Öncü bir devin ardından: Ruth Rendell

Türkçe edebiyatın polisiye türünde eserler veren ismi, yazar ve çevirmen Algan Sezgintüredi'ye yakın zamanda hayata veda eden Ruth Rendell'ı sorduk ve bakın nasıl anlattı...

Başlığını hatırlamıyorum ve içeriğini, okutmadıkları için bilmiyorum. Aldırmışlardı ama. Saint Benoit, galiba ortaokuldaydım. Fransız edebiyatı dersi içindi; ders kitaplarına ilaveten aldırmışlardı ve muhtemelen okumamızı bekliyorlardı ama ergenliğin ortasında ve üstelik “erkek” okulunda ne, nereye kadar, değil mi? Kitaptan aklımda sadece iki husus kaldı. Biri, yazarın adı; Gustave Flaubert. İkincisiyse kapak resmi. Kapak resmi çünkü o yaşlarda edebiyatla ilişkim çizgi romanlar ve çoğu hafifinden polisiye ve macera içeren çocuk/gençlik romanlarıyla sınırlıydı. Hayallerim arasında çizgi romancı olmak, bu yolda güzel sanatlar okumak başı çekiyordu. Defterlerim öğretmenlerin yazdırdıklarından çok, süper kahraman ve az evvel bahsettiğim yaş şartları dolayısıyla çıplak kadın çizimleriyle doluydu. (Mahcup gülümsüyorum burada.)

Bahsettiğim kitabın kapağında elde satır yahut bıçak, kasap önlüklü, pos bıyıklı, kel bir adam vardı. Fotoğraf değildi; yanlış hatırlamıyorsam mürekkeple çizilmiş bir desendi. Yahut baskıydı belki. Sonradan, ne kadar sonra, hiç hatırlamıyorum, kapaktaki adamın Flaubert olduğunu, kasaplı görüntünün, büyük yazarın insan psikolojisini didikleyişini, dilimleyişini, kesip içini açışını, mükemmeliyet arayışını anlattığını öğrendim. Bilemiyorum ama galiba bir sanatçının eseriyle değil, kendisiyle ilk ilgilenişimdi.

Buradan, her sanatçının, okuduğu her yazarın, izlediği her yönetmenin, dinlediği her müzisyenin hayatına merak saldığım anlamı çıkacak gibi ama öyle değil. Kötü mü, herhalde bakışa göre değişir, huyumdur; kendime ait kıldığım (okuduğum, gördüğüm, izlediğim, dinlediğim) sanat eserlerinde yaratıcıların adlarını bilirim ama hayatlarına, herhangi bir gerekçem yoksa hiç dalmam. Mozart’ı ancak Amadeus’u izledikten sonra “tanıdım” mesela. William Burroughs’u ancak daha önce okuduğum Çıplak Şölen yeniden çevirmem için önüme geldiğinde araştırdım. Ayıp mı? Belki. Belki değildir; ikisini de savunabilirim. Koca D.H. Lawrence’ın, “anlatana değil, anlatılana güvenin” yollu lafını, bilmeden şiar edinmişim galiba, diyerek avunayım. Başlarında yürümeye çabaladığım edebiyat yolunda yaşadıklarım Lawrence’ın haklı olduğunu (e, yani!) öğretti; belirtmeden geçmemem gerekiyor.

Bazen ikisine de…

2 Mayıs 2015’te, 85 yaşındayken, söylenegeldiği üzere “aramızdan ayrılan” büyük usta Ruth Rendell’dan bahsetmem istenince e, dedim Algan efendi, buyur bakalım. Soru, çalışmadığın yerden geldi. Ama korkmadım. Pek ucundan, kimi yerde “amca” ölçüsünde içinde bulunduğum neslin başyardımcısı, baş kaynağı, halen yaşadığımız kültür devriminin baş aktörü internet vardı nasılsa.

Nitekim “makine başına” geçip araştırmaya başlar başlamaz okuduğum, feyiz aldığım, özendiğim ama derinlemesine kişiliğine, hayatına hiç bakmadığım yazarlardan Ruth Rendell’ı, bir diğer usta polisiyeci Val McDermid’in, “Rendell’ın klasik öğeleri mekân hissi, karakterlerin psikolojik yapılarının azami hassasiyetle incelenişi, hem karakter hem motivasyonda yavanlıktan kaçış daha ilk romanında kendilerini gösteriyorlardı. Ruth Rendell ayrıca ilk romanından itibaren toplumla birey arasındaki çatışmaya, özellikle şartların kişiyi, toplumun anormal saydığı davranışlara sürükleyişine ilgisini vurgulamıştır. İstikrarlı yapılara ilgi sınırlıdır; çöküşün, mahvın başlayışı dikkat çeker ve Rendell’ın dehası buradadır. Sadece tasvirle asla yetinmeyen Rendell, son derece net ve merak uyandıran tarzıyla insanı ışığa tutar,” sözleriyle anlattığını gördüm ve bozuldum. Bozuldum çünkü Ruth Rendell’a dair okuduklarımdan çıkarıp söyleyebileceklerim, karakterleriyle arasına mesafe koyarak okuru duygu seline boğulmaktan ziyade durumun, yaşananların, hayatın, şartların farkına varmaya yönlendirmesi ve etkisinin, bugün pek tutulan birçok polisiye-gerilim eserinde, TV dizisinde bolca ve derinden hissedildiği haricinde aşağı yukarı bunlardan ibaretti. McDermid’in sözleri bir de Flaubert’i, en başta bahsettiğim kitap kapağını hatırlattı bana.

