Ömer F. Oyal: “Geçmiş zaman daima şimdiki zamanın içinde bir infilaktır”

"Bir kitapta benim için en önemli şey kitabın dokusu ve yaratmaya çalıştığım ruh durumu. Bu ikisi neredeyse bir müzik gibi bir şey oluşturmalı. Kurgu, anlatım ve dil bu dokuya hizmet ediyor, hem de bu unsurlar dokuyu oluşturuyor. Bazen de kitabın hareket nedenini oluşturan tartışma varolan dokunun iyice içine gömülü kalıyor, dokudan ayırt edilemiyor."

21 Nisan 2022 11:00

Magda Döndüğünde romanıyla 2016 yılı Ankara Üniversitesi Roman Ödülü’nü, Zaman Lekeleri ile 2019 yılı Notre-Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü alan Ömer F. Oyal, son romanı Bahara Bir Hediye’de başka bir ülkede yaşamak üzere ülkesinden ve ailesinden ayrılan kız kardeşine karşı saplantılı bir sevgiyle bağlı ağabeyin dünyasına davet ediyor bizleri. Saplantılarımız hayat akışını kontrol etmeyi sağlar mı ya da gideni geri getirir mi? Çağdaş edebiyatımızın önemli kalemlerinden Ömer F. Oyal ile konuştuk.

***

Sizinle ilk etapta hayatın edebiyat yoluyla inşasını konuşmak istiyorum; sizin için ne ifade ediyor bu?

Hayat edebiyattan çok daha fazlası elbette. Edebiyata göre çok daha fazla olasılığı, çok daha fazla sıçramayı, çok daha fazla imkânı, çok daha fazla rastlantıyı, çok daha fazla mantıksızlığı içeriyor hayat. Edebiyat hayata göre daha mantıklı, daha öngörülebilir olmak durumunda. Buna rağmen edebiyatta inşa edilen ya da bir yazarın inşa etmek istediği, bir dünya durumunun, hayatın yazara göre bir resmi denebilir. Bu resim hayata göre daha durağan ama daha anlaşılır. Üstelik sadece güncel hayatı değil, geçmişi de yeniden yorumlayıp kendimize göre yeniden güncellemek gayreti içindeyiz. Herkesin bir kere de kendi adına tarihin içinden geçmesi gerekliliği gibi bir şey bu da. Ancak tarihi de kendi adımıza yeniden anlamlı bir yere oturttuğumuzda bugüne ve hayata karşı toplu bir bakış elde edebiliyoruz. Edebiyat yoluyla inşa bu anlamda iki temel üzerinde oturuyor diyebiliriz. Elbette yazar inşa ettiği gerçeklikle hayat arasındaki devasa uçurumun farkındadır. Kendi adıma bu inşa gayretinde nesnelliğin önemli olduğuna inanıyorum, yani insani taraf tutmaların üzerindeki nesnel hakikatlerden söz ediyorum. Öbür yandan nesnellik daima üzücü ve soğuktur da, ama böyle bir bakış olmaksızın kendi dünya resmimizin daima çarpık ve duygusallıklarla lekeli olacağına inanıyorum. Duygusallık dünyaya, hayata bakışımızı daima bulandırır çünkü, bizi kendi yaşantımıza tutsak kılar. Olaylara gelirsek, benim için zihinsel süreçler olaylardan çok daha önemli, hatta daha çok zihinsel süreçler üzerine yazmaya gayret ediyorum. Zihinsel dünyamızın ürünü olan yapıları bozan ve onları yeniden başka biçimde inşa eden de zihinsel süreçler zaten.

Bahara Bir Hediye’de yine içimizde bir şeyler tetikleniyor. Gizliden bizi gözetleyen farklı duyguların uyanması meselesi, saplantılı duygularımızla yüzleşmemizin hatları daha ince, daha detaylı minimal bir işçilikle inşa ediliyor bu romanınızda sanki.

Bir önceki sorunuzda söylediklerime ek olarak her bir kitabımda konu ya da konuların gerektirdiği farklı bir yapı oluşturmaya çalıştığımı söyleyebilirim herhalde. Bu biraz da konuya bakışımla, onunla aramdaki mesafeyle ilgili elbette. İyinin kötünün, haklının haksızın da dışında kalmaya çalışıyorum aynı zamanda. Öbür yandan bilince çıkartmaktan kaçındıklarımızı, zihinsel süreçleri başka bir açıdan görmeye, onların seyri üzerine düşünmeye çalışıyorum. Elbette bu oldukça tatsız bir alan, buna rağmen içimizde gerçekten yaşayan ve bize yön verenler de bu gibi şeyler.

