Aslı Erdoğan’ın yazısında galiba iki kutup var: biri Kırmızı Pelerinli Kent’in bütün şiirselliğe rağmen nesnel betim ve kavrayışı elden bırakmayan bir çalışma tarzı, öbürü de Hayatın Sessizliğinde kitabındaki nesir şiirler...
29 Haziran 2017 14:00
“Sanat bazen hayatı önceler”: evet, bir klişedir bu, afaki bir söz, çoğu zaman üstünkörü söylenen. Ama bu fazla genel cümle, Aslı Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleri (2009) kitabıyla birlikte tuhaf, ironik bir güncellik veya somutluk ediniyor. Erdoğan bir taş binayla ilgili metinler yazdı ve yedi yıl sonra kendini bir başka taş yapı içinde buldu. Bu kitap yüzünden tutuklanmış değildi, arada bir sebep-sonuç ilişkisi yok, en azından bizim zaptiye kurumlarımız aracılığıyla icra edilen bir nedensellik yok. Ama belki farklı bir nedensellik işlemiştir, hani Nietzsche’nin o çok istismar edilen cümlesindeki gibi bir bağlantı: Uçuruma çok uzun süre bakarsanız bir an gelir o da size bakmaya başlar. Bu uzun, ısrarlı bakışın sorunlarına dair bir şeyler söylemeye çalışacağım.
Biri dışında (“Tahta Kuşlar”) kitaptaki öykülerin odağında bir taş bina var. Üçüncü parçanın sonuna doğru bunun bir polis merkezi olduğunu anlıyoruz: “Tutuklu taş binadan çıkarılıp cezaevi arabasına götürülene değin öylece durdu. Dimdik, erişilmez, dilsiz. Rüzgârda savrularak. Bütün tekmelere açık.”1 Ama binanın tarihsel kimliği, asıl “Taş Bina” ara başlığı altında toplanan birbirine bağlı metinlerde ortaya çıkacak: kitapta adı hiç geçmese de İstanbul-Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’dır bu, yanlış hatırlamıyorsam 1980’lerin başına kadar yaklaşık elli yıl boyunca İstanbul Emniyetinin kullanımında olan, eski duvarcı ustalarının elinden çıkma, kara cepheli, etkileyici bir yapı. İçerde bir avluya bakan beş katı vardı, alt katlarda ofisler, beşinci katta da “tabutluk” denilen, 2x2 boyutlarında hücreler: “Binanın içinde dev bir avlu, avluyu çevreleyen merdivenlerde insan boyunu aşan tel örgüler… Kimse kendini aşağı atamasın diye” (60); “ALIN BUNU BEŞİNCİ KATA!” (72).
Odakta taş bina dedim, ama tam doğru değil: taş bina bir çeşit arka plan oluşturuyor, daha çok da bir nüfuz edilmezliğin ve hep boşa çıkacağı belli edilen bir nüfuz etme çabasının mecazı ya da figürasyonu. (Burada “nüfuz etme” teriminin aynı zamanda çağırma/çağrılma, anlama/anlaşılma, isteme/istenme ve hatta yüceltme/yüceltilme anlamına da gelebildiğini göstermeye çalışacağım.) Daha ön plandaysa figürler var, ya da şöyle söyleyelim: bir figür ve ona oranla ayrışan taraflar. Yazar ilk kurucu edebi hamlesini burada, “Taş Bina” bölümünün hemen başındaki bu ayırma işlemiyle yapıyor: “Olgular açık, uyumsuz, kaba… Yüksek sesle konuşmaya hevesli. Dev taşlar gibi yığılmış olguları, önemli şeylerle ilgilenenlere bırakıyorum” (59). Biz “onlar” diye adlandırabiliriz bu bir kenara bırakılmış görünen “taraf”ı. Yazı(cı) görünüşte