında nasıl bu kadar büyük bir fark olabilir, aradaki zamanda ne oldu, diye kendime sorduğumda, cevabı bulmakta gecikmedim: Post-modernizm oldu elbette. Bu yeni otobiyografik roman akımıyla, eskiden romanı besleyen otobiyografi anlayışı arasında, kocaman bir post-modernist edebiyat dönemi duruyor.

Geç-kapitalizmin kabusu

Şöyle özetliyorum zihnimde: Post-modernist edebiyatta, “geç-kapitalist” dönemin büyük dönüşümleri ister istemez yansıdı. Dolayısıyla anlatı teknikleri dev ölçekte tasarlanmak zorundaydı. Bundan ille romanların çok hacimli olmasını kast etmiyorum, o da var elbette, ama daha az önemli bir boyut. Asıl, romanların içermek zorunda olduğu dünyanın, yani gerçekliğin ölçeği çok büyüktü.

Birdenbire her şey çok büyüdü. Dünya küreselleşti, sermaye ve emek sınırsız bir alanda varlık göstermeye başladı. Dev yatırım projelerini ve akıl almaz ölçekteki insan göçlerini düşünün. Buna koşut olarak bizlerin hayal gücümüz de sınırsızlaştı, bilmek ihtiyacımız sınırsız hale geldi.

Artık her şey dünya ölçeğinde yaşanıyordu: Terör uluslararası, şirketler uluslar ötesi, iklim değişikliği sınır tanımıyor, devletler birbirinin iç işlerine karışıyor, iç işleri diye bir şey kalmadı, hukuk uluslararası, yatırım küresel.

Umutlar ve beklentiler artarken, kâbuslar ve tehlikeler de çoğaldı, felaketler yaygınlaştı. Komplo teorileri büyüdü ve yayıldı, savaş senaryoları korkunçlaştı, dünyanın bir ucunda kelebek kanat çırparsa, öbür ucunda fırtına olur diye düşünmeye alıştık.  Büyük ve gizli çıkarlar başımıza çorap örüyor, büyük projeleri daha da büyük düş kırıklıkları izliyor, büyük köprüler, büyük binalar, büyük alış veriş merkezleri, giderek daha büyük şehirler, daha büyük kentsel dönüşümler, daha büyük ağlar ve şebekeler hayatımızı kuşatıyordu.

Üstelik bir yandan da bu karmaşada herkes kendi kimliğini, kendi haklarını aramak peşindeydi. Dinsiz, köktendinci, etnik azınlık, dini azınlık, kadın, erkek, eşcinsel, trans-seksüel, bi-seksüel, aseksüel, anti-sosyal, anarşist, milliyetçi, solcu, herkes tanınmak ve kabul edilmek istiyordu.

Roman bütün bu dev güçlerle boy ölçüşmeye girişti.

Post-modernist romanda bu karmaşık dünyadaki dezenformasyon, medya savaşları, komplo teorileri, televizyon kamerasından bile daha keskin bir hiper-gerçekçilikle yansıdı. Yahut da, gerçekdışı dünyalar boy gösterdi, kâbuslar, felaket sonrası dünya, distopya, ütopya, rüya, alt metin, üst kurmaca, yan kimlikler, alt kültürler, herkesin ve her şeyin sesi duyuldu.

Don De Lillo’nun Underworld / Yeraltı, Thomas Pynchon’un Gravitys Rainbow ve Bleeding Edge / Kanayan Uç  gibi romanları, Ballard’ın büyük panorama tarzı romanları, Eco’nun kurgu oyunları, tarihten unutulmuş sayfalar, masallar, kimlik değiştirmeler, destanlar, her şey yazıldı post-modernist sanat döneminde.

Global, politik, sosyal ve psikolojik açıdan büyük resim çizmek adeta kuraldı; büyük kurgular, büyük kumpaslar, büyük arayış, büyük yolculuk, büyük serüven.

Fakat sonra bir gün, bu geç kapitalizm kâbusundan uyanıverdik.

“Küçük Güzeldir”, yeniden! 

Irak savaşlarından sonra, 11 Eylül’den sonra, yaşadığımız epey travmatik olaydan sonra, bitkin düşmüş olmalıyız ki, birden durduk. Bu kocaman canavar dünyayı sırtımızdan atmak istedik. Cep telefonlarımız ve geniş iletişim ağlarımız dünyayı ayağımıza getirdiği için, artık yaşama ölçeğimiz tekrar küçülmeye başlayabilirdi.

Schumacher’in 1970’lerdeki kitabı gibi, tekrar “küçük güzeldir” demeye başladık. Köylere yerleştik, banliyölere kaçtık, ekmeğimiz artizanal, sebzemiz organik olsun istedik; semt pazarlarını AVM’lere tercih eder olduk, hayat kahvehanelere taşındı, sokakta yaşıyoruz artık, şehrimizdeki ağaçları ve parkları önemsemeyi öğrendik.

