Ölümün oyunbaz kardeşi uyku

“Uyku evrenseldir. Sadece bizim türümüz değil, sinekler, arılar, hamamböcekleri, en küçüğünden en büyüğüne tüm balıklar ve omurgasız hayvanlarla çok ilkel kurtçuklar bile uyku döngüsüne girer. Hatta bakteriler bile uykunun aydınlık karanlık safhalarını deneyimler. Belki de Walker’ın dediği gibi, uyku bu gezegendeki ilk yaşama haliydi ve uyanıklık ondan doğmuştu.”

02 Şubat 2023 21:30

Bu yazıya önce bir itirafla başlamam gerekiyor. Kendimi bildim bileli uykuyla savaş halindeyim. Ne zaman başladığını ve tam olarak niye halen devam ettiğini bilmediğim bu savaş kimi zaman düşük yoğunluklu, kimi zaman diplomatik seyrediyor, ancak genellikle oldukça kanlı geçiyor. Barış çağrılarıma arada sırada olumlu yanıt verilse de, modern dünyadaki birçok insan gibi uyku benim için de hâlâ can sıkıcı bir muamma.

Hakikatin dışarıda bir yerlerde değil, kitaplarda bir yerlerde olduğuna inanmış biri olarak, edebiyatta uyku olgusu her zaman ilgimi çekmiştir. Shakespeare, Macbeth’te, “hayat sofrasının cana can katan ziyafeti” olarak tanımlar onu. Murakami, Uyku adlı kitabında, uykusuzluğun kapılarını tamamen açarak bambaşka bir bilinç seviyesine davet eder okurunu. Uyanıklık uykunun bir formudur belki de. Saramago’nun Körlük romanında uyku bir çeşit kararsızlık ve belirsizlik halidir. Daimi bir karanlığın içinde ne uykudasındır ne de uyanık, gri örtülerin altında huzursuzca mırıldanırsın. Sonsuz uykunun koynunda unutmak istersin.

Romanlarında uykuyu ve rüyaları bir tür kehanet yöntemi olarak kullanan Tolstoy’un son derece katı uyku saatleri vardı. 10’da yatıp 5’te kalkar ve öğlenleri mutlaka uyurdu. Uykunun sağaltıcı gücünün farkındaydı. Oysa Virginia Woolf uyumak için yatağa girdiğinde zihnini bir türlü susturamazdı. Dickens da kronik uykusuzluk çeken yazarlardandı. Uykusuz gecelerinde Londra sokaklarında dolaşırdı uzun uzun, oralardan hikâyelerine kahramanlar seçerdi. Balzac da uykuyla problemli yazarlardandı. Sabahlara kadar yazdığından, uyanık kalmak için günde 50 fincan kahve içerdi. Beynini o kadar uyardıktan sonra da deliksiz bir uyku çekmesi tabii imkânsız bir hal alırdı.

John Fowles, bir sabah yatakta yarı uykulu bir haldeyken, Fransız Teğmenin Kadını adlı ünlü romanının aklına görsel bir imgeyle düştüğünü söylemiştir. Harap bir iskelenin ucunda denize bakan bir kadın siluetidir bu. Kadın rüyalara yakışır bir biçimde gerçek olamayacak kadar bulanık, ancak yine tuhaf bir biçimde düşsel olamayacak kadar canlıdır. Fowles romanının kadın kahramanı Sarah’ı uykuyla uyanıklık arası bir yerde yaratmıştır.


Vincent van Gogh, Siesta, 1890, Orsay Müzesi, Paris.

Ancak edebiyat tarihinin en ünlü uyku-metin ilişkisi Samuel Taylor Coleridge’in “Kubilay Han” şiiridir. Rivayet odur ki, Coleridge afyonun etkisi altında parlak bir rüyadayken bu şiir zihninde yankılanmaya başlar ve şair uyanır uyanmaz sanki birisi ona dikte ediyormuş gibi yazmaya koyulur. Uykunun sisi dağılmadan hepsini kâğıda dökme niyetindedir, ancak gelen bir misafir edebiyat tarihinin bu en ünlü şiirlerinden birinin yarım kalmasına yol açar.