ben onlarla artık ilgilenmeyeceğim diyor, ama bir türlü tam ayrılamıyor, işaretlemeye, tanımlamaya devam ediyor onları. Çünkü başka taraflar da onlara kıyasla, onlardan ayrışarak belirecektir. Taş binanın sokağında bir kahve vardır mesela: “Bu kahvenin müşterilerinin hayatı öylesine yalın, öylesine sıradandır ki, onu anlatmaya yeltenen sözcükleri yapay, zorlama, cilalı bırakır. Zaten kimse de uzun süre kendini anlatmaz burada, anlatsa da dinleyen birini bulamaz. Bu kahvenin müşterileri, tıka basa da dolu olsalar yıkımla, yenilgiyle, aşağılanmayla, [yine de] insanların özünde iyi olduğuna inanırlar, fakat yeryüzünde neden bu denli kötülük olduğunu açıklayamazlar […] Yumruklarını sıkarak, söverek, alttan alarak, çalarak, çabalayarak, hepsinden çok, yetinerek…” (61, a.b.ç.). Kimdir bunlar, bu yalın, sıradan insanlar topluluğu? İmtiyazsızlar, yenilmiş olanlar, bütün olumsuz koşullara rağmen yine de toptan yok olmayanlar… kısaca “halk”. Yazı(cı)nın onlarla meselesi yoktur, anlatı içinde bir daha belirmeyeceklerdir. Saygılı bir mesafede bırakılırlar; burada seçilen sözcük önemli: “hayatları öyle yalındır ki, onu anlatmaya yeltenen sözcükleri yapay, cilalı”, fazla iddialı ve şişkin kılacaklardır: biz boyumuzdan büyük işlere kalkışıp bu insanları anlatmaya teşebbüs etmeyelim, diyor yazı, onlar her türlü anlatının berisinde, anlatıya muhtaç olmayan sağlam bir konumda yar alıyorlardır.
Yine de bir ahlâki-edebi işlevi var o kahvenin ve müşterilerinin. Çünkü kahvenin karşısında bir “bar” yer alıyor. “Farz ediniz ki, tabelasız kahvenin karşısında […] bir bar var. Bu barın gediklileri içinse, karşıdaki hayatlar, günün birinde anlatmak istedikleri bir öyküdür. İnsan üzerine bir öykü kurgulamaya giriştiklerinde… (Öykü anlatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla, parmaklarını yakmadan?)” (61, a.b.ç.). Kitabın üslubu, tekniği veya türsel statüsü hakkında bir ilk saptamanın yeri geldi. Çünkü karakolla ilgili o ilk cümle (“Tutuklu taş binadan çıkarılıp cezaevi arabasına götürülene değin öylece durdu. Dimdik, erişilmez, dilsiz. Rüzgârda savrularak”, a.b.ç.) bu anlatının her türlü nesnel betimlemeyi bir yana itip malzeme üzerinde keskin bir öznel tasarrufa giriştiğini belli etmeye yetmediyse eğer, bu “farz ediniz ki” uyarısı bize şunu açıkça söylüyor: burada yapılan şey, bir öznelci-izlenimci anlatının da uç noktasında ya da ötesinde, bir alegorik kurgudur, hiçbir şey gerçekçi tasvirin ürünü değil. Çünkü o taş binanın gerçeğinin karşısında bir kahve yoktu (çay ocağı bile); ve böyle bir sokakta bir kahveyle bir “bar”ın karşı karşıya gelmesi de ancak bir kurgunun, bir “faraziyenin” ürünü olabilir: kahve de bar da birer fikir veya önermedir (ve tabii bu durumda “taş bina”nın kendisi de), anlamlarını ve etkinliklerini ancak birbirine oranla, birbirinden farklarıyla alabilen. Ama onlar’a devam edelim.
