Şair Sabri Esat'ı takdimimdir: Odalar ve Sofalar

"...anladığım kadarıyla, Yedi Meşale aslında Sabri Esat’tır; baştan sona esasen Sabri Esat’ın yaratmaya çalışıp başarılı olamadığı bir akımdır. Ama bu kolektiflik örtüsü, Cemal Süreya’nın vurguladığı gibi, bireyselliğinin ve farklılığının yeterince anlaşılmasını ve değerlendirilmesini önlemiş gibi görünüyor, hatta belki de bu akım yaratma başarısızlığının kendi şiirinin başarısızlığına atfedildiği de söylenebilir."

19 Mayıs 2022 21:30

Edebiyat tarihçilerimiz hemfikir görünüyor: Yedi Meşale aralarında gençlik heyecanından öte pek de ortak bir noktası olmayan, ne yapmak istediklerini kendileri de pek açık seçik ifade edememiş, daha da ötesi pek bildikleri de söylenemeyecek genç isimlerin oluşturduğu, zaten en gençleri Ziya Osman hariç hepsinin şiir yazmayı bırakıp “müstafi şairler” olmalarından da anlaşılacağı üzere, sonraki şair kuşakları üzerinde pek bir etki veya iz bırakmayı başaramamış, çıkışları ve kayboluşları Türk şiirinin ana seyrinde hiçbir şey değiştirmemiş, ancak akademik ilgi konusu olabilecek, adeta “saman alevi” hükmünde bir akımdır. Benim de yıllar önce okuduklarımdan aklımda az çok böyle bir fikir tortulanmış olduğunu hemen itiraf edeyim; zaten hepsinin birer yarı-doğrudan ibaret olduğunu şimdi daha iyi anladığım bu hükümlerin doğruluğunu kurcalamamı gerektirecek bir şey de yoktu. Ta ki bir zamandır deneme metinlerinden bir seçme yapmak istediğim Sabri Esat Siyavuşgil’in (malum, genelde Yedi Meşaleciler’in en başarılısı diye zikredilir) şiirde de neler yapmış olduğuna bir baksam iyi olur diyerek (1935’ten bu yana bir daha hiç basılmamış olduğu için, tabii ki bir sahaftan, tabii ki yüklüce bir parayla vedalaşarak) aldığım tek şiir kitabı Odalar ve Sofalar’ı okuyana kadar.

Nasılsa hem şiir hakkında hayatımda böyle ilk ve muhtemelen son defa söz alıyorum, hem de sıradan meraklı bir okur olmanın ötesinde eleştirmenlik, hele ki şiir eleştirmenliği konusunda hiç ama hiçbir iddiam yok, kitaba geçmeden bir itiraf daha: Hececi denen şairlerin Necip Fazıl, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Ahmet Hamdi gibi “başarılı” ve “etkili” oldukları, yani “kanon”un ayrılmaz birer parçası oldukları konusunda genel bir mutabakat olan temsilcilerini okurken, o mutabakata temelden itiraz etme isteği duymamış olsam da, her birinin beşer onar (belki bazılarının daha çok) şiiri dışında sahici bir huşu, büyük bir şiirin huzuruna çıkma heyecanı da duymuşluğum nadirdir. Şiirlerinin çoğunu okurken şairin kafiye ve vezin gayretinden zaman zaman irkiltici, mekanik bir gıcırtı gelebiliyor mesela kulağıma (Siyavuşgil yıllar sonra Orhan Veli hakkında yazdığı bir yazıda yeni neslin “ayağına ne veznin kösteğini takmış, ne de kafiyenin ipini dolamış” olduğunu söyler biraz da gıptayla); duyarlılıklarını yakından takip ettikleri Fransız şiirine yer yer fazla borçlu olduklarını, ama coşku ve heyecanlarının model aldıkları şairlerinkine (özellikle de Baudelaire’e) kıyasla, ne bileyim, belki de ışığı fazla açıp “karanlık” kontrastına yeterince başvurmadıkları için fazla pastel renkli, soluk ve fazla edepli kaldığını hissediyorum bazen; Büyük Ş’li Şiir mabedine hep aşırı hürmetkâr, aşırı ciddi bir edayla ve aşırı bir angajman ve “yatırım”la (yani biraz “kariyer hesabı” yaparak desem fazla mı ileri gitmiş olurum acaba) girmeleri yüzünden şiirlerinde çok ender gevşeyip gülümseyebildiklerini düşünüyorum, vs.

O yüzden olacak, çevirmen ve deneme yazarı olarak çok önemsememe rağmen yukarıdaki isimlerin yanında esamisi hemen hiç okunmayan şair Sabri Esat’ın kitabından pek bir beklentim yoktu tahmin edileceği üzere. Kitapla aynı adı taşıyan ilk şiirin yavanlığı yüzünden bu beklentisizlikte maalesef fena halde haklıymışım diye düşündüm, ama vazife duygusuyla okumayı sürdürdüm ve ödülümü de hemen ikinci şiirde almaya başladım:

Küçülecek içinde, için kırışığında/ Yapayalnız mumyalaşan hatıraların derdi/ Merdivenden taşlığa bir kibrit ışığında/ Siyah bir dedikodu gibi sürünen kedi” (“Merdivenler”).

Sonra hemen her şiirinden küçük küçük ödüller geldi:

Aynada kayboluyor gölgemin son çizgisi/ Odada, halı gibi bütün bir günün isi/ İçimde, bir şamdanı üflemek ihtiyacı...” (“Oda”).