Uyku evrenseldir. Bu cümlenin yaptığı çağrışım belki de sanılandan çok daha geniş. Uykunun belki de en çok insan türü için bir sorun teşkil ettiğini düşünürüm. Felsefe tarihi boyunca uyku, ölümün kardeşi olarak görülmüştür. Kadim metinler, mitler uykuyu hep böyle tanımlamıştır. Düş, ölüm, uyku, kaos, gece, Yunan panteonunda birbiriyle doğrudan akrabalık ilişkileri olan tanrılardır. Yunan mitolojisinde uyku tanrısının adı Hypnos’tur ve kardeşi ölüm tanrısı Thanatos ile yeraltındaki ölüler ülkesinin en derin yeri olan Tartaros’ta yaşarlar. İlyada’da Tartaros’la Hades’in arasındaki uzaklığın dünyayla cennet arasındaki uzaklıkla aynı olduğu söylenmiştir. İlyada destanında aşk ve uyku bir tanrıyı tuzağa düşürecek kadar güçlü bir hipnotik etkiye sahiptir. Campbell’in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitabında uyku, kurucu öğelerdendir. Epik anlatıda ölmüş gibi görünmenin yöntemlerinden biridir uyku. Eski Ahit’e göre Tanrı, Âdem’in iradesi dışında onu uyutur. Bu uyku o kadar derindir ki, Âdem’in kaburgası Havva’nın yaratılması için kalıp olarak kullanılabilir. Yine Eski Ahit’te geçen hikâyede gücünü saçlarından alan Samson uykudayken saçlarını kaybeder.

Aslında bir kavram olarak uykunun nereye yerleştirilmesi gerektiği konusundaki bu yaklaşım belki de boşuna değildir. Zira kimi zaman bile isteye, kimi zaman zorunluluktan bilincin fişini her gün çekmek zorunda kalıyoruz. Belki de uyumak istemeyen birçok insan bu ölüm analojisinden korktuğu için uykuyla nafile bir mücadeleye giriyor.

Evet, uyku evrenseldir. Sadece bizim türümüz değil, sinekler, arılar, hamamböcekleri, en küçüğünden en büyüğüne tüm balıklar, ilkel yumuşakçalar ve ekinodermler gibi omurgasız hayvanlarla çok ilkel kurtçuklar bile uyku döngüsüne girer. Hatta bakteriler bile uykunun aydınlık karanlık safhalarını deneyimler.

Nörobilim ve psikoloji profesörü Matthew Walker’ın, Niçin Uyuruz adlı olağanüstü kitabı, uykuya âşık bir bilimcinin, bizim gibilere bir çeşit yardım eli uzatma çabası olarak görülebilir. Walker’ın uykuyla kurduğu ilişki, sanıldığı gibi ilk görüşte aşk ilişkisi değildir. Gizemli bir sevgilinin farklı yönlerini keşfeden ve keşfettikçe onun büyüsüne kapılan bir âşık gibi zamanla, emekle onu sevmeyi öğrenmiştir. Ve hayatını ona adadıkça bilimsel merak ve haz duygusunun yanında, benim gibi küstah ölümlülere, onun mucizelerini anlatması gerektiğine inanmıştır. Hatta Walker işi o kadar ileri götürmüştür ki, uykuyu uyanıklık halinin devamı için bir zorunluluk olarak gören ana akım görüşü tepetaklak ederek, bu alanda çalışmalar yaptıkça, öğrendikçe, esas payeyi uykuya vermiş, canlılar neden uyanmaya gerek duydular ki, diye şaşkınlıkla sormuştur. Uyanıklık halinin biyolojik açıdan ne kadar zarar verici olduğu düşünülürse, sanırım bu soru o kadar da mantıksız gelmeyecektir. Belki de Walker’ın dediği gibi, uyku bu gezegendeki ilk yaşama haliydi ve uyanıklık ondan doğmuştu.

