Geçen yıl yapmıştık, yine yaptık: Yazar, şair, editör, çevirmen dostlarımıza 2019’da en çok etkilendikleri “o kitabı” sorduk. Cevapların yeni okumalara ilham vermesi ümidiyle, iyi kitaplarla dolu bir 2020 diliyoruz
26 Aralık 2019 15:00
CEM ALPAN
Geçtiğimiz yılın kitabı olarak bir değil birbirine benzer iki kitap seçmek istedim: Vergilius’un Aeneis’i ve Publius Ovidius Naso’dan Dönüşümler I-XV. Latincenin ve Roma İmparatorluğu döneminin başyapıtı bu iki eser edebiyat tarihinin temel taşları arasında. Aeneis, İlyada ile İlahi Komedi arasında köprü olmanın –ve Vergilius da Dante için usta ve yol gösterici olmanın– yanı sıra, Freud gibi düşünürleri (Rüya Yorumları kitabının epigramı destanın 7. Kitabından bir alıntıdır: “Gökteki tanrıları eğer vazgeçiremezsem / ben de Acheron’u [Cehennemi] kışkırtırım”), Hermann Broch gibi büyük romancıları da derinden etkilemiş, onlar için esin kaynağı olmuş.
T. S. Eliot, “Klasik Nedir” adlı denemesinde Aeneis için, destanın “Sadece Roma İmparatorluğu’nun değil, Batı Medeniyetinin büyüklüğünün belirleyicisi” olduğunu yazar. Günümüzden bir örnek verecek olursak, düşünür ve edebiyatçı Terry Eagleton, Radikal Kurban adlı eserinde (çev: Aslı Önal, Ayrıntı Yayınları, 2019), şiddet ve medeniyet arasındaki ilişkiyi anlatırken uzun uzun Aeneis’e başvuruyor (s. 30-34).
Ovidius’un Dönüşümler’i de, benzer şekilde, Chaucer’dan Shakespeare’e, Kafka’dan Ted Hughes’a hattâ Nabokov’a birçok yazarı derinden etkilemiş. Etkisi sadece edebiyatla da sınırlı değil elbette. Sözgelimi günümüzden Fransız filozof Catherine Malabu, beynin plastikliği, travma ve felaket deneyimi sonrası konularını işlediği The Ontology of the Accident: An Essay on Destructive Plasticity, (Kazanın Ontolojisi: Yıkıcı Plastiklik Üzerine Bir Deneme) adlı deneme kitabında, uzun uzun Dönüşümler’e değiniyor; özellikle travma sonrası birden bire değişim geçiren (örneğin bir günde yaşlanan, bir günde çöken) insanları ve bu değişimin nedenlerini anlatırken Ovidius’un öykülerine başvuruyor. Malabu Dönüşümler hakkında –hattâ Kafka’nın Dönüşüm’ü hakkında da– ilginç bir yorumda bulunuyor: Aslında, herkesin düşündüğünün aksine, Dönüşümler’deki karakterlerin dönüştükleri canlı ya da şey, nesne hâline gelmedikleri, ama o biçimin, formun içinde saklı, tutuklu kaldıkları saptamasını yapıyor ve Dönüşümler’deki öykülerden örnekler sıralıyor.
Demek ki aynı dönemde yazılmış bu iki temel eserin edebiyat ve düşün alanındaki etkisi dinecek gibi değil. Aeneis eski çeviri ama gözden geçirilmiş basım. Dönüşümler ise yeni çeviri (daha önce iki kez Türkçeye çevrilmiş; Salih Zeki Aktay ve İsmet Zeki Eyüboğlu tarafından). İki kitap da kitapseverlerin kitaplığında muhakkak bulunmalı, İlyada’nın, Odissea’nın, Yunan Tragedyalarının, İlahi Komedi’nin ve Shakespeare’in yanında yer almalı.
1) Aeneis
Vergilius
Çeviren: Doç. Dr. Türkan Uzel
Jaguar Kitap
2) Dönüşümler I-XV
Ovidius
Çeviren: Asuman Coşkun Abuagla
Yapı Kredi Yayınları
AHMET ALTAN
Hapishanede yalnızlığın birbirinden farklı, hattâ birbirinin zıddı biçimleriyle karşılaşırsınız.
Birinci yalnızlık, sevdiklerinizden, alıştığınız ışıktan, tanıdığınız müzikten uzakta, floresan lambaların sert, tekdüze ışığında, yabancıların denetimi altında yaşamanın getirdiği yalnızlıktır. Bu yalnızlık özlemden beslenir.
İkinci yalnızlık, bunun tam tersidir. Bir an bile yalnız kalamamaktan, her an gözlenmekten, her şakanızın, her gülüşünüzün, her sözünüzün daha önce tanımadığınız insanların zihninde iz bıraktığını bilmekten gelen bir kıstırılmışlık ve yalnızlık duygusudur. Bu yalnızlık, her an tetikte olmak zorunluluğundan, mahremiyet ve güven ihtiyacından beslenir.
Bir de pek sık rastlanmayan ama yalnızlıkların en korkuncu olan tecrit vardır. Bir insan görmez, bir ses duymaz, bir kelime etmezsiniz. Böyle bir yalnızlıkta kendi zihniniz bir iğneli fıçıya döner ve onun gittikçe bulanıklaşan çalkantılarıyla bir bunalıma sürüklenirsiniz.
Hapishane yaşamını, bu yalnızlıklarla baş etme biçiminiz belirler.
Yalnızlık konusu insanlığın hiç tükenmeyen konularından biridir ama hapishanede özel bir anlam kazanır. Belki de bu yüzden Olivier Remaud'nun Gönüllü Yalnızlık kitabı benim çok ilgimi çekti.
Kitap, Thoreau'nun "yalnızlık, uygarlık, doğa" üstüne yazdıklarını eksen alarak, kendi özgür iradeleriyle insanlardan uzakta, doğanın insafsızlığını ve güzelliğini seçenlerin yaşadıklarını anlatıyor. Bunu anlatırken, yalnızlığa felsefî, siyasal, sosyal ve duygusal açılardan yaklaşarak, insanın yalnızlıkla ilişkisini çeşitli düzlemlerde sorguluyor.
Kendi iradenizle seçtiğiniz yalnızlığın bir lüksten tüketici bir tehdide dönüşebildiğini de görüyorsunuz, yalnızlığın nasıl hem bir ihtiyaç hem bir ceza olabildiğini de anlıyorsunuz.