Büyük ölçekteyken otobiyografi yazılacak olsa, ancak bastırılmış, gizli kalmış kimlikler konuşabilirdi: İran’dan sağ kurtulan kadın, Pakistan’da ayrımcılığa uğrayan adam, şiddet gören trans-seksüel, köyünden kovulan azınlık üyesi, soykırımdan kurtulan çocuk, savaşları gören tanık…

Romancılık bir tür şehir gerilla hareketine dönüşecek neredeyse. Facebook’ta, sosyal medyada hikâye paylaşır gibi roman yazılıyor artık. Edebiyat tamamen kabuk değiştiriyor.

Ama şimdi, küçük ölçeğe geri dönünce, hepimizin hikâyesi önemli oldu. Twitter mesajlarında anlattığımız hayatlarımız, kahvehanede otururken. İşe girip işten çıkmalar, aşkı aramak, köşede mendil satan yaşlı amca, sevimli sokak köpeği. Hayat yeniden minyatürleşti, naif’leşti, resimleşti. Büyük anlatılara artık güvenmiyoruz ve sıkılıyoruz. Daha kırılgan belki, ama daha dar bir çevrede daha dayanışmacı, belki daha rahat, kendini salmış, fazla “kasmayan”, daha küçük bir hayat yaşamaya başladık. İşte bu küçük hayatlar bugünün otobiyografik romanlarını besliyor, yükseliş burada. Sokak sanatı yapar, grafiti yazar gibi roman yazmakta.

Romancılık bir tür şehir gerilla hareketine dönüşecek neredeyse. Facebook’ta, sosyal medyada hikâye paylaşır gibi roman yazılıyor artık. Edebiyat tamamen kabuk değiştiriyor ve elbette, elimizdeki bu muazzam yeni teknoloji de önemli bir rol oynuyor bu değişimde. Herkesin yazar, herkesin yayıncı, herkesin gazeteci ve tanık, herkesin sanatçı olabileceği, çok açık ve çok akışkan bir alanda yaşıyoruz ve olabildiğince daha küçük birimlerde, daha cemaat tipi duygular keşfediyoruz.

Böylece  benlik, o eski büyük güçlere karşı kendi varlığını koruyabiliyor, bir ölçüde. Modern benlik bir bakıma tavır koyuyor bu otobiyografik romanlarda.

Post-modernist dönemden miras aldığımız şeyler de var tabii – hibrid yani melez kimlikler ve melez formlar mesela. Eskiden dejenere sayılan melezlik şimdi en aranan şey oldu. Ama benlik de artık geç kapitalizmin o muazzam denizinde boğulmamayı öğrendi. Benlik ayakta kalmak için kurmacayı, edebiyatı, romanı da seferber etti. Gerçeklikle ilişkisini yeniden ayarlarken, kurmacayla ilişkisini de yeniden düzenliyor.

Bu bir yakınlık-uzaklık, yani perspektif meselesi.

Nasıl yaşamalı, nasıl yaşayacağız ve nasıl yaratıcı olacağız? Edebiyat bu yaşamsal ölçeğe gelip dayandığı, bu ölüm-kalım sorusuyla karşılaştığı için, yeni bir otobiyografi janrı yükselişe geçti sanıyorum.

Benlik artık toplumsal baskıları müzakere masasında karşısına muhatap alacağı bir şey olarak görmüyor, zorunlu bir veri olarak denkleme koyuyor ve yoluna devam ediyor. Bu yüzden müzakere masası ortadan kalktı. Büyük kimlik arayışları, kahramanca direnişler yok artık; bireysel ve kolektif deneyim sonucu bireyler olarak ayakta kalmayı biraz daha iyi beceriyoruz belki ve bu ayakta kalışta edebiyat da bir destek; daha ufak jestlerle var oluyoruz, yeni otobiyografi janrının yükselişi de bu ufak jestlerin içinde aktığı nehir.

Modernlik ve Benlik

Ben de bu otobiyografi yükselişini tahmin eder gibi olduğumda, şimdi geriye dönüp bakınca daha iyi anlıyorum ki, bireyin özgürlük arayışının  nasıl  yeniden boy göstereceğini anlamaya çalışmışım.

Bir yerde demişim ki, anlatı sanatı insanın kendini tanıması için hala gereksinim duyduğu temel bir kurgu olmayı sürdürüyor. ( Aynı şey bugün de geçerli.)  Ama bunu Proust’un yaptığı ölçülerde yapmamız artık mümkün değil, hayat çok değişti. Benlik iradesi çok daha kırılgan, daha akışkan, ama hala direniyor.

