“Gönüllü yalnızlık, yaşamaya değer bir yaşam arayışı”

Olivier Remaud Türkçede yeni çıkan kitabını anlattı: Gönüllü yalnızlık bize öyle bol keseden hediye dağıtmayan bir dünyada yolumuzu bulmak için kullanabileceğimiz yöntemlerden birisi. Boğulacak gibi hissettiğimiz zaman bize nefes alma olanağı veren bir yöntem

12 Aralık 2019 12:00

Fransız felsefeci Olivier Remaud’nun Gönüllü Yalnızlık adlı kitabı (Solitude Volontaire, Albin Michel, 2017) Esra Özdoğan’ın çevirisiyle Kıraathane Kitapları’ndan geçtiğimiz aylarda çıktı.

Yalnızlığı neden arzu ederiz? Yalnızlık insana ne kazanımlar sunar? Toplumsal yaşam ile yalnızlığa çekilme arasındaki sürekli gelgiti tarih boyunca gezginler ve yazarlar nasıl deneyimlemişler? Bizler kendi yaşamımızda yalnızlığı nereye, nasıl yerleştirebiliriz? 

Remaud’nun deyimiyle “Ormanın derinliklerinde bir kulübe inşa etmeyi hayal etmemiş olan var mıdır?” Yalnızlığın azı iyiyken, fazlası niye kötüdür?

Böyle ilginç soruları bu uzun denemesinde ele alan Remaud, EHESS-Paris Sosyal Bilimler Okulu’nda profesör ve uzun süre “Kozmopolitizmlerin Tarihi ve Teorisi" kürsüsünün sahibiydi. Berlin’de, Viyana’da, New York’ta konuk araştırmacı olarak çalıştı. Humboldt Ödülü de dâhil olmak üzere bir çok ödülün sahibi.

En son kitabı Errances (Paris, Paulsen 2019) yeni çıktı. Un Monde Étrange. Pour un Autre Approche du Cosmopolitisme (Paris, PUF) (Yabancı Bir Dünya: Kozmopolitizme Başka Bir Yaklaşım) ve Les Archives de l’Humanité. Essai sur la Philosophie de Vico (Paris, Seuil) (İnsanlığın Arşivleri: Vico’nun Felsefesi Üzerine Bir Deneme) diğer kitaplarından bazıları.

Remaud Şubat 2019’da Kıraathane-İstanbul Edebiyat Evi’nin “Evdeki Misafir” programına konuk oldu, okurlarla buluştu. Bir yuvarlak masa toplantısı ve iki sohbet gerçekleştirdi. Bu buluşmalar sırasında onun sürgün, kozmopolitlik, yabancılaşma, benlik ve dünya ilişkisi, nostalji, yeni sömürgecilik dalgası ve yurttaşlık üzerine fikirlerini paylaşma şansımız oldu. Şimdi, Gönüllü Yalnızlık kitabının Türkçede yayımlanması vesilesiyle, sohbetimizi Paris-İstanbul arasında yazışarak sürdürüyoruz.

Sevgili Olivier Remaud, kitabınızda alıntı yaptığınız birçok yazar arasında Victor Hugo ve Albert Camus de var. Onlar için hayatın özeti iki sözcükten ibaret: “yalnız ve birlikte.” Bu uzun denemenizi, Gönüllü Yalnızlık kitabını, her birimizin hayatında yalnızlığı ve birlikteliği dengelemek için bir çağrı olarak tanımlayabilir miyiz?

Daha önceki bir kitabımda, sürgünü ele almıştım, sürgünün bize dayattığı yalnızlıkları, hayatımızda yarattığı kırılmaları inceliyordum. Bu çalışmadan bir soru doğdu: başka türdeki yalnızlık deneyimlerinin anlamı nedir? Gönüllü Yalnızlık adını verdiğim uzun denemenin temelini oluşturan görüşe bu şekilde ulaştım. Söylediğiniz örneklere bakarsak, Hugo sürgünde yaşamış bir yazar. Camus ise tüm felsefesini, kendimizi dünyada yabancı hissetmemiz üzerine kurar. Burada ortak ve ilginç olan öge, her ikisinin de geçici olarak yalnızlığa çekilmeyi ve böylelikle toplumdan mesafe almayı değerli bir şey olarak tanımlamaları. Bir bakıma, toplumu irdelemek için faydalı bir yöntem olarak görüyorlar gönüllü yalnızlığı. Sorunuzun cevabı, evet, bu tarz bir denge arayışı, tanımı icabı tam tutturamayacağımızı bilsek de, yalnızlık ve birliktelik arasında bir denge bulmak  önerisi, kitabımın ana hatlarından birisi.