Onlar, öyküleme sanatının icracıları, kestaneleri ateşten parmaklarını yakmadan almayı becerenler, öte yandan kendilerinde bulunmayan bir sahiciliği de vampir gibi “karşıdaki hayatlardan” emmek istiyorlardır, kendi “ruhlarının saat gibi işleyen labirentlerinden usandıklarında” (61). Bar kafilesi, kendi aralarındaki söyleşilerden bunaldıklarında, sokağa dalar öykü devşirmek için: “Düşkünlük, kendilerine zaman zaman tanıdıkları bir hak, alçaklık, tadında bırakılınca keyfini çıkardıkları bir ayrıcalıktır. Hem kim istemez ki serüven ve mücadele dolu bir hayatı? Üstelik onlar, Titanlar kadar ağır bedeller ödemiş, yeterince kayıp vermişlerdir […] Mutlak iyiden ve mutlak kötüden uzakta, ortalamaların güvenli uzaklığında… Sonuçta her insan hayatı bir yenilgidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi” (62).2 Onlar bir noktada daha gözüpek ve topyekun bir hamleyle “insanların dünyası” (122) olarak da nitelenecek. Kitabın sonlarına doğru artık sadece “hayata aç” dilbazlar olmaktan çıkmış, “biz hepimiz” olmuşlardır, birbirlerine anlatacak şeyi olanlar ve bunu da hiç güçlük çekmeden, hiç arlanmadan anlatabilenler:
İnsanlar, insanlar, başkaları, toplanan, konuşan, susan insanlar, her biri kendi sisinde. Hikâyelerle, kararlarla, hükümlerle dop0dolu. Sağlam, alçak çatılarının altında derebeyliklerinin, levhalarla, tabelalarla, aynalarla, ampullerle çevrelenmiş, bu aydınlık bolluğunda, her gün yeseler de aynı açlıkla oturdukları masalarında anlatırlar. Hep haksızlığa uğramış, ama hiç devrilmemiş, teslim olmamış, ölmemiş gibi. Coşkuyla sahip çıkarlar yüreklerinin şişkin boşluğuna. Elbet yaşamak en çok onların hakkıdır, ölen hep başkasıdır. (126)
Şu halde “onlar”, bir ahlâki kategori olmanın yanında, belki daha önce, bir üsluptur, bir teknik, bu kitapta reddedilen bir söyleme tarzı, hepimizi kendi hakikatsizliğine çekebilen: “Biz hepimiz, bütün insanlar aynı uçurumdan çıkıp gelmedik mi? Ertesi sabah, acı geri döndüğünde, artık başka bir şeye […] bana ait bir geçmişe dönüşmüştür. Güzel bir şey insanın geçmişi olması, gerçekten güzel hikâyesini geçmiş zamanda anlatabilmesi” (128). Onlar: geceleyin yaşanmış olabilecek şeyi ertesi sabah ellerinde “geçmiş zaman kipinde” ölü bir öykü olarak bulanlar, anlatanlar, ellerinden başı ortası sonu belli öyküler anlatmaktan başka bir şey gelmeyenler – bu yazıcı kendini onlardan kesin bir jestle ayırır: “Elbet yaşamak en çok onların hakkıdır, ölen hep bir başkasıdır […] her şey sıradan bir hikâye, ardı boş bir resim – ama hikâye mikâye yok ki bende!” (126).
Onlar, bunaldıklarında senaryo bulmak için bardan dışarı fırlayanlar, bulamayıp (çok şükür) yerli yerlerine oturtulanlar (mümkünse kansız), ama aynı zamanda “yazının köşe bucak kaçtığı güvenli bir mesafede durup” her şeye “sözcüklerin arkasından bakanlar” (59) – ne kadar kızılırsa kızılsın, ne kadar küçümsenirse küçümsensin, Taş Bina’nın cümlelerinin asıl muhatabının tam da bu topluluk olduğu izleniminden kurtulamıyoruz. Oysa yazıcı daha en başta ayırma hamlesini yapmıştı: “yığılmış olguları önemli şeylerle ilgilenenlere bırakıyorum.” Ben orada değilim, diyordu: “Beni çeken yalnızca [taş olguların] aralarındaki mırıldanma. Belli belirsiz, saplantılı… Kayalar dolusu olguyu eşeleyerek elde edebileceğim bir avuç hakikat […] Bir ışıltının ardından derinlere, en derinlere dalıp diplere ulaşır da geriye dönmeyi başarırsam, parmaklarımın arasından kayıp gidecek bir avuç kumun, kumların ezgisinin peşindeyim” (59, a.b.ç.). Taş olguya nüfuz etme çabasından böylece daha en başta ustaca istifa edilmiştir. Bu istifayla birlikte, anlatının (ya da tahkiyenin) bazı zorunluluk ve sınırlamalarını da üstünden atmış olur metin; ama bu hafifleme aynı anda kendi özel “kolaylığını” yaratır, kendi ustalığının kapısını açar: öznelci, izlenimci anlatım, sonunda kendi katı hakikatinin de şekillenebileceği bir uç noktaya doğru yola çıkmıştır.