Hal böyle olunca bari dedim, benim gibiler uğraşmasın, zahmet buyurmasın, kolayına bulunabilen ansiklopedik bilgilerden aktarma yoluna gideyim. Gittim ve sonunda iyi ki gitmişim, dedim.

Rendell, 17 Şubat 1930’da South Woodford’da, Ruth Barbara Grasemann adıyla dünyaya gelmiş. Danimarka’da büyümüş İsveçli annesi Ebba Kruse ile babası (İngiliz tabii) Arthur Grasemann öğretmenmiş. Çocukluğu boyunca Noel ve diğer tatilleri İskandinavya’da geçirdiklerinden, Rendell küçük yaşta Danca ve İsveççe öğrenmiş. İlk, orta ve lise öğreniminden sonra yerel bir gazetede muhabirliğe başlamış. Fakat yerel bir spor kulübündeki yemekli bir toplantı hakkında, yemeğe gitmeden haber yazdığı ortaya çıkınca (yemek sonrası konuşma yapan adamcağız, kürsüde ölüvermiş; genç muhabirimizin haberi yok tabii) istifaya zorlanmış. Yirmisinde Don Rendell’la evlenmiş; yirmi üçünde anne olmuş. Oğlu Simon halen ABD’de psikiyatrik sosyal danışmanlıkla meşgulmüş. Rendell eşinden 1975’te boşanmış ama iki yıl sonra tekrar evlenmiş. Don Rendell 1999’da prostat kanserine yenik düşmüş.

1964’te yayınlanan ilk romanı From Doon with Death’te yarattığı zeki ve hassas Başmüfettiş Reginald Wexford’u, ülkemizde birkaçı yayınlanmış toplam 24 romanda kullanmış. Wexford, beğenilen bir televizyon dizisine de (Ruth Rendell Mysteries, 1987-2000) dönüşmüş. Rendell ayrıca Wexford’un maceraları haricinde üçü kısa, toplam 31 roman yazmakla kalmamış, edebiyat ve polisiye severlere 1986’dan itibaren Barbara Vine imzasıyla psikolojiye iyice dalıp özellikle geçmişten gelen gölgeler temasını sıkça kullandığı 14 roman daha armağan etmiş. Öyküleriyse 9 kitapta toplanmış ve elbette aralarında “Büyük Usta” ödülünün de bulunduğu pek çok itibarlı ödül kazanmış. Claude Chabrol (Taştan Hüküm, 1977) ve Pedro Almodovar(Live Flesh, 1986) gibi ustalar romanlarını beyaz perdeye aktarmış.

Ülkemizde her iki adıyla da yazdığı romanlardan epey basılmış; kitapçılarda, çevrimiçi dükkânlarda kolayca bulunabiliyorlar. Sinemaya da uyarlanmış Taştan Hüküm (1977) en başta önerebileceğim eseri…

Polisiyeye türlü insanlık halini işleyerek psikolojiyi, sosyolojiyi ve ötesini sokup klasik İngiliz “kim yaptı” tarzıyla yetinmeyerek psikolojik gerilime, toplumsal meselelere, aile sırlarına, gizli kalmış suçlara ve daha nice temalara dalarak nesillerce yazara yol açması bir yana, sırf bunca üretkenlik bile karşısında ceket ilikleyip saygıyla eğilmeye yeter. Ama ötesi de varmış ki olmaması zaten düşünülemez ama burada varmış dediğim, bahsetmeye, cidden bahsetmeye değer bir ötesinin olması.

Efendim, müteveffa büyük usta, 1997’de soydan gelmeyen ve zürriyete aktarılamayan bir asalet unvanıyla, Babergh Baronesi unvanıyla onurlandırılmış. Akabinde Lordlar Kamarası’nda İşçi Partisi namına yer almış ve 1985 tarihli “Kadınların Sünnet Edilmesine” karşı çıkarılan yasanın genişletilerek Birleşik Krallık vatandaşlarının söz konusu eylemi ülke sınırları dışında da gerçekleştirmesini yasaklayan ve ilgili hapis cezasının 14 yıla çıkarılmasını sağlayan bir tasarı önerisi vermiş. Öneri 2003’te yasalaşmış.

Val McDermid, “İçinde yaşadığım toplumu değiştikçe ve değişimleriyle yansıtmaya çabalıyorum,” diyen Rendell’ın, polisiye/gerilim edebiyatında, işin piri sayılan Patricia Highsmith’ten çok daha büyük etki yarattığını öne sürüyor ve hiç kimsenin ulaşamadığı başarılara ulaşıp, meslektaşlarından başka hiçbir yazarın görmediği ölçüde saygı kazandığını söylüyor. Haklıdır, değildir kısmına giremem elbette ama Ruth Rendell’ın yaptıklarına ve yaşadıklarına azıcık baktığımda, kimi durumda hem anlatan hem anlatılana güvenilebileceğini gördüğümü söyleyebilirim. “Aynası iştir kişinin; lafa bakılmaz” deyişimizle aşağı yukarı aynı yahut benzer yörelerde dolaşıp başka bir şey söyleyen yabancı menşeli “Asla kahramanlarınızla tanışmayın” deyişi arasında gidip gelirken, ah, hayat, dedim, keşke daha pek çoğu gibi Ruth Rendell’ı da şahsen tanıyabilseymişim. Derken bir kez daha ah, dedim, ah akılsız! Bir sanatçıyla eserlerinden âlâ tanışma yolu var mı?

Ruth Rendell Türkçe kitapları: Portobello Sokağı, Kutudaki Canavar, Çok Gözyaşı Döküldü, Su Çok Güzel, 13. Basamak, Taştan Hüküm.

Fotoğraf: Felix Clay