Buzullarda, çöllerde, ormanlarda, dağlarda, kendinizle baş başa kalarak zihninizin en derinlerine, daha önce farkına varmadığınız zenginliklerine ulaşırken, bu maceranın uzantısında başka insanlara, başka düşüncelere, duygulara değmeden sadece kendi zihninin içinde yaşamanın bir yamyam gibi sizi yiyip tüketebileceğini çeşitli örneklerden ve anılardan görüyorsunuz.
Yalnızlığın çeşitli yüzlerini ustalıklı bir biçimde önünüze seren bu kitabı okurken, garip bir biçimde yalnızlığa karşı güçlendiğinizi hissediyorsunuz.
Yazının büyük gücü ortaya çıkıyor bu noktada. Yaşadıklarınızın daha önceden yaşandığını görmenin, o tecrübelerden haberdar olmanın yarattığı bir direnç var. Bu kitap bu direnci artırıyor.
Karların ortasındaki bir çadırda, titrek bir lambanın ışığında oturan ya da bir dağın zirvesindeki tahta kulübede rüzgârın uğultusunu dinleyen adamın hikâyesini okurken, o dayandıysa ben de dayanırım diyorsunuz. Onun koşullarıyla kendi koşullarınızı kıyaslıyorsunuz.
Ben, hapishanede okuduğum her kitabın yazarına, benimle yalnızlığı paylaştığı için bir minnet duydum ama yalnızlığa karşı beni daha dirençli kıldığı için bu kitaba ve Remaud'ya özel bir minnet borçlu olduğumu da hissettim.
Gönüllü Yalnızlık
Olivier Remaud
Çeviren: Esra Özdoğan
Kıraathane Kitapları
ÖMER ALTAN
"Demek ki benim hayatım bu diye düşünüp duruyor ve yaşadığının hayatla bir ilgisi olmadığı, bunun sadece var olmaktan ibaret olduğu sonucuna varıyor.”
Sessizliğin Yanıtı
Max Frisch
Çeviren: Saliha Yeniyol
Kolektif Kitap
YALÇIN ARMAĞAN
2019’da en yoğun biçimde ilgilendiğim kitap, Tuncay Birkan’ın Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri oldu.
Her ne kadar Tuncay Birkan kitabında aksini söylese de, Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri bir “edebiyat sosyolojisi” çalışması olarak ilgilendiriyor beni. Birkan, belirli bir “sosyolojik yöntem” yerine sınırları esneterek (ve bu sayede alanlar arasında geçişler yaparak) yazmak istiyor. Bana kalırsa, bunu başarıyor da. Yine de kitapta benim açımdan ilgi çekici olan nokta, edebiyat sosyolojisi alanına dâhil edilebilecek konulardı. O yüzden de kitabın ikinci ve üçüncü bölümlerini daha çok sevdiğini söylemeliyim. Kitabın ilk bölümünde Refik Halit Karay’ın memlekete dönüş hikâyesi üzerinden devlet ve yazar ilişkisi ele alınırken, ikinci bölümde yazarların dönemin siyaseti açısından kurmaya çalıştığı dengeler, üçüncü bölümde ise yazarın örgütlenme ve “piyasa”ya dâhil olarak hayatta kalma çabası ele alınıyor.
Edebî metin, estetik bir “nesne” olarak kabul edildiği için metnin üretildiği tarihsel koşullar çoğu zaman edebiyat eleştirisinin dışında sayılıyor. Oysa her metnin toplumsal bir bağlamı olduğunu söylemeye gerek bile yok. Birkan’ın kitabı da birtakım edebi metinlerden söz etse de, bu metinleri analiz etmeye, onların estetik kıymetini belirlemeye çalışmıyor. Bu metinlerin hangi koşullarda ve hangi saiklerle üretildiğini, nasıl bir etki yarattıklarını yorumluyor. “Edebiyat eleştirisi” dendiğinde akla gelmeyen noktalara işaret ederek, edebi metnin üretildiği toplumsal bağlamı görmeye imkân sağlıyor. Metin değil, metni kuran tarihsel ve toplumsal bağlam öne çıkıyor böylece. Tam da edebiyat sosyolojisinin yapmak istediği şey bu. Tuncay Birkan da gazeteleri gün gün takip ederek bu toplumsal bağlamı eksiksiz biçimde vermek için yoğun bir emek harcamış.
Birkan’ın kitabı öncü bir çalışma da sayılmalı. 1930 ile 1950 arasında (kitabın altbaşlığı 1960 ama kitap 1950’lerin başında bitiyor) edebiyatın toplumsal boyutunu araştırmaya girişecekler, bundan sonra mutlaka bu kitaptan söz etmek zorunda kalacak. Ayrıca Birkan bir yöntem sunmamak için özel bir çaba sarf etse de, kitapta geliştirdiği bakış açısının başka dönemler ele alınırken de yardıma çağrılacağını tahmin etmek zor değil.
Bu yıl Dünya ile Devlet Arasında’nın yanı sıra okumaktan büyük bir keyif aldığım diğer kitap Terry Eagleton’ın Eleştirmenin Görevi’ydi. Matthew Beaumont’ın Eagleton’la yaptığı bu nehir söyleşi, son 40-45 yıldaki edebiyat teorisi tartışmalarının özeti gibi. Eagleton’ın her zamanki nüktedanlığı sayesinde keyifle okunan konuşmalar, yazar açısından hem bir özeleştiri verme hem de yatışmamış bazı öfkeleri dile getirme imkânı sunmuş. Ama asıl önemlisi, sorular Eagleton’un kişiliğine ve teorisyen kimliğine dönük olsa da, cevapların teorinin ve tarihsel sürecin geneli gözetilerek verilmesiydi. Böylece kitap Eagleton’la söyleşi olmanın sınırını aşıp edebiyat kuramının yakın tarihçesine dönüşüyordu.
Son olarak, 2019’da, Erich Auerbach’ın Mimesis’ini henüz okuyamasam da –herkes gibi– büyük bir heyecanla karşıladığımı ama Pierre Macherey’in Edebi Üretim Teorisi’nin neredeyse hiçbir tepki almamasına aynı oranda şaşırdığımı ekleyeyim.
Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri: 1930-1960
Tuncay Birkan
Metis Kitap
MEHMET SAİD AYDIN
Rıza Yıldırım’ı daha önce Aleviliğin Doğuşu metninden biliyordum. Bektaşiliğin içinde Hacı Bektaş Veli kadar Balım Sultan’ın da anılması gerektiğini de yıllardır düşünüyordum. Daha kapağında Balım Sultan’ı anan bir kitap yayımlanması çok sevindirmişti beni haberi ilk duyduğumda. Sanırım çıktığı gün yayınevinden aldım ve hemen okumaya başladım. Bektaşilik çalışmaları daima dikkatimi çekti; bu kitap bence konuyu şimdiye dek en güzel özetleyen ve sınırlarını çok başarılı çizen bir kitap. Bu yüzden 2019’daki “o kitabım” bu oldu. Yıldırım’a kendi hesabıma şükran borçluyum.
Bektaşiliğin Doğuşu: Hacı Bektaş Veli'den Balım Sultan’a
Rıza Yıldırım
İletişim Yayınları
MELEK AYDOĞAN
Biten yılın sonunda, yıl içinde okuduğum kitaplara dönüp baktığımda ağırlıklı olarak çeviri roman okuduğumu gördüm. Fakat, Türkçeye çevrildiği için okurun büyük heyecan ve mutlulukla karşıladığı birçok metin bende benzer etki yaratmadı. Uluslararası edebiyat ödüllerine aday olmuş, o ödüllerden birini almış ya da dergi ve gazeteler tarafından öne çıkarılan, kitapları çok satan yazarların dünya edebiyat kamusu (belki de pazarı demeliyim) için “güvenli” konulara yöneldiğini, pozisyonlar aldığını gördükçe sıklıkla yazarlık kurumu üzerine düşündüm. İndirgeyici bir genelleme gibi durabilecek yukarıdaki ifadelerden azat olan metinler, yazarlar yok değil elbette. Tam burada, Colson Whitehead demeliyim örneğin.
2019 yılında, 20. yüzyılda yazılmış en mühim kitaplardan biri olan Erich Auerbach’ın Mimesis’i Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk tarafından Türkçeye çevrildi. Popüler bir söyleme yaslanacak olursam eğer, benim için “yılın olayı”ydı diyebilirim. Ahmet Cemal’in Mimesis’in çevirisiyle uğraştığını biliyorduk ama ömrü tamamlamaya yetmedi. Auerbach, Mimesis’i Almanya’daki Nazi rejiminden kaçıp geldiği, gelmek zorunda kaldığı İstanbul’da yazdı. Mimesis yalnızca Homeros’tan Dante’ye, Proust’tan Woolf’a kadar uzanan çizgide Batı Avrupa edebiyatının tarihini, edebiyat eleştirisinin araçlarıyla kültür tarihine nasıl bakılabileceğini gösteren yeni eleştirel kavramlarla, metodlarla incelediği için değil, yazıldığı dönemin “yeni” Türkiyesi'nin filolojideki değişimler aracılığıyla ulus inşa sürecini anlamak için de yol gösterici bir kitap. Sürgünde yazılan bu metin, tarihin anlatıdan doğduğu fikrini inşa ederken, tarih ve gerçekliği içiçe okuyor, teorik tartışmaları derinlemesine metin analizleriyle yürütüyor. Uzun bir gecikmenin ardından da olsa, Türkçede okunulacak, tartışılacak olması sevindirici ve bilhassa Türkçe edebiyat eleştirisiyle ilgilenenlere yeni söylem imkânları sunmasını umuyorum.
Mimesis’in dışında adını kısaca anmak istediğim bir “o kitap” daha var: Tarihi Kırıntılar. Okuru bir inandırıcılık sorunuyla meşgul etmeden, dilin de bir krizin parçası olduğu yerde “utanma”yı sıkça hatırlattığı ve gerçek olanın şiddetine yaklaştırdığı için Barış Bıçakçı’ya teşekkür ederim.
Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri
Erich Auerbach
Çeviri: Herdem Belen, Hüseyin Ertürk
İthaki Yayınları
GAYE BORALIOĞLU
Son günlerde üst üste okuduğum üç romandan, Normal İnsanlar (Sally Rooney), Nickel Çocukları (Colson Whitehead) ve Kayıp Çocuk Arşivi’nden (Valeria Luiselli) hangisini konu edeceğim konusunda uzun süre kararsız kaldım. Tek bir şey seçmek gerektiğinde her zaman sorumluluk daha büyük oluyor.
Her üç kitabın da kendine özgü parlaklığı var, okuduğum için çok memnunum ama sanırım burada, bugün Nickel Çocukları’ndan söz etmek istiyorum. Bu seçimin iki nedeni var.
Birincisi Nickel Çocukları kurgu açısından daha dengeli. Güçlü bir hikâyeyi sade bir dille anlatma başarısını göstermiş. Sürprizli, samimi ve aksayan hiçbir şey yok. Bu anlamda Kayıp Çocuk Arşivi’ni okuyucuyu hırpalayacak ve dolayısıyla edebiyat zevkini azaltacak kadar “fazla” katmanlı ve oyunlu bulduğumu, Normal İnsanlar’ı ise aksine her ne kadar ayrıntı zenginliği ve inceliklerle dolu olsa da zihnimizin dünya meselelerine bunca açık olduğu bir dönemde yalnızca kadın-erkek ilişkisine odaklandığı için biraz “lüks” olarak nitelediğimi itiraf etmeliyim.
Bu anlamda Nickel Çocukları bir okur olarak beni daha çok tatmin etti. Dünya meseleleriyle, ırkçılıkla, faşizmle, insan onuru, haysiyetiyle, bireysellik-toplumsallık ikilemiyle sıkı sıkıya bağlı, geçmişi anlatmasına rağmen zamanlar üstü bir dil kurmayı başarabilmiş bir roman. Aynı zamanda hakikat-edebiyat ilişkisini yeniden tartışmamız için de bir imkân.
Nickel Çocukları gerçek bir olaya dayanıyor, bir gazete haberine. Birkaç yıl önce Florida’da kentsel dönüşüm için yapılan kazılar sırasında bir okulun bahçesinde insan kemikleri bulunuyor (Bize de ne kadar tanıdık değil mi?). Bu kemikler siyah ve beyazların birlikte kaldığı bu okulda bir zamanlar ne kadar vahim olayların yaşandığına işaret ediyor. O gazete haberini kaç kişi okumuştur, okuyanlar bu olayın insani, şahsi boyutları üzerine ne kadar düşünmüştür bilemiyoruz ama Pulitzer ödüllü Colson Whitehead sayesinde o ıslahhanenin yakıcı sorunları, bir gazetenin okurlarının sayısını çok aştı, dünyanın dört bir yanına yayıldı ve böylece Nickel çocuklarıyla ve onlara benzeyen başka çocuklarla dertdaş olan milyonlarca kişi oldu.