Uyku çalışmalarına baktığımız zaman, bilimcilerin yakın zamana kadar bize neden uyuduğumuz hakkında tutarlı ya da tam bir cevap veremedikleri görülmekte. Hayatın diğer üç temel dürtüsünün –yemek, içmek ve üremek– işlevlerini onlarca yıldır bilmekteyiz, ancak bütün hayvanlar âleminde ortak olan dördüncü temel biyolojik dürtünün yararlarının ortaya çıkması o kadar yeni ki… Aslında uyku biyolojik fenomenlerin en saçması olarak görülebilir; zira uyurken yiyecek toplayamazsınız, sosyalleşemezsiniz, üreyemezsiniz, kendinizi ve ailenizi olası tehlikelere karşı koruyamazsınız. Su uyur düşman uyumaz yaklaşımı muhtemelen bütün insanlık tarihi boyunca uykunun olası tehlikeleri için her birimize kodlanmış tarihsel bir bilgidir. Zira birçok canlı diğer yırtıcılara uyuduğu için kolayca yem olmuştur. Bu durum evrimsel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde o kadar büyük bir açmazdır ki, uyku tam anlamıyla varoluşun antitezi olarak görülebilir. Uyku çalışmalarında öncü biliminsanı Allan Rechtschaffen’in dediği gibi, “Son derece hayati bir işleve hizmet etmiyorsa uyku, evrim sürecinin yaptığı en büyük hata olmalı”.

Uykunun tek bir işlevi, uyumamızın tek bir nedeni yok. Modern uyku çalışmaları, uykunun aslında göründüğünden çok daha karmaşık ve gizemli, düşündüğümüzden daha girift bir şekilde sağlıkla ilintili olduğunu ortaya koyuyor. Uyku beynin öğrenme, ezberleme, mantıklı kararlar alma ve seçimler yapma becerisinin de aralarında bulunduğu pek çok fonksiyonunu geliştirip zenginleştirmekte. Beynin öğrenme kapasitesini onarıp yeni anılara yer açmakta. Hatırlamayı sağlayan uyku, unutmak istediğimiz anıların unutulmasını da kolaylaştırmaktadır. Duygusal beyin devrelerini yeniden ayarlayarak ertesi günün sosyal ve psikolojik zorlukları arasında daha sakin bir zihinle yol alınmasına imkân sağlamakta. İnsülin dengesini ayarlayıp glikozun dolaşımını sağlayarak metabolizmayı yenilemekte. Bunlar onun saymakla bitmez faydalarının bilimsel çalışmalarla kanıtlanmış birkaç tanesi yalnızca.

Walker kitabında uzun uzun, beynimizin derinliklerinde bulunan biyolojik iç saatimizin ve beyinde uyku basıncı yaratan melatonin hormonunun öneminden bahsediyor. Karanlık hormonu ve vampir hormonu gibi adlarla da anılan melatonin hormonu hava karardığında salgılanmaya başlıyor ve sabah saatlerinde düşüşe geçiyor. Bu hormon uyku sürecinin başlatılması için bir anlamda resmî talimatı veren hormon. İçsel saatimizin sağlıklı bir şekilde çalışmasında gün ışığının önemi çok büyük. Düzenli yatma ve kalkma saatlerinin belirlenmesi kaliteli bir uyku için hayati önemde. Ancak modern uyku çalışmaları herkesin ritminin aynı olmadığını ve bu yüzden daha etkili bir çalışma hayatı için çalışma saatlerinin kişiye göre düzenlenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Walker’a göre üç temel grup var. İlk gruba “sabah insanları” adını vermiş. Bu gruba dahil olanlar gece makul saatte yatıp sabah erken kalkanlar. Bunlar nüfusun % 40’ını oluşturmaktalar. İkinci grup “akşam insanları”; bunlar geç yatmayı tercih ediyor ve doğal olarak geç kalkıyor, hatta öğleden sonra uyananlar var. Nüfusun % 30’unu oluşturuyorlar. Geri kalanlar ise biraz daha geceye meyilli olmakla birlikte ortada olanlar.