Duvarlar beyazlıktan genişledikçe böyle,/ Dizlerine düşüyor halsiz kaldığın zaman/ Sıcak bir havlu gibi omuzlarından öğle” (“Odamda Öğle”).

Sonra 15. sayfada “Bir tulumba işliyor avluda kesik kesik/ Duyuyorum kanımın ağdalaşan yerinde/ Islak bir muşambayı andıran serinlik” diye başlayan “Halsizlik” şiirinden buram buram, yirmi küsur yıl sonrasının Dünyanın En Güzel Arabistanı’yla Tütünler Islak’ı muştulayan bir koku, moda tabirle bir “vibe” alınca iş ufak ödüllerden çıkıp ciddiye bindi. “Serin bir ilaç gibi” yarını bekleme hissini anlatan, “böyle kendi ruhumdur yayılan her tarafa” diyerek kitabın temasını (mekân içinde dağılıp önce bulunduğu eve, evdeki eşyalara, sonra da şairin kitaptaki şiirlerin büyük kısmını yazdığı “Basık Şehir” Dijon’un yatakhanelerine, sokaklarına, kanallarına, damlarına, garına yayılıp hiçbirine sığamayan bir iç dünya temasını) haber veren bu şiir kitabın bütünüyle etkileyici ilk şiiriydi.

Sonuncusu da olmadı. Hemen ardından "İstirahat",

Kızıl gölgen saracak bir ağ gibi tavanı,/ Pırıldayan gözleri gözlerinde, arkanı/ Bir kedi sırtı gibi okşayacak koltuğun.// Uzak bir saat sesi, oluktan damlayan su,/ Gölgelerle esneyen duvarların uykusu,/ Ve senin koltuğunda bir boşalıp dolduğun” (Son dizede bir Cansever edası yok mu?)

Son iki üçlüğünü saymazsak “İntihar”,

Çarpacak parmaklığa sedyeden taşan omzun,/ Yuvarlanan bir iplik yumağı kadar uzun,/ Bir damla kan inecek merdiveni arkandan

yine son üçlüğü hariç “Yatakhane ve Saatler”,

Beyaz perdeler gibi gerilince dört duvar,/ Uzun koridorlarda boğulur bir canavar;/ Kesik bir nabız gibi ses verir yatakhane// Bir hayal yaşatmaktan gözlerim yorulunca,/ İçimde eskimiş bir zemberek burulunca,/ Uzak bir saat vurur dokuzu tane tane.../ Tavanın bir ıslanmış renkle büyür kirleri,/ Sıska kollar halinde karyola demirleri/ Kımıldar saatlerin sesini işittikçe// Bir köşede duyarken bu dilsiz ‘tan tan”ları/ Sessiz, uyandırmaktan korkarak yatanları,/ İçimdeki zemberek bir gece boşalırsa...”

“Basık Şehir”,

“Bana küçük geliyor bu şehir, bilmem niye:/ Kollarımı açarak esnesem bir saniye,/ Yıkmaktan korkuyorum eğri sokaklarını/ Elim, incinmeyecek tiyatrosunu kırsa;/ Nasıl iskambillerden bir kule yıkılırsa/ Parmağım devirecek dokunsa taklarını...// Çok mu giderse burda ömür sürmek arıma,/ Caddeler yetişmiyor uzun adımlarıma;/ Göğsümün hizasında kalıyor bütün damlar// Hovardaca rüzgara serper gibi varımı,/ Kuşlara söylüyorum her gün şarkılarımı,/ Eğilmezsem sesimi duymuyor bu adamlar...”

 “Şehir ve Nehir”,

Gölgem suda seyreder başımdaki yangını.../ Ayçiçekleri gibi akşamın sonlarında,/ Açılır sarayların mermer balkonlarında/ Şehirde sıkıntının iri gözbebekleri// Konuşurlar, susarlar, sonra fısıldaşırlar,/ Uykuyu bir lacivert göle doğru taşırlar/ Nehirde rüyaların ipince direkleri”

 “Trenin Fenerleri”,

“Böyle uzaklaştıkça katar bir duman saçıp,/ Seyretmek istiyorum pancurlarımı açıp/ Bembeyaz kanatlarla odamın doluşunu// Başım, avuçlarımda, dirseklerim, masada/ İçimde duyuyorum, raylar hıçkırmasa da,/ Simsiyah bir trenin hızla kayboluşunu//... Raylar, bunlar alnımda yer eden kırışıklar;/ İki ölü göz gibi aynadaki ışıklar,/ İçimden geçen siyah katarın fenerleri”

“Şiryanlar ve Veritler”, yani atar ve toplardamarlar,

Korkuyorum, bıkacak yük taşıya taşıya;/ İki dağdan iki sel gibi karşı karşıya/ Akan bu iki katar, artık son günlerinde// Sıkıntıdan sarınca bir gün saçımı aklar/ İki azgın dev gibi o gün çarpışacaklar:/ Bir kör lamba altında ve son makas yerinde” (diye biter bu hoş fantezi)

eşyaları kişileştiren sevimli, o yüzden de antolojilere en sık alınan şiiri “Yolculuk”,

“Bir yaz günü, odamda kaparken bavulumu,/ Çekerek koltuğumun parmakları kolumu/ Her zamanki sesiyle bana “otur” diyecek// Bütün kış geceleri duyduğum laflariyle,/ Çıplak bir kadın gibi, beyaz çarşaflariyle/ Beni uyutmak için yatağım esneyecek”

“Trende”,

Gözümden pırıltılar kaybolur birer birer;/ Telgraf direkleri gibi içimden geçer:/ Hatırlamak, unutmak, uyumak ihtiyacı”

ve son kıtası hariç ince humour’u başarıyla taşıyan “Resimler ve Biblolar” geldi; bunların hepsi benim ilk okumada gayet iyi bulduğum şiirler.