Roman gazete haberinden ilham alarak açılıyor: Florida eyaletinin başkenti Tallahassee yakınlarında bir okulun bahçesindeki kazı çalışmalarında üzerinde saçma izleri bulunan insan kemikleri, kırılmış kafatasları bulunuyor. Buradan yola çıkarak, hayatının bir bölümünü o ıslahevinde geçirmiş olan Elwood Curtis bizi 1962 yılına götürüyor. Elwood babaannesiyle birlikte yaşayan, kendini yetiştirmeye meraklı, idealleri olan 15 yaşında bir delikanlı. Yazarın deyişiyle Martin Luther King’in düşüncelerini açıkladığı bir plak sayesinde “hakikatin çıtırtısını” duyan bir çocuk. Günün birinde basit bir suç işleyip siyah ve beyaz çocukların birlikte kaldığı bir tür ıslahhane olan Nickel’e düşüyor. Yazar Elwood aracılığıyla öncelikle siyahların eziyet gördüğü fakat bu kadarla da sınırlı kalmayan, eril dünyanın kemik sızlatan şiddetini gözümüzün önüne seren bir kötülük atmosferini anlatıyor. Öfke ve aynı zamanda merhamet duyuyorsunuz. Böyle bir ortamda kolayca mağdur faile, fail mağdura dönüşebiliyor; romanın gerilimi büyük oranda bu hakikatle kuruluyor.
Yazar romanın dilini oluştururken oldukça sade bir anlatımı tercih etmiş, büyük duygusal iniş çıkışlar yaratmamaya özen göstermiş, bu mesafeli dil gerçeklik duygusunu güçlendiriyor, okuyucu üzerindeki etkisi oyunlu bir dilden daha yüksek oluyor.
Nickel Çocukları, bir bellek romanı, lezzetli bir edebi anlatım ve kötülükten nasıl umut derlenebileceği üzerine düşünen bir deneme. “Hakikatin çıtırtısını” duymak isteyen herkese tavsiye ederim.
Nickel Çocukları
Colson Whitehead
Çeviren: Begüm Kovulmaz
Siren Yayınevi
FERİDE ÇİÇEKOĞLU
2018’in Aralık ayında yayınlanan Asuman Suner’in Hong Kong-İstanbul: Şehri Şahsileştirmek kitabını 2019’un ilk ayları boyunca durup durup okudukça – ve okuyup durdukça – Asuman’la ikimizin şehirle ve hele Taksim’le, Taksim’deki Gezi pastanesiyle kesişen kişisel tarihçemizi de anmadan edemedim. Orada tanışmıştık. 2006’nın Mayıs ya da Haziran ayı olmalı, Hayalet Ev yeni yayınlanmış, kitabı çok sevmişim, tanışmak istemişim, Metis Yayınları’ndan, sevgili Semih Sökmen’den Asuman’ın telefon numarasını alıp aramışım, buluştuk. O ilk buluşmada ne Taksim’in daha neler yaşayacağından, ne de her ikimizin orada yaşananlara atfen daha neler yazacağından haberimiz yok henüz. Ama o buluşmada İstanbul ve Hong Kong üzerine konuştuğumuzu çok iyi hatırlıyorum. Zaten Hayalet Ev biraz da bu iki şehre, Asuman’ın oradaki ve buradaki yeni sinemayı birbirinin merceğinden okumasına dairdi. Konuşmayı daha da şahsileştirsem, kızıma ve onun adını aldığı doktor Hüner’e de değinebilirim ama ben en iyisi şahsileştirme mevzuunu şehirle sınırlayıp Hong Kong – İstanbul kitabına döneyim.
Ben böyle anılarla içiçe kitabı başucu kitabı yapmış, açıp açıp bir baştan, bir sondan, oradan buradan usul usul okumaya devam etmekteyken, 2019 Haziran ayı rüzgar gibi gelip iki şehrin hissiyatını yine birbirine bağladı. Hong Kong’da barışçıl gösterilerle başlayan protestolarla, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi için yenilenen seçimlerde her şeye rağmen ve yine engellenmeye çalışılan adayın kazanması aynı devasa kıtanın iki ucundan dünyanın geri kalanına ısrarla baş kaldıran bu iki liman kentini bir kez daha aynı duyguda buluşturdu. Sanki Asuman’ın kitabı bu buluşmayı çağırmıştı. İstanbul’daki 2013 Gezi direnişiyle Hong Kong’daki 2014 Şemsiye Hareketi’ni aynı kitabın çatısı altında, her iki şehrin tarihçeleri, edebiyatı, hüznü, sevinci, kederi, neşesi, gençleri, öğrencileri, esprileri, yazarları, mimarları, sanatçıları, bienalleri, trafiği, gürültüsü, ışıkları, kafeleri, müzeleri, bir şehri şehir yapan nesi varsa her şeyleriyle buluşturan Asuman sanki her iki şehre seslenmiş, hadi bakalım, bu Haziran’da her ikinizi bir kez daha görelim, demişti.
Şimdi 2019’un sonlarında bütün yıl başucumda duran kitabı bir kez daha baştan sona gözden geçirirken “Son Bakış” bölümünde duraklayıp üst üste çakışan o tekinsiz imgeleri tekrar hatırlıyorum: Hong Hong’a 1925’ten 1998’e kadar hizmet vermiş Kai Tak uluslararası havalimanının “Kai Tak Kalp Krizi” diye tanımlanan inişlerine dair fotoğraflarla, Boğaz’dan geçen devasa gemilerin ve zaman zaman yaşanan kazaların fotoğrafları: “Alçak açıdan çekilmiş yoğun trafikli bir cadde, yüksek binaların arasında kamyonetler, taksiler, motosikletler, yayalar ve inşaat halindeki bir binanın tepesinde çalışan işçilere neredeyse sürtünerek geçen dev bir uçak kanadı... Diğer yanda, Boğaz’da dümeni kitlenip karaya oturmuş tankerlerin farklı açılardan çekilmiş fotoğrafları... Kırmızı aşı boyalı bir yalının parçalanmış ön cephesine dayanmış siyah devasa bir duvar gibi görünen 225 metrelik tankerin burun kısmı... Ahşap oymalı pembe yalının içine kadar girmiş, kendisinden bir kaç kat büyük kırmızı-beyaz kuru yük gemisi.” (236-236)
Yıl sonu temizliği sırasında bu satırları okuyunca kitabı yerinde bırakmaya, bir yıl daha yine başucu kitabı yapmaya karar verdim: Sadece her iki şehri birbirinin merceğinden görebilmek için değil, şiirsel diliyle her iki limanı geçmişten geleceğe birer hikâye anlatıcısı gibi kurgulayan kitaptan 2020 için yeni maceralar, yeni şemsiyeler ve yeni espriler bekleyebilmek için.