Saplantı bütün kitaplarımda baş köşeyi tutuyor diyebiliriz. Yani tutkuyla bir konuya odaklanmaktan, o tutkunun hayatın merkezine oturmasından söz ediyorum. Yukarıda nesnellikten söz ettim, kitaplarımda duygusallığa kapılmadan ruhsal süreçlerin işleyişinden söz ediyorum. Böylece ahlaki ikilemlerin üzerine çıkıp bunları başka bir ışıkta görmeye çalışıyorum. Bahara Bir Hediye  özelinde konuşursak, burada bir ruh durumunun, bir duygu durumunun işaretler, göstergeler yoluyla irdelenmesi söz konusu. Duyguların kendisinden çok onların dünyaya yansıması yani. Burada anlatıcının kendisi bile yaşadıklarını salt işaretler temelinde görüyor, zira onları bir duygu durumu olarak anlamaktan kaçınıyor. Böylece bilincin yüzeyinde daimi bir itiş kakış yaşanıyor. Yüzeyin altında olan değil, yüzeydeki belirtiler mercek altında tutuluyor; sonuç olarak da değil, salt bazı işaretler olarak. İşaret nihayetinde bir dolayımdır, olayın kendisi değil. Kitabın ismiyle ilgili bir örnek vermeye çalışayım isterseniz: Bir hediye, hediyeyi alanla veren arasındaki ilişkiye dair bir göstergedir. Hediyeyi alanın ilişkinin evrildiği durumdan rahatsızlığı hediyenin niteliğiyle de belirlenir. Pahalı bir hediye söz konusu olduğunda rahatsızlığın niteliği farklı, maddi niteliği olmayan bir hediyeyse niteliği farklıdır. Hatta şöyle de söylenebilir. Hediyenin değeri düşüp manevi niteliği ağır bastıkça, hediyeyi alanın rahatsızlığı da derinleşir. Yine örneğin Barthes, Japonlarda hediyenin pahası düştükçe paketin süslenmesinin daha önemli hale geldiğinden söz etmişti. Hatta bu durumda hediye neredeyse sadece pakettir ve bu ilişkinin derinliğine dair bir işarettir.

“Kişi kendi kültürünü, ülkesini bütünüyle reddedip tamamen başka bir kültüre dahil olabilir mi, bu mümkün müdür?” meselesi üzerine romanı yazdığınızı söylüyorsunuz bir söyleşinizde. Romanın ekseninde ayrıca, kardeşe duyulan tutkulu bir saplantı ile aileye, topluma, ülkeye tutkulu saplantılardan sıyrılma çabasının karşı karşıya gelişi var diyebilir miyiz

Yazarın kendi romanı hakkında “şöyle okunmalı”, böyle okunmalı” gibi yargılarda bulunması doğru değil. En doğrusu, muhtemel bütün yorumları okuyucuya bırakmak. Zaten okurun çeşitli ihtimaller ve okuma biçimleri arasında gezinmesini, salınmasını istiyorum, bu anlamda kesin ve son bir yorumdan kaçınıyorum. Ama evet, romanın asıl meselesi böyle de okunabilir elbette. Ağabey, kız kardeşine saplantılı bir ilgilenme hali içinde ama kendisini ülkeyle duygusal bağ içinde de görüyor. Buna karşın kız kardeş tam aksi pozisyonda, her şeyi bırakıp bambaşka bir kültüre sığınmak, bu anlamda hayatını tamamen değiştirmek arzusunda. Burada yerleşik tutumla her şeyi geride bırakabilme tutumu karşı karşıya geliyor. Kendi kültürünün erdemlerine inananla, gitmenin kurtuluş olacağı düşüncesinin karşılıklı gerilimi yani. Devamla hangisinin hakiki bir tutum olduğu problemiyle de karşı karşıya kalıyoruz. Firdevs’in tutumu her şeyi geride bırakma saplantısı olarak da okunabilir elbette. Hayatı temize çekmek yani. Temize çekmenin ancak bütünüyle yabancı, karşılaştırılamaz ölçüde yabancı bir kültürle mümkün olabileceği inancı da var burada.