Görüşlerini çok keyifli ve esprili bir şekilde aktardığınız Rousseau yalnızlığa hem “evet” hem de “hayır” diyen bir düşünür. Bu ikilem hepimiz için geçerli, öyle değil mi?

Rousseau yalnızlık arzusunun bütün belirsizliklerini çok iyi kavramış birisi. Yalnız olmayı istediği zaman, gerçekten yalnız olamayacağını gayet iyi biliyor. Bir yandan, sosyal hayatın iki yüzlülüklerine tahammül edemeyip, biraz dinginlik bulmak için doğanın kucağına kaçıyor. Bir yandan da o çok eleştirdiği sosyete dalkavuklarının dünyasından gözünü ayıramıyor. Hayatımızda böyle bir paradoks var: yalnızlığı istemek, aynı zamanda toplumsallığı da istemek. Nedeni de gayet basit. Toplum şimdi olduğundan daha farklı, daha iyi olsun istiyoruz. O yüzden de toplumu başka açılardan gözlemliyoruz.

Kitabınızdan edindiğim izlenim, kendimizi yenilemek için yalnızlığın gerekli olduğu. Hem toplumu hem kendimizi daha iyi değerlendirmek için yalnızlık gerekli. Neredeyse daha iyi insanlar olabilmek için, daha iyi yurttaşlar hattâ daha iyi demokratlar olmak için yalnızlığa ihtiyacımız var! Bu nasıl olabiliyor?

Benim kitapta “bir adım kenara çekilmek” dediğim şey tam da bu ve bir perspektif kazanmanın yolu olarak öneriyorum. Örnek verirsek, bir müzede dolaşıyoruz diyelim, herhangi bir eser hoşumuza gittiğinde, ondan birkaç adım uzaklaşırız, genel hatları daha iyi belli olsun diye, sonra da iyice yaklaşırız tabloya, ayrıntılarını görmek için. Böyle bir gelgit olur sanat eseriyle aramızda. Gönüllü yalnızlık için de aynı şey söz konusu. Birkaç adım geriye çekilince, her birey kendi gözlem yapma yetisini keskinleştirir, ister uzaklaştığı ortamla ilgili olsun, ister geri dönüp tekrar aralarına katıldığı toplulukla ilgili olsun, gözlemini geliştirir ve bakışındaki merceğin mesafesini sürekli yeniden ayarlar. Buradaki amaç, daha iyi görebilmek ve kendimizde yahut toplumda değişmesini istediğimiz şeyleri nihayette değiştirebilmek.

Yani genelde mesafe almanın bir eleştiri yolu olduğunu mu söylüyorsunuz? Eleştirel aklın gönüllü yalnızlığa mı ihtiyacı var?

Eleştiri, aslında bir farkındalık ve ayırt etme çalışmasıdır. Mesafe almak, kendini kenara çekmek, eleştirel aklın bilenmesine izin verir. Bu açıdan gönüllü yalnızlık bir berraklaşma, bir farkındalık aracı. Kendi hakkında bir farkındalığın ve sezişin koşullarını sunar akla. Ayrıca başkalarının davranışları ve toplumun evrimi hakkında da bir berraklık sağlar.

Bir başka deyişle, özgür olabilmek için yalnız olmayı bilmek gerekir mi diyorsunuz?