Yazı(cı)nın asıl figürle ilişkisinde izleyebiliriz bunu. Çünkü çoğul tarafların yanında bir de tekil figür var: “kahvenin önünde yaz-kış bir adam […] derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrılmış yüzü, hiçbir sırrını, yaşını dahi ele vermez. Ama bu yara izini, yer yer içeri göçmüş kafatası boyunca izlerseniz, bir dağ yolunu izlercesine, ıssız, hüzünlü göz çukurlarının çevresinden dolanıp bir uçurumun kıyısında bulursunuz kendinizi. İnsanların değil, rüzgârın ve ay ışığının, taşların diliyle konuşan bir uçurum. Adını sormaya cesaret edemeyeceğinizden, ona alfabenin ilk harfini verebilirsiniz: A” (60-61; a.b.ç.). Kimdir, nedir “A”? Anlatının iki (ya da 1,5) “taraf”ıyla ve anlatıcı/yazıcıyla ilişkisi nedir?
Her şeyden önce, hep dışlanandır o: “Hep dışarısında bırakıldığı kapıların önünde bir rulo gibi kıvrılıp kaldı, çamur ve idrar birikintilerinde soğuktan titreyerek… Anlattıkça anlattı. Yerli yersiz gülerek, giderek daha sık gülerek… Onu dinleyecek bir kişi bile bulamadı. Bu yüzden ölülerle konuşmayı öğrendi A., kuşlarla, rüzgârla…” (67, 103). Bu dışta bırakılma, bir tür aşkınlığa doğru gider, belki “negatif yüce” gibi bir deyimle ifade edebileceğimiz bir figür belirir önümüzde, arınmış, maddesizleşmiş (yazı, A’ya sesleniyor): “Sessizce aşağılara bakarsın, ıslanmış, parlayan çatılara, ne senden ne de yokluğundan bir iz taşıyan sokaklara […] Yepyeni bir kayboluştan başka bir şey vaat etmeyen ufuklara. Bir başına, acıyla, dimdik doğrulursun, umudun ve umutsuzluğun, iyinin ve kötünün ötesine, güçten kesilen kolların iki yanından kırık kanatlar gibi sarkar” (84; a.b.ç.). Yükselmiş bir figür var karşımızda, bedeni kaldırımda kıvrılmış olsa da imgesi (ya da ruhu?) yükselmiş, ona aldırmayan insanlara yukardan bakan. Nitekim kitabın hemen bunu izleyen kesitinde “melek” sözcüğü de belirecektir: “Hepimiz gördük meleği […] Bir çatı penceresinde, geçip giden yıldızlara seslenirken […] Taşların arasında, ismini, yazgısını, gökyüzünün yollarını reddetmiş, sıradan, çıplak, çaresiz beklerken […] Olanla olmayanın, görünürle görünmezin sınırlarında uçuşuyor, bir belirip bir kayboluyordu […] Hiçbirimiz uzun uzun bakamadık ona” (89; a.b.ç.). Ama melek-A, ölürken bile (ya da öldüğü için) mesiyanik bir rol edinir, yazının biz’inin gerçekleşmemiş umutlarının temsilcisi olur:
Sen, yıldızlara teşekkür ederek, yapayalnız, kıyasıya yalnız öldüğünde, yıldızsız bir sabahta, tek bir hamlesiyle öne düşen başının, durdurdun geceyi. Hepimiz için durdurdun. Çok erken açtın kanatlarını, daha ilk taş basamaklarında göklere tırmanan merdivenin, birini ışığa, birini karanlığa açtın. Son mumunu yakıp direncinin, belki bir gülümsemeyle, şafağa uzattın. İşte o an yeniden doğdu bir yıldız. Bir mucize gibi bakabileyim diye hayata, gözlerini bende bıraktın (85).