Bilincinin malzemesi saplantı olan bir adam kendi kendine inşa ettiği bu dünyadan nasıl kurtulur? Daha doğrusu kurtulmak ister mi? Özellikle romanın sonlarına doğru anlıyoruz ki, kendi saplantılarının anksiyetesini biraz da olsa hafifletebilmek için çok gereksiz bir oyun kurgulamış kendine aslında.

Kişiliğimizi oluşturan önemli unsurlardan birisi de saplantılarımız, inançlarımız, dünyaya bakma biçimimiz. Bu anlamda Nâci’nin saplantısıyla arasına mesafe koyabilmesi imkânsız, saplantısıyla özdeş birisi o. Bir şeyin saplantı haline gelmesi genellikle onunla aramızdaki mesafenin yok oluşuyla açıklanabilir belki. Böyle bir kişi saplantısını korumaktan, ona sığınmaktan başka bir şey yapamaz. Hatta saplantı nesnesini dışsal bir varlık olarak görmediği için ondan kurtulma arzusu da konu dışıdır. Kurtulmak, o zamana dek kurulan hayatı, saplantıya göre anlamlandırılan hayatı yerle yeksan etmek demek olacaktır. Bu durumda da saplantı giderek derinleşir, farklı boyutlar kazanır. Saplantının gizli, kişinin kendisine bile izahının güç olduğu hallerde her şey giderek daha sofistike hale gelmeye başlar. Bu kitap özelinde Firdevs evi, örnek aldığı yaşama tarzına dair işaretleri barındıran evini neredeyse hep kaçındığı, kurtulmak istediği kültürün nesneleriyle doldurarak bir tür intikam, yerli kalmaya azimli olanın intikamını alır, ama bu saplantıyı dindirmeyecektir. Öbür yandan bütün bunlar hepimiz için geçerli, hepimiz saplantılarımızla nefes alıyoruz ve onlarla boğuluyoruz. Hepimiz şu ya da bu derece bağlı olduğumuz bir saplantıya sahibiz –inançlar, politik yaklaşımlar, tutkular da bir saplantı olabilir– ve bunu kaybetmek hayatımızın boşalması anlamına geliyor.

Anne faktörünü de konuşmak isterim. Oğlunu soğukkanlılıkla izlemesi, ölçmesi, biçmesi, tartması, oğlunu bu anlamda deneme tahtasına çevirmesi belki de bu romanın saplantıyla birlikte –dışarıda kalmışlık duygusunu bize hissettirmesiyle– en rahatsız edici, en üzerinde konuşulması gereken konusu, ne dersiniz?

Anne yani Nurcihan Hanım başat ve çevresindeki her şeyi kendi dünya algısına göre düzenleme gayretindeki birisi. Çevresi üzerinde çoğu kez dolaylı bir kontrol sağlama çabasında. Onun için etrafındakiler kendi özgür kararlarıyla hareket etmesi gereken bireyler değil, daha çok yönlendirilmesi, gözetim altında tutulması gereken unsurlar. Nurcihan Hanım ailesine de öğrencileri gibi davranıyor diyebiliriz. Adeta bitmeyen bir dershane ortamı yaratıyor. Her şeyin kontrol altında tutulması çabası, baskının da sürekliliği demek. Yönlendirme bazen gevşiyor, bazen daha görünür oluyor ama hep sürüyor. Çocukların eğitiminden giyim kuşamına, gelecek planlarına kadar hep bir gereklilikler manzumesi söz konusu. Onun şahsında tutarlı bir muhafazakâr kişiliği görebiliyoruz, üstelik daha da rahatsız edici olanı, hepten de haksız değil ve her şeyin farkında. Köklere bağlı dünya tasavvuru ile buna uygun kişiliğin bir araya gelmesi de diyebiliriz buna. Üstelik yerleşikliğin neredeyse kendine has bir haklılığını da kuşanmış. Ama aile bireylerinin özgür kararlar vermek istedikleri anlar da, isyan anları da oluyor, yani çatışma anları. Ailede herkesin bir kaçış, bir isyan alanı, kuralın dışına kaydığı bir alan mevcut, Nurcihan Hanım hariç. O dünyasının tam da merkezinde oturuyor, dünyanın akışının dışında ve hiçbir kaçış alanına ihtiyacı yok. Kendisinin kuraldışına kaymasına dair belirtiler olduğunda bu bir rahatsızlığa yol açıyor. Bu anlamda o kendisini de dışarıdan yargılayabilen biri ve mevcut zihin durumunu oksijenin tüketilmesi olarak görmüyor, sahih yaşamanın tam da bu olduğunu düşünüyor. Diğer bütün yaşama tarzları ona göre sahicilik dışı ve gelgeç özentilerden ibaret. Bu alanın dışına kayan herkesin etrafında çeşitli oyunlar oynamak onun için aynı zamanda o kişileri sahih alana çekme gayreti anlamına da geliyor.