Hong Kong – İstanbul: Şehri Şahsileştirmek
Asuman Suner
Metis Kitap
YASEMİN ÇONGAR
Canımın yandığı, dikkatimin sürekli şerit değiştirdiği, kekeme okumalara mahkûm bir yılda elim daha ziyade deneme ve anılara gitti, romanlar bir iki istisna (mesela gerçek olaylardan mülhem Nickel Çocukları) dışında hep fazla plastik geldi bana. Yakınlarda okuduğum kurmaca olmayan (ya da kurmaca olmayabilecek) anlatılar arasında, derdiyle ve diliyle beni en çok etkileyen Türkçe kitap Barbarlarla Beklerken’di. Barbarların arasında yürürken sahtekâr aynalardaki sahte imajlarımıza kanmak, bu imajlarla birbirimizi kandırmak artık ne mümkün! Araziye uymadık mı? Barbar değil miyiz? Bu yer ve zaman, kendinden memnun bir sesle anlatılabilir mi? Anlattığına benzemeyen, anlattığının altında ezilmeyen bir anlatıcıya bugün artık kim inanır? Utanmaksızın yazılan, utanmadan okunabilecek metinler varoluşumuza ilişkin ne söyleyebilir ki bize? Mehmet Mahsum Oral’ın kitabını, hem bu soruları kışkırtan dürüstlüğü nedeniyle hem de bu dürüstlüğün kaçınılmaz bir sonucu olarak “burada, şimdi” var olmanın ifade biçimlerini genişletmeyi denediği için çok sevdim.
Barbarlarla Beklerken
Mehmet Mahsum Oral
Everest Yayınları
KEREM EKSEN
Modern edebiyat tarihini Avrupa’nın batısında başlayan bir hikâye gibi düşünmeye alışkın olduğumuzdan, Macaristan, Polonya, (eski) Çekoslovakya gibi ülkeleri bu parlak anlatının ikincil coğrafyaları gibi görmeye eğilimli oluyoruz. Bu ikincilleştirici bakışın hâkimiyetini sarsan Milan Kundera ya da Witold Gombrowicz gibi önemli istisnalar olmuyor değil; onları nispeten uzunca bir süredir rahatlıkla “Batı Kanonu” başlıklı listelere dâhil edebiliyoruz. Ancak bunun da bir şekilde Fransız edebiyat ortamının desteği ve onayı sayesinde mümkün olabildiğini hesaba katmak durumundayız.
Bir süredir durumun değişmekte olduğunu, bu coğrafyadan çıkan birçok önemli yazarın edebî beğeni dünyamızda kendi ağırlığı ve ışığıyla var olduğunu söyleyebiliriz: Peter Nadas, Peter Esterhazy, son Nobel’in sahibi Olga Tokarzscuk, Imre Kertezs… Ve mutlaka, ama mutlaka büyük Çek yazar Bohumil Hrabal… Hrabal’i Türkçede ilk önce en ünlü romanlarından biri sayılan Sıkı Kontrol Edilen Trenler ile tanıdık. (Ve kabul etmek gerekir ki birçoğumuz onun adını ilk kez Kundera’nın övgü dolu cümlelerinde okuduk.) Türkçede geçtiğimiz yıl yayımlanan ve genellikle yazarın başyapıtı olarak görülen (1977 tarihli) Gürültülü Yalnızlık, Hrabal’le daha yakından tanışmamız, onun modern edebiyat haritasındaki özel ve kendine has yerini saptayabilmemiz için bulunmaz bir fırsat. Hrabal, bir kâğıt sıkıştırma atölyesinde çalışan baş kahramanının zihninin içinde dolaştığı bu küçük ama yoğun romanda, düzyazının (ve özelde birinci tekil şahıs anlatımının) imkânlarını büyük bir yaratıcılıkla kullanıp genişletiyor. Bu sayede okurda hem müthiş bir atmosfer etkisi yaratmayı, hem de zihinsel deneyimin rüyalar, sanrılar, hisler ve fikirlerden müteşekkil farklı katmanları arasında büyük bir dinamizmle gidip gelmeyi başarıyor.
Gürültülü Yalnızlık
Bohumil Hrabal
Çeviri: Elif Gökteke
Notos Kitap
YANKI ENKİ
2019’da okuyup en çok etkilendiğim kitap, Meksikalı yazar Cristina Rivera Garza’nın Tayga Sendromu adlı kısa romanı oldu. Orijinal eserin yurtdışında çıkmasından beri heyecanla beklediğim bu karanlık kitap Banu Karakaş çevirisiyle Yüz Kitap tarafından yayımlandı. Biraz dedektif öyküsü, biraz da gerilim unsurları taşıyan bu eserin farkı, hangi türe ait ya da yakın olduğundan ziyade kendine has üslubunda ve minimalizminde yatıyor. Yazar, muammalarla dolu hikâyeyi aktarırken susma hakkını sonuna kadar kullanıyor; hem olay örgüsünü hem karakterlerin ruhani dünyasını hem de gerçekliğin içine sızan düşselliği sözcüklerle boğarak değil, usul usul anlatıyor. Son zamanlarda bu tarz eserlerin Meksika ya da Latin Amerika’dan daha çok çıkması da ayrı bir ilgiyi hak ediyor aslında. Tayga Sendromu, belki kısacık bir roman ama bıraktığı tuhaf etki uzun sürüyor.