Tekrar soralım: kitapta tanımlanan taraflarla, sosyal gruplarla ilişkisi nedir A’nın; ve O’na oranla bu “biz” kimdir, nedir? Bar tayfası için potansiyel (ama ancak potansiyel) bir öykü vesilesi olduğunu görmüştük. Ya kahve sakinleri, “halk”? Kaldırımda yatan figürü kaydettiklerine dair bir belirti yok. Peki onlardan birinin de bir an kahvedeki görece sabit konumundan düşüp kendisi de bir “A” haline gelebileceğine ilişkin bir işaret geliyor mu metinden? Gelmiyor. Niçin? Çünkü A aslında taş binanın dışta kalmış içidir ve kahvedekiler (henüz?) içeri düşmemiş gibidirler. Ama A da bileşik ya da çoklu bir figürdür, bütün “suçlu çocukların” maddesiz cisimlenişi: “Düşlerdeki gibi belirmişlerdi, insan boyunu aşan tellerin, çıplak duvarların, taşların arasında, loş yeraltı koridorlarında […] Birbirlerine dayanmış ağır ağır yürüyorlardı. Duralayarak, sendeleyerek, tökezleyerek […] Görünürle görünmezin sınırlarında, karanlıktan oyulmuş, genç, sessiz siluetler biçiminde belirmişlerdi […] Taş binanın çocuklarıydı bunlar. Kara-kuru, kıyasıya dövülmüş suçlu çocuklar. Nesiller boyunca işlenen suçları devralmış, soğuğa ve aşağılanmaya bizden daha alışkın” (78-79). Kasıtlı tekrarlanan deyiş de (“görünmezin sınırlarında sessizce belirmiş, yeraltının ışıksız düşlerinden çıkıp gelmişlerdi”) bu çocuklarla A arasındaki temsil ilişkisini vurgular. Ama Jean Genet’nin ilk romanlarını hatırlatan bu “şiirli” üslup (“yeni çiçeklenen dallar gibi birbirine kenetlenmiş […] geçiyorlardı […] Ve onlar geçerken dünya bütünüyle susuyor, soluğunu salıyor, bir ayna kadar kıpırtısız ve suskun, gözlerinin içine bakamadığı sakatlanmış çocuklarını izliyordu” 79-80) şu düzyazısal (belki onlar’a özgü) soruyu boğmamalı: Geçen çocukları (ve A’yı) utanarak, gözlerinin içine bakamadan, suçluluk duygusuna batmış olarak izleyen bu “biz”in anlatıdaki konumu ya da işlevi nedir? “Kendi çocukluklarının cesetleri gibi bizimkileri de sırtlanmış”tır bu çocuklar (79). Bizi de, en azından suçlarımızı da (İsa gibi?), üstlenmiş bu çocuklara oranla kimizdir biz? Kesin bir ahlaki-edebi hamleyle ayrıştırılıp bir kenara konulan “onlar” olmamalıyız. Kahveden de değiliz. Öyleyse kimiz, henüz oluşmamış, oluşmak için meleğin kurtarıcı dokunuşunu bekleyen bir potansiyel cemaat mi, 60-sonrası Fransız felsefesinin sevdiği terimlerle bir “gelen topluluk” veya “imkânsız cemaat” mi?
A’nın mesiyanik dokunuşuyla yarattığı cemaati izleyelim: “Bizleri işitmiş, bir çırpıda inmişti gökler katından […] Kimine çocukluğunu geri vermişti, kimine sonsuzluğa çekip götüren bir çağrıyı… […] Hepimizi kucakladı, kıvrak kanatlarının usulcacık bir dokunuşuyla, bir fısıltıyla […] hepimizi yatıştırdı. Düş kurmuş olamazdık, çünkü çoktan tüketmiştik düşlerimizi. Bir araya gelebilseydik -ki gelemedik- onun darmadağın imgelerini toparlayabilir, şu senden, bu benden diyerek ete kemiğe büründürebilirdik. Yarıda kesilen öyküsünü kendimizinkinden birer cümleyle tamamlayabilir, onu kurtarabilirdik. Belki de yapamazdık. Yitirdiğimiz, sonsuza dek yitirdiğimiz, yitireceğimiz her şeydi o” (90, a.b.ç.). Şu halde imkânsız cemaat, tamamlanamayan, bitmeyecek öykü anlamında da.