44 şiirin bulunduğu bu 78 sayfalık ufarak kitaptan 10 şiir bence rahatlıkla güncel bir Türk Şiiri Antolojisi’ne girebilecekken, elimin altındaki iki antolojiye baktığımda gördüğüm şu: Orhan Burian 1946 tarihli ünlü Kurtuluş’tan Sonrakiler antolojisine Siyavuşgil’in beş şiirini almış ama bu kitaptan sadece epey zayıf şiirlerinden biri olan “Küçük Gemi” var; Memet Fuat da 1999 tarihli Çağdaş Türk Şiiri’ne kitabın belki de en zayıf parçası olan ilk şiiri ile sevimli “Yolculuk”u almış maalesef. Bu inanılmaz körlük, hadi daha yumuşak söyleyelim şaşılık sadece bu iki saygın isme özgü değil, birazdan göreceğimiz gibi. Ama şimdi bu bölümü neden (nesir araştırmacısı haddimi fersah fersah aşmayı göze alarak!) bu kitabı Kanon’a dahil etmeyi önerdiğime geçeyim.

Önce aleyhte konuşacağım yine de: Yukarıda Hececiler’i okurken zaman zaman kulağıma geldiğini söylediğim vezin ve kafiye uğruna göze aldıkları mekaniklik Sabri Esat'ın da da farklı sıklıklarla başına bela olur. Özellikle tasvir abartıldığı zaman şiiri duman gibi sarıveren esnetici durgunluk Siyavuşgil’in epey şiirine de musallat olmuştur. İlk Yedi Meşaleci gençlerin hamiliğini üstlenen Ahmet Haşim’in vurguladığı şey, yani diğer arkadaşları gibi onun da anlattığı sahnelerin bazen kımıltısız birer tablo halinde donuklaştığı tespiti doğru bence; zaten sonraki o gayet cılız Sabri Esat-şiiri-eleştirisi-külliyatı da şiirin “resim” yanına fazla abandığına yönelik bu eleştiriyi bir mantra gibi tekrar edecektir, hatta daha 1932’de bile Nahid Sırrı “Edebiyatta Başka Sanatler” adlı yazısında Sabri Esat’ın Meşale dergisinde yayınlanan bir şiirinden hareketle şunları söyler:

“Yedi Meşale sahipleri, ilhamı ele geçirmek için hemen divan edebiyatçıları kadar başka bir sanatten imdat istiyor ve aradıkları imdadı resimde buluyorlar. Ahmet Haşim’in de görmüş ve söylemiş olduğu bu hususiyet, bazen o derece bariz bir şekil alıyor ki, insan eski Serveti Fünun koleksiyonlarını karıştırdığı zannına düşüyor. Edebiyatı Cedide devrinin beğenilmiş tablolar altına manzumeler yazmak modasını, lâkin tabloları gizleyerek ihya eden bu tarzı, itiraf edeceğim, pek sevmiyorum.”

Örik, ayrıca, Sabri Esat’ın o şiirinde “gözlerin değil başka bir uzvun hafızasına hitap eden bir tek teşbih” diye nitelediği “bir çocuk kanı kadar serin şarap” dizesiyle de alay eder, “bütün kanlar aynı derecede sıcak”tır diye bilmişlik yapar. (O zaman soğuk bir bilmişlik de ben yapayım rahmetliye: “Üstadım, modern şiire pek aşina olmadığınızdan burada çocuk kanı dökmenin kan dondurucu bir eylem oluşuna telmihte bulunulduğunu fark edememişsiniz.”)

Ataç da kitap hakkında görebildiğim sadece iki review’dan biri olan (zaten diğeri de Sabri Esat’ın Meşaleci arkadaşı Ziya Osman’ın “Sekiz ay geçti, niye kimse bir şey yazmadı bu güzel kitap hakkında?” mealinde bir yazısıdır) metninde söze aynı yerden girer; Sabri Esat’ın “nazımı kullanmak hususundaki kuvveti daha o zamandan, edebiyatla uğraşan herkesin dikkatini celbetmişti. Onda bir ressam istidadı da görüyorduk; her halde kelimelerle resim yapmasını biliyordu” der, yani lafa daha olumlu bir tonda başlar ama aşırı “gibi” kullanma acemiliği yüzünden Siyavuşgil’i ve kitabını hemen defterden silmenin ötesinde tek bir laf etmez. Yazı şöyle biter:

“Sabri Esat Bey’in şiirine hâkim olan kelime ‘gibi’ kelimesidir; yemin edemem ama bana öyle geliyor ki Odalar ve Sofalar’da bu kelimenin geçmediği parçaya, hatta kıt’aya pek tesadüf edemezsiniz. ... Sabri Esat Bey bu ‘gibi’ kelimesinden yakasını kurtardığı gün belki şiir yazacaktır; şimdi sadece fantasia peşindedir.”