Montaigne bize, yalnız olmayı bilmenin “kendine ait olmak” dediğimiz şeyi öğrettiğini söyler. “Kendine ait olmak”  çabası, ille “kendisi olmak” çabasından çok daha yüceltici bir şey. Bu sayede, ister doğada olsun ister başka yerde, şimdi dediğimiz ânın keyfine vararak en temel olan şeye ayrıcalık tanımış oluyoruz. Bir başka deyişle, “tıpkı bir yolcu gibi kendinde yaşamak” dediğimiz işe koyuluyoruz. İnsanın bu kendinde yolculuk etmesi, kendi yolcusu olması fikri Henry David Thoreau’nun yarattığı bir formül, esas anlamı da bizi çevreleyen her şeye yeniden merak duymak, taze gözle bakmak, alışkanlıklarımızı değişmez zannetmemek. Bu da bence düşünce özgürlüğünün çok güzel bir tanımı ve dünyayla ilişkimizin çok orijinal bir ifadesi.

Gönüllü Yalnızlık’ta biraz da dünyayla ve doğayla ilişkimizde yapay olan bir boyuttan söz ediyor olabilir misiniz?  Sanki “uygar” olmanın bir önkoşulu gibi. Thoreau da bunun en güzel örneği. Yalnızlık onun sahneye koyduğu bir şey, hattâ bir araç. Doğa da öyle. Onun “vahşi” yahut “yabanıl” dediği şey aslında toplumun bir uzantısı değil mi? Bir yapaylık yok mu?

Thoreau yalnızlık arzusunun bütün belirsizliklerini eyleme geçiren birisi. Hem ormanın ortasındaki kulübesinde inzivaya çekildiğini ilan ediyor, hem de “neredeyse her gün” kasabasına dönüp yeni haberleri öğrenmek istediğini söylüyor. Eleştirmenlere göre, onun doğayla ilişkisi “wilderness” yani yabanıllık dediğimiz şeyin tipik bir örneği, yani şehirliler için gene şehirliler tarafından icat edilen “vahşi doğa” anlayışı. Bence onu daha da iyi tanımlayan asıl terim “wildness” olsa gerek. “Yabanda yaşamak” aslında doğayla toplumu birleştiren bir şey. Tükenmez bir enerjinin adı. Asfalt yollarımızı yahut beton duvarlarımızı istila eden yabani otlardan tutun da adaletin bütün arızi gereklerine kadar her yere yayılan tükenmez bir enerji.

Kathryn Schulz’un Thoreau’yu yeniden değerlendirirken yaptığı eleştiriyi aktarmışsınız. Thoreau ünlü eserlerinde, Walden yahut Doğal Yaşam ve Başkaldırı gibi kitaplarında, Schulz’a göre ahlaki açıdan biraz şaibeli, yalnızlığı çok seçici hattâ seçkinci, toplumda görmek istemediği şeyleri görmezden geldiğini söylüyor. Bu haklı bir eleştiri mi sizce?

Temelsiz bir eleştiri sayılmaz. Ama işte bazı insanlar karşımıza incelemeye değer, ilginç paradokslar çıkartıyorlar! Thoreau da bunlardan birisi.

Günümüzde vahşi doğa büsbütün elimizden kaçıp gidiyor diyebilir miyiz? Nereye yahut ne kadar uzağa kaçarsak kaçalım, doğada yıkım ve kirlenme izlerine rastlıyoruz. Doğa artık bir yanılsamadan ibaret değil mi bu iklim krizi çağında?

Ben günümüzde ”doğa” ve “kültür” ayrımı kalmadı diyen görüşlere katılıyorum. Antropolog Philippe Descola’nın dediği gibi “Birilerinin doğası, başkalarının kültürü.” Asıl yanılsama insan eli değmemiş bir doğa olduğunu düşünmek. Halbuki doğanın her yerinde hem oranın yerli insanları hem de insan olmayan türlü çeşitli canlılar ezelden beri yaşıyorlar.

Öte yandan iklim krizi, bize dünyadaki varlığımızın aşırıya kaçtığını hatırlatıyor. Gittiğimiz her yerde fazla derin izler bıraktığımız gerçeğine burnumuzu sürtüyor adeta. Kapanmaz yaralar açıyoruz doğada. Biyoçeşitlilik mesela, ekosistemde mutlaka korunması gereken gerçekliklere işaret ediyor, bu dengeler insanlar dahil bütün canlıların bir arada yaşayabilmesinin koşulu.