Onlar, “beyazlar”, hep potansiyel kalan bu umut topluluğuna dahil değildirler – yine de bütün bu kıvranmanın sırf rahatsız etmek için bile olsa onların temaşasına sunulduğu hissinden kurtulamıyorum ben. Çünkü şimdi ve burada olanlar onlardır, kitaba para veren, birtakım edebi meraklar geliştiren tipler onlardır, yayın dünyasında bu yazarla yan yana faaliyet gösteren de onlar. Kahve, sözcüklerin berisinde ya da ötesinde kalır. Oysa A’nın (ve kendinde topladığı çocukların) varoluşu esas olarak sözeldir, hatta “edebi”: onun üzerinden ne yapılacaksa sözlerle, cümlelerle yapılacaktır: “Sonra senin sesini tanıdım,” diye sesleniyor ona yazı, “sende cisimlenen kendi sesimi. Tuhaf, en korktuğum, ağlaman, yalvarman, çökmendi. Hiçbirini yapmadın. Sanki ölüm, kendim için alıkoyduğum fazlasıyla dramatik bir son, edebi bir noktaydı. Ama sen, şafağın sökmediği bir cümlenin orta yerinde kalakaldın […] Direncinin son mumunu yakıp şafağa doğru uzattın” (68). Tekrarlanan deyişin de (“direncin son mumu”) belli ettiği gibi, ancak sözel kalıplarla, dilsel jestlerle (“drama” ile) yakalanabilen bir fikirdir A.
Kahvedekiler gibi o da sözün berisinde görünür, dilsizdir, ama tümüyle, fazlasıyla dilseldir. Yazıcı/anlatıcı şöyle der onun için: “Dünyayı anlamaya çalışmaz – sanırım onun adına ben yelteniyorum buna” (63; yine “yeltenmek” – iddianın ve tevazunun ortak göstereni). Kitabın da asıl hedefi, asıl edebi kumarı böyle belirlenir: yazının taşa nüfuz etme çabası, küçük bir kaymayla yerini yazıcının taş binanın “içine”, A’ya nüfuz etme girişimine bırakmıştır: yazı, kaldırımda tortop yatan o imkânsız başkalığı anlamaya ve dünyayı da onun açısından anlamaya “yeltenecektir”. Onu önümüze kaskatı bir “ötekilik” olarak getiren yazıdır; ve şimdi o başkalığı ona uygun bir üslupla (“mırıldanışlar”) anlamaya, içermeye (üstelik ehlileştirmeden) girişmektedir. Olabilecek mi?
Ne yazık ki A da baştan aşağı dilseldir, o kilitli, tortop figür “anlattıkça anlatır”, hiç kimse dinlemese bile. Bu cevapsızlık onu dilin ve aklın ötesine, deli kahkahaya sürükler: “…bomboş elleriyle konuşuyordu A ve hiçbirinden yanıt beklemiyordu. Sonunda gülmeye başladı, zincirinden boşalmış, korkunç bir kahkahayla, kendi öyküsünden geri çekildi. Silip attı ismini hayat denilen alaşımdan” (71). Yazıcı sahneye girer bu noktada, her zaman çoktan orada değilse eğer. A’nın sözünün ve sözsüzlüğünün, öyküsünün ve öyküsüzlüğünün icracılığını üstlenir. Ve gözümüzün önünde bir sızma, bir istila, aslında bir işgal gerçekleşir: yazı veya anlatı denen şey, herhangi bir başkalığa, bir ötekiliğe pek şans tanımıyordur. Böylece ana figür de ikileşir, hem A’dır, hem de onu anla(t)maya yeltenen yazıcı. Ne olursa olsun, başkalığa fırsat yoktur: “Senin yansımana dönüşmüş bir odada, öylece durur, geriye döner ve beklersin […] Kimse gelmez. Sadece cellat-senle kurban-sen, yüz yüze durur […] birbirlerine sarılır, uzaklara bakarcasına kendi gözlerine bakarlar” (95, a.b.ç.). Ve: “Sonra senin sesini tanıdım, sende cisimlenen kendi sesimi […] Sonra senin sesini tanıdım, sende cisimlenen hiçkimsenin sesini. İlmik ilmik ördüm seni, ilmik ilmik ördükleri ruhumdan, sana kendi ismimi verdim” (95, 99).