Romanlarınızda zaman kavramına verdiğiniz önemden yola çıkarak devam edecek olursak, zamanı genelde şimdiki zamanda sabitleyerek yol aldığınızı, kurguyu buna göre şekillendirdiğinizi, hatta anlatımda dilin de buna göre şekillendiğini söyleyebiliriz, değil mi?

Evet, genellikle şimdiki zamanda yazıyorum, geçmişi şimdiki zamanın içinde var etmeye çalışıyorum denebilir. Geçmiş zaman daima şimdiki zamanın içinde bir infilaktır ve her seferinde yeniden biçimlendirilir. Böylesi bir teknik bana gerçekçi geldiği gibi, imkânları da artırıyor ve okuyucuyu belirsizlikte tutuyor. Yeni bir kitabı düşünürken zaman benim için karakterler ve anlatım tekniği kadar önemli oluyor, hatta pek çok unsur zamana göre biçimleniyor bile diyebiliriz. Öbür yandan bir kitapta benim için en önemli şey kitabın dokusu ve yaratmaya çalıştığım ruh durumu. Bu ikisi neredeyse bir müzik gibi bir şey oluşturmalı. Kurgu, anlatım ve dil bu dokuya hizmet ediyor, hem de bu unsurlar dokuyu oluşturuyor. Bazen de kitabın hareket nedenini oluşturan tartışma varolan dokunun iyice içine gömülü kalıyor, dokudan ayırt edilemiyor. Mesela Bahara Bir Hediye böyle kitaplardan birisi oldu benim için. Bunun iyi mi kötü mü olduğundan pek emin değilim açıkçası.

Son olarak pandemi, hemen arkasına sıcak savaş, zorlu ekonomi gündemi… Bu olup bitenlerden en çok kültür-sanat, yayın dünyasının etkilendiğini düşünürsek, özellikle edebiyatta üretilen metinler açısından nasıl bir yeni dönem bekliyor bizleri?

Malum, “küresel edebiyat” gibi bir tanımdan sıkça söz ediliyor. Bu tanım bir yazarın ya da kitabın dünya ölçeğinde bilinir, tanınır olmasının ötesinde, biçime ve dile dair de bazı eğilimlerin öne çıkması demek. Yani ulusal dillerin, lehçelerin, bir dil içindeki nüans ve oyunların törpülenerek çevrilebilir metinlerin öne çıkması… Metnin daha henüz yazılırken çevirinin daha baştan hesaba katılması anlamına da geliyor bu. Bana kalırsa saydığınız sorunlar ve belki onlara eklenebilecek dijitalleşme, sanallaşma, genetikteki gelişmeler, gıda sorunu, su sorunu, çevre sorunları gibi başkaları yerel veya ulusal sorunları gölgeleyecek ve belki de dillerdeki törpülenmenin yani homojenleşmenin yanı sıra muhtemelen edebiyatın odağı daha çok bu konulara kayacak. Bu söylediklerim Türkiye’de üretilen metinlerde de görülebilen bir eğilim sanki. Ezeli, ebedi sorunlarımızın yanı sıra evrensel felaketin ülkemizdeki tezahürleri de öne çıkacak gibi görünüyor. Eskiden bilimkurgu veya distopik olarak görülen pek çok gelişme artık öyle olmaktan çıkıyor ve zaten düşünen herkes mevcut dünya durumunu kendi adına da değerlendirmek durumunda. Yukarıda sıralananların toplamı duyguların, düşünmenin, kimlik sorunlarının ve hakikat düşüncesinin yeni bir biçimde ele alınmasını gerektiriyor ve edebiyat da bunun dışında kalamaz.

•