Tayga Sendromu
Cristina Rivera Garza
Çeviri: Banu Karakaş
Yüz Kitap
AHMET ERGENÇ
Bu yıl beni çok heyecanlandıran edebiyat olayı Mehmet Mahsum Oral’ın deneysel anlatısı Barbarlarla Beklerken oldu. Keskin bir dil hassasiyetiyle yazılmış bu parçalı ve sıçramalı anlatı, dilin edebiyat için hayatî önemini hiç unutmuyor. Bu bir "yolculuk" ya da sürüklenme hikâyesi, garip, arızalar çıkaran bir gezgin (ya da aylak ya da "flanör") var burada: hayalî ya da gerçek sokaklarda dolaşırken aslında kendi zihin koridorlarında ve dilin tuhaf kıvrımlarında da dolaşan gezgin-anlatıcının, kırık dökük, mırıltılı bir dille anlattıkları hem bir dil araştırmasını hem de şehir-hayat araştırmasını içeriyor, filozofça bir araştırma. Politik olanı gündelik detaylarda ve dilin kendisinde arayan bu poetik ve barbarca metnin etkisini hem dilde hem de sosyolojik ve tarihsel malzemede açılan bir çukur olarak da tanımlayabilirim. Bu çukur içinde, "anlaşılmaz bir dille konuşan" anlamında "barbar" kelimesinin hakkını veren bu küçük ve yoğun anlatı, "en iyi kitaplar bir tür yabancı dille yazılmıştır" diyen Proust’un kast ettiği anlamda da iyi edebiyat. Dilin kendisinde arıza çıkarması ve Kavafis, Coetzee gibi diğer barbarlık anlatılarına gönderme yapması da cabası. Lale Müldür’ün retorik sorusu “Anne Ben Barbar mıyım?”ına da açıkça "evet ben, barbar" diye karşılık veriyor. Oral’ın bundan sonra neler yazacağını da heyecanla bekliyorum. İyi haber: “edebî avangard is not dead.”
Barbarlarla Beklerken
Mehmet Mahsum Oral
Everest Yayınları
SEDA ERSAVCI
Camille Bordas Birlikte Yaşamanın Yolları’nda herkese ait olanı gösterişten uzak bir dille, insanın içine işleyen incecik bir hüzün ve ona bir gölge gibi eşlik eden daimî bir nükte ve mizahla anlatıyor. Size kendi meskeninizi, yılların ardında kala kala aşınanları hatırlatıyor, hiç görüp yaşamadıklarınız kadar yaşadıklarınızı ve içlerinde saklı olan anlamı gösteriyor. Bu yüzden benim kitabım hayattan eksilenler ve hayata eklenenlerle özünde bir büyüme öyküsü olan Birlikte Yaşamanın Yolları.
Birlikte Yaşamanın Yolları
Camille Bordas
Çeviri: Betül Cevahircioğlu
Siren Kitap
SÜREYYYA EVREN
Ruth Kinna’nın kitabı The Government of No One: The Theory and Practice of Anarchism aşağıdan siyasetin olasılıklarına bakagelenler için yılın kitabıydı. Bu kitabın başlığı pekâlâ kısaca Anarşizm veya Anarşizmin Tarihi de olabilirdi. Anarşizmin tarihini, teorisi ve pratiğiyle toparlayan tek tek kitaplarla anarşist veya anarşizan yazarların teorik pozisyonlarını sergilemeleri eski bir gelenektir. Ruth Kinna da buna uydu. Kitabın Penguin tarafından basılmış olması ve geniş dağıtıma girmişliği de anarşizm tarihinde hangi kitap yaygındı, hangisi marjinal dağıtımdaydı çok konuşulduğu için bir veridir. Ruth çok uzun yıllar günümüz anarşizmin akademideki bir numaralı adresi olan Anarchist Studies dergisini yönettiği için, ve farklı disiplinlerden pek çok araştırmacıyı biraraya getiren uluslararası ASN (Anarchist Studies Network) konferanslarından çok sayıda organize ettiği için anarşizm etrafındaki güncel teorik zenginliğe çok yakın bir kitapla çıkmış sahneye. Benim de doktora tez hocamdı Loughborough’da, o yüzden ayrı muhabbetle elime aldım elbette. Kitabın böyle kısaca geçerken en kritik tarihyazımı farklarından biri olarak herhalde kritik figürlerin yaşam öykülerinin birer “ek” olarak değil ama ana hikâyenin öğeleri olarak düzenlenmiş olması diyebilirim. Türkiyeli okur için tartışmalı sürprizler de var içinde.
The Government of No One: The Theory and Practice of Anarchism
Ruth Kinna
Penguin Books
ELİF KEY
2019’da tanıdığım-tanımadığım kitap eleştirmenlerinin genellikle ve hattâ bazen sadece erkek yazarların kaleme aldığı kitaplara dair, uzun uzun röportajlar, uzun uzun değerlendirmeler yaptığını fark ettiğimden beri -kimbilir belki de kendi çapımda bir direniş içine düşüp- sadece kadın yazarları okumaya başladım. Buna dair Financial Times'da Alice Fishburn’un kaleme aldığı bir makale, ardından Instagram’da bulduğum ‘kadınlarneyazmış’ hesabını bulmam bir tesadüfü yaşamadığımı kanıtlayacak nitelikteydi. 2019’da daha önceden tanıştığım ama her şeyini okumamış olduğum Elizabeth Strout’un bütün kitaplarını okumanın yanı sıra, yalnızlık, karamsarlık, aşklar, barışmalar hakkında nefis öyküler yazan Lucia Berlin’le tanıştım (A Manual for Cleaning Lady). Gaye Boralıoğlu’nun Dünyadan Aşağı adlı romanını başucumdan ayırmadım.
Rachel Cusk’ın bir tek karaktere odaklanmayıp, sadece başkalarının hikâyelerini dinlediği ve bunları yazdığı üçlemesi (Outline-Kudos-Transit / Çerçeve, Geçiş, Övgü) yaşadığı boşanma sürecini kaleme aldığı Aftermath ve ailesiyle geçirdiği A Summer in Italy’de yazar her defasında aslında bizi başka insanlarla tanıştırırken, belki de kendiyle tanıştırıyor diye düşünüyorum. Cusk sürekli bir çerçevenin ve onun içini doldurmanın peşine düşüp, beni de kendi çerçevelerimle başbaşa bırakıyor. Yazdıklarını okuyup da "Bunu ben de yazardım" diyen çok olabilir, çünkü çok bildik şeyleri, çok bildik, tanıdık insanları, ilişkileri yazıyor. Ancak Cusk çok iyi bir terzi, birbirine bağladığı öykülerde teğel izleri, hani "Koşarsan belli olmaz" derler ya, bazen de bol gelen hikâyelerinde öyle bir tempo tutturuyor ki hikâyenin pot yapıp yapmadığı belli olmuyor.