(Ben de aforoz edilmelik tezimi yazabilirim bu vesileyle: Ataç çok ilginç ve değerli bir kafa, çok iyi bir denemeci, ama özellikle yerli edebiyatçılara ilişkin yazdıklarında çoğunlukla kötü, bazen de feci kötü bir eleştirmen. Değer yargıları hem çok sık hem de bazen adamına göre çok değişebiliyor. Mesela Siyavuşgil’deki “gibi” ifradı konusunda haklı ama aynı kusur –belki biraz daha düşük seviyede– kendi sevdiği Hececiler’de de olmasına rağmen, onların şiirlerinde başka şeyler de arayıp bulma zahmetine, yani bir anlama gayretine girdiği halde, dönemine göre son derece ayrıksı olduğu yukarıda aktardığım dizelerden de rahatça anlaşılabilen bu kitap hakkında böyle en ufak bir gayrete girmeden kesip atar.)

Kitabın yayınlanmasından bir yıl kadar sonra yazdığı için bu “review”lar arasında saymadığım Halit Ziya Uşaklıgil’in övgülerle dolu olmasının yanında kitap hakkındaki tek gerçek tenkit yazısı denebilecek metninde getirdiği eleştiriler daha yerindedir: Bir kere, Sabri Esat bazı kelimelere fazla abanıyor, bunların okurda “uyandıracağı hayale fazla müracaat” ediyordur. Halit Ziya, “esnemek”i örnek verir (“Onda duvarlar, yataklar, denizler, daha bilir miyim neler, hep esner”). Ama daha önemli bir şeye de işaret eder usta romancı; Sabri Esat’ın teşbihlerini “işitilmemiş, görülmemiş membalardan alması”nı ve “hemen daima güzelliğini ve inceliğini” şiirinin en göze çarpan yanı olarak vurgularken hemen şunu da ekler:

“Yalnız... bunlara hemen her adımda tesadüf ettikçe bir sağanak altında gibisiniz. Sanatkâr kaleminin ucuna kendiliğinden gelip ilişen bu teşbihlerin güzelliğine o kadar meftundur ki, onları mümkün değil terk edip fedakârlık gösteremiyor. Bu bir kusurdur. ... Ben bu itirazımı söyleyince o derhal teslim etti. Zaten kendisi de bunu fark ediyormuş, ve gülerek: ‘Ne yapayım? Bunlar hatırıma geldikçe silkinip bir tarafa atmak kuvvetini bulamıyorum’ dedi. Doğrudur, bunu yazı yazanlar hep bilirler, fakat imsâk imkânı bulunsa ne iyi olurdu!”

Sekiz yıl sonra bu sefer Siyavuşgil’in meşhur Cyrano çevirisini arş-ı âlâya çıkarmak amacıyla yazdığı bir başka yazıda (çevirinin hayretlere seza başarısını “Eğer bana ‘Sabri Esat Paris’ten gelirken Eiffel kulesini sırtlayarak buraya getirmiş, Beyazıt Meydanı’na dikecek!..” deselerdi ancak bu kadar hayret ederdim” diyerek över) bu genç şair-mütercime zamanında imsak, yani kendini tutma, daha genelde tutumluluk tavsiyesi verdiğini bir kez daha hatırlatır. O ilk makalede (nedense makalelerini toplama iddiasındaki Sanata Dair’de bu metin de yoktur başka birçok metni gibi!) zaten hayranlığımı iade etmiştim, ama “genç şairin coşkun sanat temayüllerinde imsak ve itidal bentlerine muhtaç olan noktaları da işaret” ettim, der.

Ama “aleyhte” bölümünü Kemal Tahir’in, kendisine bu kitabın hoşuna gittiğini söyleme gafletinde bulunduğu anlaşılan Fatma İrfan’a ateş püsküren mektubundan bir alıntıyla bitirmek isterim:

Orkestra, Odalar ve Sofalar şairi, insanın içini ürperten bir küçük burjuva yazıcısıdır. Fransa’nın Lyon şehrinde felsefe okuyan bu küçük adam, Bay Heryo’nun, ameleler için yaptırdığı şık apartmanların rağmına, ameleler tarafından nasıl tel’in edildiğini hiç duymamış. Hatta böyle bir radikal sosyalist mebusun Lyon’dan intihap edilmiş olduğunu da belki bilmiyor. Eğer keskinleşe keskinleşe karşı karşıya gelen iki sınıfın ne muazzam bir faciaya hazırlandıklarını sezebilseydi, eminim ki yüz binlerce amelenin köpürüp taştıkları Lyon’a sığmıyorum diye caka satmazdı.”

Usta romancı, ilk şiirleri Sabri Esat’ın da birkaç şiirini yayınlayan İçtihat mecmuasında çıkan kötü ve kıskanç şair Kemal Tahir burada, yukarıda bir kısmını aktardığım “Basık Şehir” şiirine saldırıp Fatma Hanım’a kendi şiirlerinden birini yollar. Fatma Hanım’ın buna ne cevap yazdığını bilmiyoruz ama içten içe Sabri Esat’ın sahiden “küçük burjuva” olsa da daha iyi şiir yazdığını düşünmüş olduğunu tahmin ederim; şairin o şiirde “amelelerin köpürüp taştığı” Lyon’u değil de öğrenci yatakhanelerinde nöbet tuttuğu fazla asude Dijon’u anlattığını, Orkestra kitabının da Odalar ve Sofalar’ın sonunda ilan edilse bile daha (aslında hiç) çıkmadığını hatırlatmış mıdır, onu bilemiyorum.