Gelecekte roman-otobiyografi ilişkisini nasıl şekillendireceğini henüz bilmiyoruz. Ama ipuçları var. Mesela kadınların daha ön plana çıkacak olması. Kadınlar hala gerçekten otobiyografilerini yazabilmiş değiller.

Gene demişim ki, bu benlik iradesinin gelecekte roman-otobiyografi ilişkisini nasıl şekillendireceğini henüz bilmiyoruz. Ama ipuçları var. Mesela kadınların daha ön plana çıkacak olması. Kadınlar hala gerçekten otobiyografilerini yazabilmiş değiller. (Bu da hala geçerli ve işte gelecek burada, karşımızda.)  

Zaten, kadınların, özellikle feministlerin ve ayrıca kadın-erkek bütün gay hareketin  otobiyografik romanda bugün görülen yükselişe önemli ölçüde öncülük ettiklerini şimdi herkes söylüyor. Onlar artık ana akıma katıldılar; ama hala sessizliğini bozmamış başka benlikler de zamanla ana akıma katılacaktır kuşkusuz. Batı’da göçmenlik deneyimini anlatan edebiyatın da yükselmesi bunun en çarpıcı örneği.

Bir şey daha söylemişim: “Belki kişisel anlatılar, sözlü tarih yahut melez formlar romanın önüne geçebilir, belki roman bu gereksinimleri kapsayarak dönüşüme uğrayabilir. Ama insanın kendi deneyimini anlamlandırma arzusunun, yani otobiyografik damarın anlatı sanatlarını büyük ölçüde belirlemeye devam edeceği kanısındayım.” Bu sözlerimi aradan geçen on iki yıl doğruladı ve hâlâ altına imzamı rahatlıkla koyabiliyorum.

Bir başka yazımda, gene 2002’de, daha da ilginç bir şey söylemişim: “Kendi gerçeğini ve kimlik projesini ortaya koymak isteyen çağdaş yazar için, bugün otofiksiyon (o sıralarda özkurmaca demişim) hâlâ geçerli bir strateji. Hatta, modernizmden aldığımız otobiyografik (özyaşamsal) yazın mirasının hakkını vermenin belki de tek yolu.” Kendimi bu kadar uzun alıntılıyorum çünkü önemli bir noktaya değinmişim.

(2012’de ikinci basımı yapılan Başka Hayatlar adlı deneme kitabımdaki “Romanın gölge ikizi otobiyografi” ve “Özkurmaca” adlı denemeler.)

Türkiye gibi bireyin hâlâ tam anlamıyla değer olamadığı toplumlarda biyografinin de otobiyografinin de çok yaygın olmayışına bu açıdan belki şaşmamak lazım.

İlginç olan şu ki, modern klasiklerde, Woolf’un, Joyce’un ve benzerlerinin, bilinçakımı tekniğini de gündeme sokarak, yazdıkları otobiyografik nitelikli yapıtların arka planında, batı toplumunda bireyin artık en temel değer olduğu bir demokrasi atılımı yatıyordu. Sonradan,  temel insan hakları ve bireysel haklar dediğimiz bütün özgürlüklerin ön plana çıkması da bu gelişmenin bir parçasıydı.

Türkiye gibi bireyin hâlâ tam anlamıyla değer olamadığı toplumlarda biyografinin de otobiyografinin de çok yaygın olmayışına bu açıdan belki şaşmamak lazım. Ama modernizm mirasının hakkını vermek ve günümüzde ayakta kalmak stratejisi olarak, bireysel özgürlüğü savunmak için, otobiyografik damar gerçekten de eskisinden bile daha çok gerekli.

Bu dönemde yazıldığı haliyle otobiyografik romanlar  ve otofiksiyon, biz sıradan insanların  hayatta kalmak için her gün aramızda yaptığımız o minicik sözleşmelerin, not alış verişinin  bir uzantısı sanki; bir de okur ve yazar kimliğiyle yapılmış hali gibi geliyor bana.

Elbette, beğeni ölçüleri bu yüz yıl boyunca çok değişti, kabul edilebilir olanın sınırları olağanüstü genişledi (Türkiye’de daha az  tabii) ve nasıl hayatlar yaşadığımızı şimdi varoluşsal açıdan yeniden değerlendirdiğimiz bir çağdayız ve otobiyografik damarın tekrar güçlenmesi bu açıdan da çok doğal.

Ancak, bir an için sadece okur açısından bakarsak, hala değişmeyen bazı beğeni ölçüleri de olduğu kesin. Roman okumayı niçin hala çok seviyorsak, bence otobiyografik özellikte roman okumayı da aynı nedenle çok seviyoruz,  hele roman bir de  otobiyografik olunca, belki bu zevk daha katmerleniyor, daha dolaysız tanıklık mümkün oluyor, merakımız daha çok tatmin oluyor, bilme açlığımız daha iyi doyuyor.