İnsanın yalnızlığı arzulaması, gönüllü yalnızlığa çekilmesi meselesi ahlaki mi etik mi bir türlü karar veremiyorum. Kitabınızda geniş yer ayırdığınız Thoreau, mesela, bir ahlakçı. Halbuki Montaigne daha çok etik yanı ağır basan bir yazar. Yani yalnızlık sadece ahlaki bir fayda değil de, aynı  zamanda temel bir etik değer, bir iyiliktir diyebilir miyiz?

Bütün gönüllü yalnızlık deneyimleri kişisel bir arayış içeriyor. Yaşamaya değer bir yaşam arayışı. Daha iyi eylemler gerçekleştirebilmek için daha iyi düşünebilme arayışı. Bu arayış bireysel, ama bireyci değil. Birlikte varolmayı mümkün kılacak ilkelerden birisi bence. Thoreau tam da bu nedenle, ne kadar çok birey esas olanla yetinirse, toplumun da o kadar fazla iyileşme şansı olur diye düşünüyor. Bireysel etik ve toplumsal ahlak uzlaşmaz değil, tersine uzlaşabilir şeyler.

Etik üzerinde biraz daha durursak, çok önemli bir konu var kitabınızda. "Gerçek yalnızlık özgürlükçü bir eylemdir" diyorsunuz, hattâ totalitarizme karşı bir duruş bile olabilir. Ama bir de Arendt’in görüşünü aktarıyorsunuz, kenara çekilmeyi, geride durmayı  “totaliter öncesi” diye tanımlamış. Bu da bir paradoks mu? Yalnızlık etik bir seçim midir, değil midir?

Gönüllü yalnızlık, Arendt’in “yalıtılmışlık” dediği aşırı yalnızlaşmaya karşı bir panzehir aslında. Yalıtılmışlık bir süre sonra umutsuzluğa dönüşüyor çünkü “terk edilmiş” insana artık insanlığın bir parçası olarak yaşama hakkı tanınmamaya başlıyor. Halbuki gönüllü dediğimiz yalnızlığın tek bir anlamı varsa, o da bireyi hiç bir zaman toplumdan kopartmaması ve ona daima özgür bir düşünce alanı, bir tefekkür imkânı bırakması.

Günümüzde Türkiye’de veya güçlükler yaşayan başka bazı ülkelerde, kendini yalnızlığa çekmek, kapatmak, çıkışsız duran politik koşullara karşı olası bir cevap gibi duruyor. Yalnızlığı bu şekilde kullanmak felsefi açıdan meşru mu, mesela direnmek yahut mücadele etmek yerine?

Tarihsel örneklere bakarsak, direniş veya sivil itaatsizlik dinamikleri genellikle yalnızlığa çekilme deneyimlerinden destek almıştır. Önceleri mütevazıdır, küçüktür bu deneyimler, ama zamanla yavaş yavaş etrafında başka iradeler de toplanır, kamusal protesto gösterilerine dönüşür, giderek büyür, hattâ azınlığın bazen çoğunluk hâline geldiği boyutlara ulaşabilir. Eğer azınlık ve çoğunluk arasındaki orantıyı tersine çeviriyorsa, o zaman gönüllü yalnızlık için başlı başına bir eylemdir bile diyebiliriz.

James Dewey hakkında bir gözleminiz var. Yalnızlığı “içsel reform” diye tanımlıyor. Bu size kişisel olarak hitap eden bir şey mi? Thoreau’nun yalnızlığından farkı nedir?

Bu tanımla Dewey aslında Thoreau’ya yakın olduğunu gösteriyor. Amerikan politik düşünce geleneğinde yeri olan bir tavır bu, kendini ıslah etmeyi yani kişisel reform yapmayı toplumsal reform yapmanın temeline koyan bir gelenek. Bu gelenekte, vicdanın “mükemmelleştirilmesi”, çok daha katılımcı ve dirayetli bir yurttaşlık için gerekli kriterlerden birisi olarak görülüyor.