“Lehte” konuşmaya, demin ünlü hececi şairleri okurken kapıldığımı anlattığım bazı olumsuz hislere neden Sabri Esat’ta daha az kapıldığım hakkında düşünerek başlayayım. Bir kere yukarıda Ataç’ın dediklerinden hatırlayacağınız gibi, Sabri Esat’ın hece vezninde ve nazım kurma işinde genç yaşından beklenmeyen bir ustalık gösterdiğinde daha o dönemde bile gösterilen görüş birliğinin haklı gerekçeleri olduğuna ben de inanıyorum. O irkiltici mekanik ses, onun şiirlerinde daha az vardır bence de. Şiir cümleleri çoğunlukla ustalıklıdır ve muadillerinden daha geniş bir çeşitlilik gösterir. İkincisi, onun başarılı şiirlerinde aydınlık-karanlık kontrastı daha belirgin ve daha dengelidir; karanlık volümünü mesela bir Necip Fazıl gibi sonuna kadar açmaz ama sıkıntısını şiirine sürekli dış dünyaya ve oradaki nesnelere, eşyalara çarptırıp geri döndürdüğü için okurun zihninde, Necip Fazıl’ın zaman zaman soyutlaşıp metafizikleşen, yani opaklığı fazla artan “spleen”ine göre daha belirgin çizgilerle canlandırır bence. Yani, onun resim başarısını övenlerin bazıları aslında ustalıkla yaptığı bu ayarı övüyorlardır belki de. Resim kadar reji konusunda da başarılı olduğu da ayrıca vurgulanmalıdır.

Üstelik acısını, sıkıntısını, ona şiir yazdırtan yarasını, yırtıcı olmayan bir mizah örtüsüne de sarmalamayı başarır ki, o zamana kadar Türkçe şiirde pek “temayüz etmiş” bir özellik sayılmaz humour. 1940’ta, yani Siyavuşgil’in şiiri bırakmasından dört yıl sonra Mehmet Behçet Yazar, Yedigün’e yazdığı yazıda ondan “esasen kaynakları bize gizli kalan bir acının zebunu olduğu sezilen şairimiz” diye bahseder. Bu kısacık cümlede bile Ataç gibi, Burian gibi ünlü eleştirmenlerden daha derinlikli bir anlama gayreti görüyorum ben şahsen. Ki orada da kalmaz Yazar, şöyle ayrıntılara da iner:

“Sabri Esad’ın her manzumesi yeni zevkle ve yeni görüşlerle yoğrulmuş canlı birer tablo halindedir: Mor mürekkebi ile hokkasından, odasındaki resimler ve biblolardan, şiryanlarından ve veritlerinden çizdiği levhalarında humour’un ve ‘Basık Şehir’inde satire’in özünü bulan, ‘Bağdat Caddesinde Öğle’ ve ‘Yaz ve Yalılar’da tabiatın ve harici hayatın en realist bir tercümanı olan, ‘Öğle Sıcağı’, ‘Güvertede’, ‘Kanal’ gibi şiirlerinde muvaffak bir empresyonist kudretini gösteren, ‘Evlilik’, ‘Halsizlik’, ‘Nasıl Döneceğim?’, ‘Geliş’ başlıklı manzumelerinde ekspresyonizm tecrübeleri yapan ve nihayet ‘Akış’, ‘Odalar ve Sofalar’, “Gece, Kar ve Sayıklama’ parçaları ile sanatının ayrı unsurlarından nasibini almış emsalsiz fanteziler yaratan şairimizin bazı manzumeleri sathi bir nazarla kolay kolay anlaşılamasa bile, bu eseriyle artık edebiyatımızı mazinin her türlü rüsubundan [tortusundan] ayırmış olduğu açık olarak görülmektedir.”

Üçüncüsü, tam da yukarıda bahsedilen humour’u sayesinde yukarıda andığım Hececiler’in tersine, o bahsedilen “Şiir Mabedi”ne pervasızca, ustalara saygıyı abartmadan, kuşakdaşlarına güller dağıtma gereği hissetmeden girmiş gibi geldi bana Sabri Esat; hem Meşaleciler’in hep birlikte çıkardıkları ilk kitaba manifesto mahiyetindeki sunuşu hem de Yaşar Nabi’nin Dost Mektupları’nda en geniş yeri kaplayan, çoğunu tam da Dijon’da bu şiirleri yazarken kaleme aldığı mektupları okurken. O sunuşun sonradan edebiyat tarihçilerinin en sık alıntıladığı kısmını hatırlayalım:

“Yazılarımızda ne dünün mızmız ve soluk hislerini, ne son zamanların renksiz ve dar Ayşe, Fatma terennümünü bulacaksınız.”

Biraz daha devam edelim:

“Yazılarımızı tedkik ediniz; kendi dar hususiyetimize, aşkımıza, sevinç ve kederlerimize ne kadar az yer verilmiş olduğunu göreceksiniz. Hem artık bugünkü nesil hislerin aynen terennümünden zevk almıyor. Mesela ıstırabı niçin bir kahkaha şeklinde anlatmayalım? Bazen öyle tebessümler vardır ki en derin hıçkırıklardan fazla elem ifade ederler.”