Nedir bu merak ve açlık? Çok basit aslında. Çok temel, evrensel bir dürtü, çok temel bir insani  ihtiyaç. Başka birisi yaşamla nasıl baş etmiş, başka birisinin gözünden dünya nasıl görünüyor, bunu merak ediyoruz.

İçinde yaşadığımız kültürler bize bir iç-kılavuz, bir yaşama kılavuzu aşılıyor – örf, adet, gelenek, ne yapılabilir, ne yapılamaz, başarı nedir, nasıl yaşamalı, bütün bunların toplumsal ölçüleri içimizde adeta şifrelenmiş. Bu şifrelerin ortasında kimliğimizi bulmaya ve farkındalık kazanmaya, kendimiz olmaya çabalıyoruz.

Başka insanların bu ortamda nasıl farkındalık kazandığını ve bu kültürel şifreleri nasıl çözdüklerini,  bu kültürel kuralları ve yasakları nasıl kırdığını merak ediyoruz, bir tür örnek alma yahut dayanışma gibi. Otobiyografideki o kişisel, mahrem ayna birdenbire kültürel bir aynaya dönüşüyor.

Öbür insanın hikâyesi sayesinde kendimize ve çevremize yeni sorular sormaya başlıyoruz, biz de daha çok farkındalık kazanmaya başlıyoruz. Başkalarının kimliğini bir süreliğine giyinmek bize iyi geliyor çünkü kendi kimliğimiz de aynı tanınma, bilinme ve kendini ifade etme açlığı içinde.

Hümanist eğitim, çağdaş sanat

Eski çağlarda, buna benzer farkındalıklar ve sorgulamalar, kesin ölçüler içinde de olsa, “hümanist” denilen eğitim yoluyla veriliyordu insanlara. Bugün hümanist eğitim diye bir şey kalmadı. Birbirimize insani aynalar tutabileceğimiz tek yer edebiyat. Ortalama okurun anlayabileceği dilde yazılmış başka kitaplar yok bu alanda. (Ticari amaçla yayınlanan yaşama rehberlerini elbette hesaba katmayacağız.) Eğitimin de boş bıraktığı bir alanı dolduruyor edebiyat aslında ve otobiyografik roman, hümanist geleneğin adeta bugünkü uzantısı.

Bir de çok daha basit ve aşikâr okuma zevki var elbette: Başka bir hayata girmek için bulduğumuz bu büyülü fırsat bize kendi hayatımızı düşünme olanağı veriyor.

İnsan, hayatını anlamak ve kendini ifade etmek ihtiyacını her zaman duyacak ve kendini ifade etmenin daima yeni ve farklı yollarını arayacak. Bu arayış bitmediği için modernlik de bitmiyor. Ve bitmeyecek. Bugün romanda gördüğümüz otobiyografik burcun yeniden yükselişi de, modernliğimizin yeni bir döneme girdiğini haber veriyor, hepsi bu.

Gerçi, modern klasiklere kıyasla, bugünkü otobiyografik romanları çok daha yüzeysel, daha az derinlikli bulabiliriz – fakat peşin hüküm ve acele karar vermekten kaçınıyorum. Çok sevdiğim bir çağdaş sanatçının, Louise Bourgeois’nın sözleri geliyor aklıma: Modern sanatın anlamı, kendinizi ifade etmek için sürekli yeni yollar bulmak zorunda olmanızdır, çünkü sanatın kesin kuralları yok artık. Modernlik budur, kendinizi ifade etmek için mutlak ve kesin kurallar olmamasıdır, bu nedenle de modern sanat sürecektir, çünkü bu durum değişmemiştir, insanlığın durumudur, kendinizi tam olarak ifade edemeyiştir. Benlik taşımanın zorluğudur ve benliğin ihmal edilmişliğidir modernlik. İhmal edilmişlik ve tanınma  ihtiyacı diz boyudur modern dünyada. Sanat kendini tanıma yoludur,  dolayısıyla daima modern kalacaktır.

İşte, tam da bu nedenle, sürekli yeni icat ve yeni teknikler peşindeyiz. Yarın bambaşka bir yöntem gündeme gelebilir, ama bugün için  modern roman, benliğin kendini yeniden dillendirme ihtiyacını, otobiyografiyle  karşılıyor.

Bir başka çağdaş sanatçı, Tracy Emin, Londra’daki yeni sergisine isim verirken, akıllıca bir buluşla, slogan gibi, çağın ruhunu popüler ve ticari açıdan çok çarpıcı şekilde yakalamış, tek cümleyle her şeyi özetliyor: “The Last Great Adventure Is You”.

“Son Büyük Serüven Sensin”.