İçsel yalnızlık dediğiniz şey, biraz meditasyon gibi. Bunu manastıra kapanmadan, ille dinî boyutta yaşamadan uygulamak mümkün mü sizce? Önemli bir şey mi?

İnziva halen uygulanan dinî bir pratik. Benim sözünü ettiğim gönüllü yalnızlık bu tarz inzivaya indirgenecek bir şey değil. Benim kullandığım yalnızlığa çekilme yahut bir kaç adım kenara çekilme terimleri de herhangi bir dinî inanca bağlı olmayan, bütün pratikleri içeren terimler, bu yüzden bu terimleri kullanmayı seçtim.

Kitabınızda yalnızlık arzusu ve yalnızlık pratiği üzerine edebiyattan verdiğiniz örnekler, seyyahların örneklerine kıyasla, bana çok daha büyük keyif verdi, itiraf etmeliyim. Mesela Kerouac, sahici ve “kendine ait” bir hayatı olsun diye kaçıyor, yola çıkıyor. (Tıpkı Virginia Woolf’un kendine ait bir oda deyimi gibi.) Büyük seyyahlardan farklı olarak edebiyatçılar, yazarlar bize ne öğretiyor gönüllü yalnızlık hakkında? Kendimiz olma cesareti mi? Kendi gerçekliğimizi kabul etmek mi? Toplumsal olmak yerine çok daha kişisel bir şey mi?

Edebiyat daima çok özel, biricik kişilikler icat ediyor, tabii. Ama bu biricik karakterler genellikle -- neredeyse her zaman -- kendi ortamlarında değişim geçirmeye çabalayanlardır. Halbuki bir de dünyadan kaçmak isteyen edebiyat kahramanları var, onlar hayatın anlamı nedir sorusuna cevap aramak için kaçıyorlar ve içinden çıktıkları toplumsal ortamla karşıtlık kurarak kendilerini tanımlıyorlar. Fakat kalkıp gitse de bir gün geri dönmeyen çok azdır, çoğunluk geri döner ve döndüğü zaman artık aynı kişi değildir. Başka birisi olmuştur. İşte bu sayede edebiyat “ben” demenin çok farklı biçimlerini sunar bize, farklı biçimleri olduğunu hatırlatır ve bunu asla “biz” demenin ağırlığını gözden kaçırmadan yapar.

Gitmek sanki hep dönmekle ilişkili. Ve kaçınılmaz olarak da anlatmakla, tabii. Gönüllü yalnızlık dediğiniz şeyi çok derinde edebiyata ait bir şey olarak görüyorum ben. Sizce de öyle mi?

Dönüş beni de gidiş kadar ilgilendiriyor. Her ikisini eş zamanlı olarak hayal ettiğimizi düşünün! Büyük bir muammanın eşiğindeymişiz gibi bir duygu yaratıyor!

Bir de melankoli var, tabii! Benim en sevdiğim burç. Kitabınızda Richard Burton ve Melankolinin Anatomisi de var. Bence melankoliyi, yani gölge tarafımızı nasıl kabul etmemiz gerekiyorsa, nasıl ancak karanlık yanımızla da barışık olursak mutlu olabiliyorsak, aynı şey yalnızlık için de geçerli değil mi?

Gönüllü yalnızlık bize öyle bol keseden hediye dağıtmayan bir dünyada yolumuzu bulmak için kullanabileceğimiz yöntemlerden birisi. Boğulacak  gibi hissettiğimiz zaman bize nefes alma olanağı veren bir yöntem. Ama kolay bir iş değil. Thoreau’ya da ilham veren 18. yüzyıl yazarı, tıp alimi Johann Georg Zimmermann mesela, yalnızlığı seçenleri, melankolinin beklenmedik etkileri hakkında uyarır. Yalnızlığın fazla uzun sürerse çok acı vereceğini söylüyor.