Yani edebiyat tarihçilerinin şiir hakkında hiç de net bir şey söylemiyor diye eleştirmeyi âdet edindikleri bu metin, sadece eski tarz şiire değil, eski tarz duygulanımlara da aynı anda itiraz etmektedir. Bunun farkına ilk varan da Ahmet Haşim olmuş sanırım:

“Yedi Meşale şairleri gerçi nazmın mihaniki [mekaniği] itibariyle hiç yeni bir şey vücuda getirmiş değildirler. Fakat nazım hünerinden daha güzel bir yenilikleri var: Neşe ve hayat muhabbeti. Bu gençler sanki bir bahar kırı ortasında oturmuş, güneş altında şarkı söylüyorlar. Sabri Esat Bey’in tatlı sesi hepsine hâkim olandır”.

Yeni şiir, "modern" şiir sadece nazımla ve söyleyişle ilgili bir şey değil, belli bir duyarlılık terbiyesiyle de ilgili bir şeydir, demektedir bu manifestonun müellifi. Kimdir peki bu müellif? Edebiyat tarihçileri arasında, herkesin birer cümle yazdığını söyleyen de vardır (ki gruptan en erken ayrılan Muammer Lütfi’nin tanıklığından o sunuştan hiç haberi olmadığını, kitap çıktıktan sonra okuduğunu biliriz, o yüzden bu doğru olamaz), Yaşar Nabi’nin yazdığını söyleyen de (ki o Meşaleciler’e dair yazdıklarında bundan hiç bahsetmez). Ben ilk okuduğumda hem tarzı hem de içeriği yüzünden bunu kesin Sabri Esat yazmıştır diye düşünmüştüm, o yüzden yukarıda bahsettiğim yazısında M. B. Yazar’ın bunu şöyle teyit ettiğini görünce haklı çıktığıma sevindim:

“11 manzumesini muhtevi bulunan bu eserin de, tarafından yazıldığı bilinen mensur mukaddimesi.”

Bunu zaten herkesin bildiği bir hakikat gibi anlatmış Yazar, zaten sonrasında şunu da vurgulamış:

“Herhalde Yedi Meşale mukaddemesinde işaret ettiği noktalarla, Sabri Esad’ın daha o zamandan, az çok, kendi sanatının müstakbel esaslarını tesbit etmiş olduğu anlaşılmaktadır.”

Zaten Yedi Meşale adını da Sabri Esat’ın bulduğunu herkes kabul eder. Yaşar Nabi’ye yazdığı mektuplarda da diğer arkadaşlarını Meşale akımına yeterince sahip çıkmadıkları (“Yahu neden kitabının üzerine “Meşale edebiyatından” diye küçücük bir alamet koymadın?” diye sorar ilk kitabını çıkaran Yaşar Nabi’ye) veya anlamadıkları için (“Ziya, bugün ihtimal gayri şuuri yazıyor. İhtimal tarzımızın felsefesini bilmiyor, ihtimal doktrinlere vakıf değil. İhtimal hücumlara daha az mukavemet edecek. Fakat bütün bu inconscience’ın bir gün conscience olması ihtimal dahilinde değil midir? Bekleyelim”) veya yanlış gerekçelerle savundukları için eleştirdiğine tanık oluruz. Akımın teorisini onun değil de kendi istediği gibi yapmaya çalışan Cevdet Kudret’e kızar:

“Bence şimdilik edebi janrımız hakkında herhangi bir makaleye taraftar değilim. Bunları hiç kimse bilmez. Çünkü on est en perpétuelle transformation –Devamlı dönüşüm halindeyiz.–”

Yani benim anladığım kadarıyla, Yedi Meşale aslında Sabri Esat’tır; baştan sona esasen Sabri Esat’ın yaratmaya çalışıp başarılı olamadığı bir akımdır. Ama bu kolektiflik örtüsü, Cemal Süreya’nın vurguladığı gibi, bireyselliğinin ve farklılığının yeterince anlaşılmasını ve değerlendirilmesini önlemiş gibi görünüyor, hatta belki de bu akım yaratma başarısızlığının kendi şiirinin başarısızlığına atfedildiği de söylenebilir.

Bir muammaya da ışık düşürebilir belki bu: Bunca iddialı ve iddiasının altını epey dolduracak kıymette ve özgünlükte şiirler de yazmış yetenekli bir şair ilk kitabını yayınladıktan sonra neden tamamen hazırladığı anlaşılan ikincisini de yayınlamaz; daha da önemlisi, neden üç yıl sonra, 1936’da şiir yayınlamayı bırakır? Bunun bir nedeni Yedi Meşale’nin çok kısa sürede esamisi okunmaz hale gelmesini başkaları kadar onun da bir başarısızlık gibi görmesi ise, bir diğeri de edebiyat camiası içinde tek şiir kitabına gösterilen o derin ilgisizlik, gani gani göreceğini zannederken Halit Ziya dışında kimsenin göstermeyi başaramadığı o cömert tanımayla karşılaşamaması olabilir.