İlk iki grup “erkenci kuşlar” ve “gece baykuşları” olarak adlandırılıyorlar. Erkenci kuşların aksine, gece baykuşları ne kadar çabalasalar da geceleri erken saatte uyumayı başaramıyorlar. Baykuşlar ancak sabahın ilk saatlerinde uykuya dalabiliyorlar. Geç saate kadar uyuyamadıklarından, doğal olarak baykuşlar erken kalkmaktan pek hazzetmiyorlar. Beyinleri günün erken saatlerinde iyi bir performans sergileyemiyor. Yani beynin idari ofisi olarak tanımlayabileceğimiz, düşünceyi ve akıl yürütmeyi denetleyen, duyguları kontrol eden prefrontal korteks bir anlamda “çevrimdışı” oluyor. Modern çalışma hayatı erkenci kuşlar için düzenlendiği için, bu sitemin içinde baykuşlar kelimenin gerçek anlamıyla acı çekmekteler.


Nyx ("Gece") ve Erebus'un ("Karanlık") oğlu, Thanatos'un ("Ölüm") kardeşi Hypnos. Henry Beauchamp Walters tarafından 1915’te yapılan bronz heykel, British Museum.

Peki neden böylesine iki zıt kutup var? Neden evrim böylesi bir ayrıma gitmiş? Evrimsel biyoloji bu haklı sorunun yanıtını vermekte. İnsanlar tek başlarına ya da çift olarak değil, aile olarak, hatta bütün bir kabile olarak uyumak üzere evrilmişlerdir. Uyku uyanıklık zamanlama tercihlerinde böylesine bir genetik çeşitlilik son derece faydalı olmuştur. Gruptaki baykuşlar uyanıkken erkenci kuşlar, erkenci kuşlar uyanıkken baykuşlar uyumuştur. Böylece grup hiçbir zaman savunmasız kalmamıştır. O zaman hayatta kalmamızı ve bir anlamda besin zincirinin tepesine çıkmamızı sağlayan bu genetik kod yüzünden bugün birçok insan kronik uykusuzluk çekmektedir denebilir.

Ancak tüm suçu genetik yapılanmamıza atmak doğru değil. Walker uyku konusunda birçok şeyi yanlış yaptığımızı söylemekte. Bunların başında yanlış zamanda tüketilen ve psikoaktif bir uyarıcı olan kahve gelmekte. Walker bir fincan kahvenin vücuttaki etkisini 10 saat sonra yitirdiğini belirtiyor. Kahve, adenozin denilen uyku kimyasalını baskılamakta. Yani saat 16:00’da içilen bir kahvenin bizi uykusuz bırakma ihtimali oldukça yüksek.

Balzac kahvenin bu gücünün farkındaydı, bu yüzden bu kadar çok içip daha fazla yazabiliyordu. Ancak uykusuz günlerin ve sorumsuzca tüketilen kafeinin bedelini 51 yaşında ölerek ödedi. Son günlerini gören Victor Hugo, onun acı içinde kıvrana kıvrana öldüğünü söylemişti.

Matthew Walker’ın yazdığı Niçin Uyuruz adlı kitap, yazarının uykuya adamış olduğu bilimsel çalışmalarının bir izdüşümü niteliğinde. Walker, zor ve fazlasıyla teknik bir konuyu sıradan okuyucunun anlayabileceği seviyeye çekmekte son derece başarılı. Uyku biliminin en son bulgularını merak edenler ve uykuyla meselesi olanların ıskalamamaları gereken bir çalışma.

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

MÖ 515’den kalma bir çömlekte Antik Yunan mitolojisinden bir sahne:  Hermes izlerken Zeus’un oğlu Sarpedon'un bedeni Hypnos ve Thanatos (Uyku ve Ölüm) tarafından taşınıyor.