Peki, gönüllü yalnızlık tarih boyunca farklılık gösteriyor mu, farklı dönemlerde farklı yorumlanmış mı? Kitabınızda tarihsel bakış var ama çok da vurgulamamışsınız sanki.

Gönüllü yalnızlık konusuna yaklaşımlar zamanla değişiyor, evet. Mesela günümüzde inzivaya çekilmek çok daha zor. Sosyal medya çağında geriye çekilme tavrı tuhaf gözükebilir. Ama yeni anlamlar da kazanıyor bir yandan. Kültürel farklar olsa  bile, yalnızlığa çekilme arzusu az çok her yerde rağbet gören bir şey. Toplumda yaşamakla yalnızlığa çekilmek arasında gelip gitme zorunluluğu sabit bir değişkendir dersek yerinde olur.

Bu kitabı yazmak sizi nasıl değiştirdi?

Annemle babamı ve kayınpederimi neredeyse peş peşe kaybetmemin ardından bu kitabı bitirmek benim için hem onların hatırasına bir saygıydı hem de hayatın devam ettiğini vurgulama şansıydı benim için.

Siz gönüllü yalnızlık deneyimini nasıl yaşadınız ya da  yaşıyorsunuz kendi hayatınızda?

Çocukluğumda, annem babam ve erkek kardeşimle birlikte bir ormanın kenarında oturuyorduk. Ergenlik çağımda bu ormanda çok vakit geçirdim. Ağaçlara tırmanırdım, tam ortasına kadar tırmanır büyük dalların arasına yerleşirdim, yaprakların arasından hayatı seyrederdim. Orada, gökyüzüyle yeryüzü arasında bir yerde hareketsiz otururdum, hayal kurardım ve bilinmeyen dünyalar keşfederdim. Bu da benim yolculuğumdu. O günden beri ne zaman dağlarda yürüsem, yükseklik bana çok muazzam bir genişlik hissi verir.

Son kitabınız Errances (“Gezinmeler” yahut “Göçebelikler” diye çevirebiliriz), büyük gezgin ve kaşif Bering’in yolculukları üzerine bir çalışma. Gönüllü Yalnızlık kitabınızın araştırmalarından mı doğdu? İkisi akraba kitaplar mı?

Aydınlanma Çağı’nın başlangıcında Danimarkalı Vitus Bering o muazzam, dev keşif yolculuklarında, gerek Sibirya’da, gerek Alaska yolculuğunda hiç şüphesiz yalnızlık duygusuyla yakından tanışıyor. Bir yabancının, yabancı dünyalardaki hikayesi bu. Gönüllü Yalnızlık kitabımdan önce başlamıştım bu anlatıyı yazmaya.

Bitirirken, İstanbul ve Türkiye deneyiminizle ilgili bir kaç soru sormak istiyorum. Gönüllü Yalnızlık Türkçede, Kıraathane Kitapları’ndan çıkmadan önce, 2019 Şubatında İstanbul Edebiyat Evi’nde “misafir yazar” programımız çerçevesinde konuğumuz oldunuz. Türkiye’deki okurlarla buluşmak ve İstanbul’da olmak nasıl bir deneyimdi sizin için?

Çok etkileyici bir deneyimdi. Oradaki okurlarla bir araya geldiğimde, kitabın yayımlandığı zaman bir çok yeni hayatlar yaşamaya başlayacağını bir kez daha kuvvetle hissettim ve bu başka hayatlardan her birinin kendi dünyasını kendi içinde barındıracağını fark ettim. Kitap farklı dillerde okundukça başkalaşım geçiriyor, onu anladım. İstanbul’a gelmeyeli uzun yıllar olmuştu. İstanbul’da en sevdiğim şeyi, hayal kurmanın enerjisini yeniden buldum.

Nihayet, kitap Türkçede yayımlandı. Türkçeye çevrilmek nasıl bir duygu?

Türkçe kitap çok güzel olmuş! Yazar için her çeviri bir mutluluktur. Çeviriyi ve çevirmenleri ne kadar övsek azdır. Çok önemli bir amaca hizmet ediyorlar. Dillerin çeşitliliği mutlaka yaşamalı.