Bütün kitapları
Rachel Cusk
Yapı Kredi Yayınları
NİLÜFER KUYAŞ
2019 yılında beni etkileyen ve önemsediğim kitaplar arasında iki tanesi başta geliyor. Feride Çiçekoğlu’nun İsyankâr Şehir kitabı ve Bülent Batuman’ın Milletin Mimarisi adlı çalışması.
Batuman, İslamcılık ile yapılı çevre arasındaki mevcut ilişkiyi bir “yeniden ulus inşası” olarak tanımlıyor. Bir başka deyişle, yeni bir hegemonya inşası olduğunu söylüyor. Cumhuriyet’in seküler ulus inşasına karşı bir alternatif.
AKP iktidarının oluşmasında kentselliğin rolü bu tezin ana damarı. Siyasetin hem kamusal alanda, hem de mekânsal ve mimari bağlamda üretilmesi Batuman’a göre gündelik yaşamı İslamileştirmekle elele giden bir süreç. Baştan tasarlanmış ve kendiliğinden işleyen bir proje değil, çeşitli aktörlerin mücadeleleriyle biçimlenen bir süreç. Kitabın alt başlığı bu açıdan çok açıklayıcı: “Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekân Siyaseti.”
Cami mimarisinde küresel bir iddiayı simgeleyen formlara doğru gidiş, çok sert bir neoliberal iskân ve konut politikası, kamusal mekânın dönüşümü, ona koşut olarak yaygın bir kentsel dönüşüm ve nihayet Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi'nde vücut bulan, kamusal mimari yoluyla islamcı/milliyetçi bir temsil arayışı, Batuman’ın kitabını temellendirdiği dört ana eksen. Dindarlığı yaymaktan, kuvvetler birliğine giden bir siyasi yapı inşa etmeye kadar bir yelpazede ele aldığı olgular, şu anda hayatımız şekillendiriyor. Çok önemli bir çalışma bence. Her gün içinde yaşadığımız ideoloji, yıkım ve yapım karmaşasında toplumun nasıl bir rıza üretme iradesiyle başa çıktığını yahut çıkamadığını çok güzel anlatıyor.
Batuman gerek camilerde bir yenileşme hareketi olarak kadınlar için daha rahat koşullar yaratma hamlesi bağlamında, gerek Başakşehir gibi konut yerleşkelerinde kadınların bazı toplumsal davranışları açısından, kadınlara ilişkin bir çok örnek verdiği halde, ele aldığı meselede "kadınların temel rolü nedir" sorusunu ayrı bir başlık olarak ele almamış, bu bence çalışmasının tek zayıf yanı.
Öte yandan Feride Çiçekoğlu’nun, hem bir mimar hem de bir sinemacı-yazar olarak kaleme aldığı İstanbul üçlemesinin üçüncü kitabı, İsyânkar Şehir, bu sefer rıza değil, isyan bağlamında, tam da kadınların bugün nerede ve nasıl bir durumda olduklarını ele alan bir çalışma, üstelik bunu son dönemin kadın yönetmenlerinin elinden çıkan filmlere gönderme yaparak gerçekleştiriyor.
İstanbul’un belli mekânlarında, gerek çocukluğundan, gerek şimdiki yaşantısından bazı toplumsallaşmaları, bir araya gelişleri çok güzel yazdığı bölümleri de kitaba serpiştiren Çiçekoğlu’nun meselesi, kadınların üzerlerindeki bütün baskıya rağmen “şehre çıkma” iradesi, bir başka deyişle kapalı evden çıkıp kamusal alanda yer alması, yani bağımsız ve özgür olmak yolundaki başkaldırısı.
Kitabın alt başlığı da ana tezini özetliyor zaten: “Gezi Sonrası İstanbul Filmlerinde Mahrem İsyan.”
Yazarın metrobüs yolculuğunda rastladığı yeni yetme kız çocuğunu canlı bir simge gibi izleyişi, kitabın unutulmazlarından.
Her iki kitap da içinde yaşadığım şehri ve dönemi daha iyi anlamak, daha iyi okumak açısından benim için ufuk açıcıydı, hattâ dönüştürücüydü diyebilirim.
2019’da bana büyük mutluluk vermesi açısından yılın kitabı ise, Marianna Yerasimos’un İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni: Tarifler, Hikâyeler, Anılar. Ağız sulandırıcı yemek tarifleri ve tadına doyulmaz aile anıları çok güzel ve tam ölçüsünde harmanlanmış.
Kayseri, Karaman, Kapadokya, Arnavutluk, hattâ Venedik’ten kopup gelen göçle oluşan ve İstanbul’da köklenen bir ailenin hikâyesi. Osmanlı kültürü ve mutfağını daha önce de çok güzel işlemiş usta bir tarihçinin elinden çıkması ayrıca önemli. Bu tariflerden birkaçıyla yeni yılı kutlamak ve 2020’de yolculuğa devam etmek güzel olacak.
1) Feride Çiçekoğlu
İsyankâr Şehir
Metis Kitap
2) Bülent Batuman
Milletin Mimarisi
Metis Kitap
3) İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni: Tarifler, Hikâyeler, Anılar
Marianna Yerasimos
Yapı Kredi Yayınları
HANDE ÖĞÜT
Bu yıl, beni çok etkileyen, yayımlanmasından mutlu olduğum kitap, Silvia Federici’nin, Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar adlı çalışması oldu. Özellikle kadına yönelik şiddet konulu yazılarıma referans ve esin olan Federici’nin bir önceki kitabı Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim’in bir devamı ve ayrıntılandırılarak güncellenmiş hali olan kitap, yazmakta olduğum yoga ve feminizm konulu kitap için eşsiz bir kaynak oluşturdu; elbette öncelikle bunun için etkiledi. Zira ilk kitabında cadı avlarının bir devlet politikası haline getirilişini araştıran Federici, yeni kitapta sermaye birikimini ve cadı avlarını yeniden düşünüyor; ama bu kez sadece Avrupa ile sınırlı değil. Şiddetin küreselleşmesi bağlamında günümüzde Hindistan’daki Sati pratiği ve çeyiz cinayetlerine, Afrika’daki büyücü kadın ve cadı avlarına değiniyor. Federici’nin belirttiğine göre, Avrupa’daki cadı avlarının aksine bugün Afrika ya da Hindistan’da yaşanan cadı avları, yargıçların, kralların, papaların işi de değil. Ancak kadına yönelik şiddet bağlamında her ikisi de ortak özellikler taşıyor ve geçmişteki zulmü, mevcut zulümle bağdaştırarak buna tarihsel bir süreklilik kazandırıyor.