Bu ilgisizliğe “edebiyat camiası içinde” diye şerh düşmemin bir nedeni var: Peyami Safa’nın 1936 yılı başlarında çıkarmaya başladığı ve Sabri Esat’ın da özellikle ilk sayılarına çeşitli metinler vererek, meşhur toplantılarına katılarak destek verdiği Kültür Haftası dergisinin 25 Mart tarihli sayısının çok görünür bir yerinde çıkan ilandan Odalar ve Sofalar’ın 1935 yılında ikinci baskısını yaptığını anlıyoruz. Yani o yıllarda iki star şair Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl dışında okurlardan başka pek şairin göremediği bir teveccühle karşılanmış Sabri Esat’ın kitabı, ama edebiyat camiası aksine, onu bütünüyle dışlar hale gelmiş. Bunu da Kurun gazetesinin tam da aynı ay içinde yaptığı “Gençlerle Başbaşa” anketinden çıkarıyorum. Dönemin yukarıda saydığım bütün hececi genç şairlerinin, bu arada Yedi Meşale’den şair arkadaşları Yaşar Nabi, Cevdet Kudret ve Ziya Osman’ın da katıldığı bu ankette bir tek Sabri Esat’a fikir sorulmadığı gibi, ankete katılan onlarca kişi arasında şair olarak onun adını zikreden bir kişi bile yoktur. (O ilan belki de bir “ben de varım yahu!” hatırlatmasıydı!) Adını sadece iki kişi, Ahmet Muhip ve Cahit Sıtkı zikrederler, ama başarılı bir “essayiste” olarak. Bir de Nizamettin Nazif belki de herkesin tavrını ifade eden şu sözleri söyler çok erken unutulmuş şairle ilgili:

“Sabri Esat doçent olduğu için yani başkalarının konuşmasına vesile verecek yazıyı yazmaktansa başkalarının texte’leri üzerinde ölçülerini mizan olarak kullanacakların sınıfına geçtiği için üzerinde fikir söylemeyeceğim.”

Yani edebiyatçılar, hep birlikte Sabri Esat’a “sen (artık?) bizden değilsin” mesajını vermişler, o da bu mesajı alıp şiir yayınlamayı bırakmış gibi geliyor bana.

Mustafa Baydar 1955’te, yani yaklaşık yirmi yıl sonra Sabri Esat’a neden şiiri bıraktığını sorunca o da tabii ki bu tür şeylerden değil, gittikçe artan akademik meşgaleleri nedeniyle “şiir kafası”ndan ister istemez uzaklaştığı mealinde cevap vermiş. (Baydar bu söyleşiyi sonradan, başına “şiir alanında başarı gösteremeyen Siyavuşgil’in psikolojiye, edebiyata ve folklora dair değerli birçok etüdleri vardır” kaydını düşerek Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar kitabına da almıştır) Tam cevabı da aktarayım:

“Meslek icabı. Bence nasıl bir şiir dünyası varsa, onun sınırlarını kavramak ve yaşamak için de hususi çapta bir şiir kafası olması lazım. Hatta bugün psikolog sıfatıyle bu şiir kafasının bazı karakteristiklerini sezebiliyorum ve hayretle görebiliyorum ki, bu kafa, illiyet prensibine göre işlemesi gereken ilim kafasından çok farklı. Şiir kafası, daha ziyade her şeyin her şeyi izah ettiği mantıki bağların yerine duygu ve serbest tedai bağlarının hâkim olduğu öyle bir kafa ki rüyaların, autistique ve çocukların egocentrique mantığına çok daha yakın... Bu mantıkta kalmak elbette bir saadet olurdu. Fakat mesleklerin bazıları bu güzel mekanizmayı aşındırıyor ve değiştiriyor. Ben de mesleğime sadık kalabilmek için şiirde yaratıcı olmanın zevkinden kendimi mahrum ettim.”

Bu cevap mantıklı ve anlaşılabilir görünmekle beraber, bana çok da tatmin edici gelmiyor. Çünkü müstafi şairimiz şiir hakkında aynı teşhisleri 1935 yılında çıkan “Yalnız Oynayan Çocuk ve Şiir Dünyası” yazısında da yapmış ama bu, şiir yazmaya devam etmesine engel olmamış. Dahası, bu teşhisleri tam da Odalar ve Sofalar’daki atmosfere hâlâ sadık olduğunu ayan beyan ortaya koyan bir üslupla yapmış:

“Yapayalnız oynayan çocuk ve onun kurduğu oyun dünyası, dekorlariyle, jest ve hareketleriyle, havayı nesimisiyle şairden ve şiir dünyasından büsbütün farklı bir şey midir? Odanın boş tahtalarına düşen bir ışık parçasını deniz yaparak içinde Sezar’ın kalyonlarından daha süslü, daha muhteşem gemiler yüzdüren çocuğun jestlerine eklediği büyülü kelimeler, en iyi örülmüş bir mısradan, en ince bir kafiyeden daha az mı sanatkâranedir? Eşya ve hadiseleri ‘ben’in süzgecinden geçiren, onları ‘ben’in istediği şekilde biribirine ekleyen, ‘gölgeleri düşündüren’ şiir mantığı, égocentrique, animiste ve sembolist diye vasıflandırdığımız çocuk zihniyetinin ve çocuk hayatiyetinin tam bir açılıp serpilme sahası olan oyun dünyasına büsbütün yabancı mıdır?”