Aslı Erdoğan’ı o çok güzel, çok “başarılı” Kırmızı Pelerinli Kent (2001) kitabıyla anlamış olanlar için, bilmiyorum, belki de yadırgatıcı bir gelişmedir bu. Orada bir şehrin, bir hayatın farklı öznel deneyimleri deyim yerindeyse “birbirine kırdırılıyor” ve böylece bütün bu algıların çatışmasının içinden bir tür nesnellik çökeltisi düşüyordu önümüze: kendisiyle ilgili her türlü deneyimi hafifçe açığa düşüren, ne turist kitabında ne NGO yönergelerinde tam olarak beliren, tercümesiz, katı, indirgenmez ama yine de sürekli kımıldayan bir gerçeklik. Burada her türlü “okur-dostu” jestten vazgeçmiş görünüyor yazar: acıyla, o telafisiz, kurtarılmaz acıyla tanışacaksınız, diyor “bize-onlara”, kurtarılmazlığın ta kendisiyle tanışacaksınız. Kitap 2016 Eylülünde sekizinci basımını görmüş olduğuna göre, bu tanışma sürecini liyakatle üstlenmiş sayız okur olmalıdır. Şu var ki bu bir süreç değil: her şey daha en başta olup bitiyor, o ilk ahlaki-edebi ayırma hamlesiyle. “Beni duymuyorsunuz değil mi?” diye seslenir bize-onlara A-yazıcı, “Belki geçmiş zamanda anlatmamalıydım. Şarkıya gene yanlış yerden, yanlış perdeden girdim” (64). Kitap aynı sözlerle veda edecektir: “Hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan, giderek büyüyen […] bu ezgiyi hâlâ işittiğimi, hep işittiğimi anlıyorum […] söylense de söylenememiş [kalacak] her şeyin ezgisi… Ama elbet, şarkıya hep yanlış yerden, yanlış perdeden katılıyorum” (135, a.b.ç.).
Bitiş paragrafında ona seslenir: “Başın öne düşmüştü. Yaralarına yapıştırdıkları kâğıt ruloların ortasında tuhaf bir çiçeklenmeyi başarıyordun sanki. Dalların gizlediği iki ıslak, yalnız yıldız gibiydi gözlerin. Bende unuttun onları. Teker teker dalları araladım. Günler, geceler boyu, yıllarca araladım, Bitirdiğimde, sen çoktan gitmiştin” (135). Keşke her yazar sözcüklerine, gramerine, virgüllerine böyle sahip olsa diyebileceğimiz bu tür cümlelerden elbet bir akşamsafası kokusu gelir, belki hanımeli. Ama bana öyle geliyor ki bu yoğun koku (belki güller de karışmıştır, ama yeni kesilmiş çim eksik) Sansaryan’ın eski bir sakini olup olmadığını hâlâ tam anlayamadığımız meczup A’nın ancak bir yazıcı-bahanesi olduğunu size-bize-onlara bir an için unutturmaya hizmet ediyor. Ya da unutturamıyor.