Çok yetenekli bir şairi, hatta devam etse belki “büyük şiir” sınırlarını da yoklayabilecek birini edebiyat camiamızdan tam da o camianın kendisi mahrum etmişe benziyor. Ama yine de kapatıldığı unutuluş çemberini sonraki ara sıra kıranlar olmuş. Üstelik bunlar arasında Turgut Uyar (Sabri Esat’ın “Türk şiirine gerçekten parlak ve değişken imgelerle” girdiğinden söz eder Oktay Rifat’la karşılaştırdığı bir yazısında, ama sonunda “iki boyutlu fanteziye düştüğü” fikrindedir), Cemal Süreya (“Ziya Osman, Sabri Esat, Cevdet Kudret’le birlikte Yaşar Nabi’nin şiirinde görülen konu genişliği günün ortamı için azımsanmaz bir yeniliktir. Ne var ki şairler bu özelliklerinin pek farkında değillerdir. Şiirlerinin ağırlığını bu yeni öğelerden geçirmezler çok kez. Yalnız Sabri Esat’ın zaman zaman dış dünyanın şiirdeki bu yeni konuklarından şiir süzmekten geri kalmadığını söyleyebiliriz. Zaten o, bence, grubun en özgün şairidir. Ayrıca o günkü şiirin bugün de ayakta duran tek üyesidir. Sanırım ileride bazı inceliklerinin farkına varanlar çoğalacak, hiç değilse şimdikine göre çok daha fazla önemsenecektir” der nedense onu değil de Yaşar Nabi’yi konu edinen bir yazısında. Bir söyleşisinde de muhatabının hececi şairleri bütünüyle gömmek istemesine karşı çıkarak Necip Fazıl, Ahmet Muhip, Ahmet Hamdi ve Sabri Esat’ın gerçekten iyi şairler olduğunu vurgular) ve Behçet Necatigil (En kuvvetli övgüyü de Evler şairinde buluyoruz tabii ki: “Değil mi o şiirler bana daha ortaokul sıralarında; ne olduğunu ancak ileriki sınıflarda, belki ancak üniversite yıllarında anlamaya başlayacağım başarılı şiirin hazzını verdi, ve yıllara, eklenen bunca yeni örneklere rağmen, bir zamanlar onları sevmiş olduğum için bende bir utanma, bir pişmanlık uyandırmadı; varsın yazarı, şiire ancak on yıl sadık kaldıktan sonra şairliğini ansızın küçümser gibi, birden el çekmiş olsun şiir dallarından; ne değişir? Ben minnettarım, onlarla oluştum ve şimdi üzerinde değişik bir yapı, altta artık net göremediğim temel taşlarım onlar oldu benim; daha ne isterim?”) gibi has şairlerin de olduğunu görmek bana bu yazıyı yazma ve haddim olmadan böyle “kanonik” bir öneride bulunma cesaretini verdi.

Odalar ve Sofalar’ı, elbette hazırlayıp bastırmadığı Orkestra’yı oluşturduğu tahmin edilecek kitaplaşmamış bütün şiirleriyle birlikte yeniden basmanın vakti çoktan geldi de geçti bile. Günümüz okurlarına da söyleyecek, hem de güzel söyleyecek çok sözü var şair Sabri Esat’ın.

•  

 

Meraklısı için alıntıların bulunabileceği kaynakça (atıf sırasıyla):


Sabri Esat Siyavuşgil, Odalar ve Sofalar, Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi, 1933.

Sabri Esat Siyavuşgil, “Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri”, Yeni Sabah, 18 Ocak 1951.

Nahid Sırrı, “Edebiyatta Başka San’atler”, Edebiyat ve Sanat Bahisleri, Ankara, 1932, s. 35-6.

Ziya Osman Saba, “Odalar ve Sofalar” [Varlık, 7, 15 Birinciteşrin 1933] Konuşanlar-Bir Hüzünle Sesinde içinde, haz. T. Yıldırım, Can, 2015.

Nurullah Ataç, “Üç Şiir Kitabı”, Milliyet, 5 Ağustos 1933.

Halit Ziya Uşşakizade, “İnşirah Noktası”, Akşam, 20 Haziran 1934.

Halit Ziya Uşaklıgil, “Sabri Esat,” Sanata Dair III içinde , Maarif Basımevi, 1955, s. 277.

Kemal Tahir, Fatma İrfan’a Mektuplar, Sander, 1979, s. 130-1.

Mehmet Behçet Yazar, “Sabri Esat Siyavuşgil”, [Yedi Gün, c. 16, No. 407, 24.12.1940) Edebiyat Alemi. Edebiyatımızın Unutulan Simaları, haz. Mustafa Everdi, 21. Yüzyıl Yayınları, 1999, s. 269-70.

Yaşar Nabi Nayır, Dost Mektupları, Varlık, 1972.

İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh, 2001, s. 62.

Ahmet Haşim, “Yedi Gencin Eseri”, [İkdam, 13 Nisan 1928], Bize Göre. İkdam’daki Diğer Yazıları içinde, Dergâh, 2010, s. 87-8.

Nizamettin Nazif, “Gençlerle Başbaşa”, Kurun, 18 Nisan 1936.

Mustafa Baydar, “Sabri Esat Anlatıyor”, [Varlık, 1 Şubat 1955], Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar içinde, İletişim, 2015, s. 262-3.

Sabri Esat Siyavuşgil, “Yalnız Oynayan Çocuk ve Şiir Dünyası”, Tan, 4 Mayıs 1935.

Turgut Uyar, “Oktay Rifat, [Papirüs, Mart 1969] Korkulu Ustalık içinde, haz. A. Karaca, YKY, 2018, s. 672-3.

Cemal Süreya, “Yaşar Nabi Nayır”, Şapkam Dolu Çiçekle, Çizgi Yayınları, 1985, s. 140.

Cemal Süreya, Güvercin Curnatası, haz. N. Duruel, YKY, 2002, s. 218.

Behçet Necatigil, “Bendeki Sabri Esat,” Varlık, 728, 15 Ekim 1968.

 

GİRİŞ RESMİ:

Dr. Sabri Esat Siyavuşgil, Feyhaman Duran, 1944