Aslı Erdoğan’ın yazısında galiba iki kutup var: biri Kırmızı Pelerinli Kent’in bütün şiirselliğe rağmen nesnel betim ve kavrayışı elden bırakmayan bir çalışma tarzı, öbürü de Hayatın Sessizliğinde (2006) kitabındaki nesir şiirler. Burada ikincisi galip çıkmış görünüyor. Melih Cevdet şey derdi, “Beyciğim, anlamaktan vazgeçtiğimizde her zaman şiir bizi destekler”. Wallace Stevens’ın ona ne cevap verdiğini bilmiyorum. Ama Taş Bina’da asıl sorun bu şairanelik değil; her şeyin bir aynalar odasında ben’in mükerrer yansımalarından ibaret kalması da değil. Her şey, o çocuklar bile, ben’in, öznenin, giderilmez mağduriyetinin sözcüleri konumunda donduruluyorlar. Bir kitap başlar ve biter, başlamalı ve bitmeli. Bitemese bile bir noktada artık geri geçilmeli. Burada öyle olmuyor: kitap, yapamadığı, yapamayacağı şeyleri bile bize-size-onlara ödenemeyecek bir fatura olarak göndermeye devam ediyor. Güzel cümleler, güzelliklerinden bir şey eksilmeksizin, talep etmeye devam ediyor ve böylece her şeyin üstüne cezalandırmaya doymayan bir süperegonun gölgesi düşüyor. En maddesiz, en arınmış şeyin bile içinden: “Bir kanat sesi. Hâlâ hayattasın. Öylece, orada asılı kalmış, bekleyen, bir ibre gibi sallantılı, yerle gök, adeta var olmakla bütünüyle yok olmak arasında. Yaşayan-senle ölmüş-senin umutsuzca birbirine seslendiğini hissedersin […] kimseye duyuramadan hâlâ seslendiğini, hep seslendiğini…” Cellat-ben ile kurban-ben’in, yaşayan-ben ile ölmüş-ben’in ayna söyleşisi, sizin-bizim-onların vicdanını sürekli kanatacak, hâlâ ve hep kanatacak bir yakınmaya dönüşmüştür. Üslubun bir “mırıldanış” kıvamında olması talebin ısrarını ortadan kaldırmıyor:
Bana gelince… Her seferinde eksik, yarım, yanlış anlattım kendimi. Yerli yersiz, zamansız. Ya çok kuru ya da trajedinin diliyle… İskelet korkunçluğunda, boş boş çınlayan üç-beş sözcük bir araya getirdim, üzerinden bir türlü geçilemeyen suskunluklarla, söylenmekten çok susulmuş cümlelerle konuştum. Ya sanki hayat aniden hikâyelendirilmeyi, betimlenmeyi, gösterilmeyi talep etmişçesine [… Takatim kalmayıncaya dek. Yol yol yükselen sözcük duvarlarının arasında ağır ağır, acıyla dolandım, el yordamıyla, ay ışığında beliren bir hayalet gibi, çağrılmadan girdim kendi hikâyeme, artık bana bile daha az yabancı olmayan, eğreti, çatısız hikâyeme… Rüzgârlarla içi oyulmuş, daha doğarken kumlarla, yağmur suyuyla kaplanan… Orada, kat kat dizili delik deşik taşların arasında, kimsenin yanıma gelmeyeceği bir yerde, bir başıma kalakaldım (134).
Bir yazı kendi “yetersizliğini”, kendi imkânsızlığını böyle kedi sever gibi okşuyorsa eğer, oradan geri durun derim ben. Kedi ya evde kalmalı ya da derhal veterinere götürülmelidir, hele bizim-sizin-onların bakışına, insafına, anlayışına, acımasına filan hiç sunulmamalı – ama bizden-sizden-onlardan başka gören bakış, başka acıyan kalp mi var diyeceksiniz, kahve ilgisiz olduğuna göre. Bilmiyorum. Her zaman Rio’yu yeğlemek gerekir, nitekim Genet de Beytüllahim’e gitmişti.
Taş Bina’nın tuhaf, gerçekleşmemiş, “müstafi” kuvvetini kitabın sonuna doğru beliren bir cümle hissettirecektir bize-size-onlara. Kitabın o çaresiz farkındalığının, kendi kendini uyuşturabilecek güzel cümlelere rağmen yatışmayan “öz-bilincinin” belgesi: “Beni kendimle buluşturabilecek ve ondan azat edebilecek sözcüğü bulamadım” (134). Bitirici, kurtarıcı cümleyi, hepimizi rahatça evine gönderecek cümleyi bulamadım, diyor: bulmayacağım, siz de ben de onlar da mümkünse rahatsız olmaya devam edeceksiniz. – Ama işte bazen çıkılıyor taş yapıdan, bazen çıkılmıyor.
1 Aslı Erdoğan, Taş Bina ve Diğerleri, İstanbul: Everest, 2016 (8. Basım), 53. Yazı içindeki sayfa referansları bu basımdan.
2 Kahve sakinleri son bir kez bu noktada, yine bir mukayese olarak ortaya çıkıyor: “Kahvedekilerse cehennemi bilirler, adını koymasalar da… ‘Özgürlük’ onlara tellerle çevrili avluyu hatırlatır” (62).