Cadı avlarına; ilksel birikim dönemi, seküler ulus-devletler ve kapitalist rasyonelleşme süreci eksenlerinde Marksist feminist bir bakış açısıyla yaklaşan Federici’yi önemli kılan, İlksel Birikim tarifinin, Marks’ta eksik olan bir dizi tarihsel olguyu içermesidir. Federici, bu dönemle birlikte cinsiyete dayalı yeni bir işbölümü ile, kadınların ücretli işten dışlanmalarına ve erkeklere tabi kılınmasına dayanan yeni bir patriyarkal düzenin kuruluşunun gerçekleştiğini belirtir ve bu tarihsel/düşünsel perspektifte kadına yönelik şiddeti analiz eder. Aynı zamanda, kadın bedeni üzerinden kurgulanan eril politikaları ve dildeki cinsiyetçiliği de tartışır. Cinsiyete dayalı baskının nasıl bir işlevi olduğunu anlamak istiyorsak, kadınları tanımlamak ve aşağılamak için kullanılan kelimelerin tarihinin izini sürmek gerektiğini belirten Federici "dedikodu"nun bu bağlamda sembolik olduğunu vurgular.
Ortaçağ’a kadar kadınlar arasındaki sohbetleri, dostluğu ifade eden dedikodu, Ortaçağ’dan itibaren erkekler tarafından tehlikeli, boş gevezelik, bayağılık ve arkadan söz söyleme olarak adlandırılmış ve böylelikle terimin olumsuz yan anlamları türemeye başlamış. 1500’lerin ortalarından itibaren kadınların sohbet etmek için bir araya gelmelerini yasaklayan bildirgeler yayınlanır, "dedikoducu" kadınlara yönelik türlü cezalar tasarlanır ki bunlardan en acımasızı, kadınların dilini paramparça eden "dedikodu yuları" denilen metal kafestir.
Federici’ye göre bu dönüşüm, ailede ataerkil otoritenin güçlenmesi, kadınların esnaflıktan ve loncalardan dışlanması ve bununla birlikte "yoksulluğun kadınlaşması"na yol açan toprak çitlemeleri süreciyle birlikte gerçekleşir ve dinin kışkırtmasıyla kadına dair olan her şey ötekileştirilir.
Erkek egemenliğine kayıtsız şartsız itaat etmeli, sorgulamamalı, diğer kadınlarla bile kendilerine yönelmiş erkek şiddeti hakkında konuşmamalı, kendi aralarında gülüp eğlenmemeliydi kadınlar. Geçmişten günümüze bu durum değişmedi. Federici, toplumda herkesin duymaması gereken ama insanların itibarlarını yerle bir edecek bilgilerin dolaşımı tartışmasız biçimde "kadın muhabbetidir" derken, hem kadını aşağılayan, hem de cinsiyetinden ötürü küçümseyen bir bakış açısının günümüzde de geçerli olduğuna işaret ediyor.
Federici, her kitabını heyecanla, öğrenerek okuduğum önemli bir araştırmacı. Ne Marks’ın ne Foucault’nun ne de bir başka çağdaş erkek düşünürün, beden politikaları, şiddet ve sınıf veçhelerinde değindiği, analiz ettiği kadına yönelik şiddet ve cadı avları üzerine çalışıyor, yazıyor, karanlığa itilen gerçekleri gün ışığına çıkarıyor, kadınların hikâyelerini seslendiriyor ve belleğin feminizm için önemini bir kez daha hatırlatıyor.
Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar
Silvia Federici
Çeviren: Bilge Tanrısever
Otonom Yayıncılık
CAN SEMERCİOĞLU
Bazı yazarlar okurları için daima etkileyicidir. Sadece yazdığı kitaplar değil, verdiği söyleşiler, konuşmaları, sosyal medya gönderileri ve hattâ hakkındaki dedikodular dahi okuru etkiler ve yaşamında bir iz bırakır. Haruki Murakami de benim için etkileyici ve ilham veren bir yazar. O yüzden 2019 yılında beni en çok etkileyen kitap Murakami'nin Mesleğim Yazarlık adlı deneme kitabı oldu. Bu kitapla sadece Murakami'nin yazarlık serüvenini öğrenip tatmin olmakla kalmadım, yazarlığın kişinin hayatında nasıl bir yere sahip olabileceğine dair bir duygu da edindim. Yazarlığı "Amma büyük adamım ben" diye değil, gündelik ve sıradan bir eylem olarak tanımladığı için bu kitabı çok sevdim. Mesleğim Yazarlık'ı okuyup bitirdiğimden beri elime arada sırada alıp karıştırırım, değindiği bazı hususlar üzerine kafa yorarım. Mesleğim Yazarlık'ın beni en çok etkileyen yanı üzerimde anlık değil, uzun vadeli bir etkisinin olması.
Mesleğim Yazarlık
Haruki Murakami
Çeviren: Ali Volkan Erdemir
Doğan Kitap
SANEM SİRER
Bu yıl beni etkileyen pek çok kitap okudum, ama bu seçkide bunlardan sadece birini, Argonautlar’ı anacağım. Bu kitabı yayımlandığı sene özgün dilinde okumuş, belki gereğince vakit ayırmadığımdan, belki de hazır olmadığımdan üzerinde durmamıştım. Bu sene ağır bir grip nedeniyle yatak döşek yatmak zorunda kalınca Türkçesini karıştırmaya başladım ve bu küçük fakat tesirli metinden bir türlü kopamadım… Şair Maggie Nelson’ın yaşamından yola çıkan Argonautlar anneliğe dair bir sorgulama olarak geçse de ben, bu veçheye odaklanmak yerine metnin içerdiği döngülerden, o döngülerin bir parçası olarak doğumdan ölüme varan yolculuktan, o yolculuğun kapsadığı farklı manzaralardan hoşlandım. Bedeni, benliği ve kimliği taze ve dürüst bir bakışla ele alan, birlikteliği ve tek başınalığı cesurca irdeleyen, aile kavramını sorgulayan ve şimdinin zemininde varoluşu, varoluşun sancılı ve sihirli sürecini betimleyen bu kitap, geçen sene okuduklarım arasında bende en çok iz bırakanlardan biri; sevgi ve sefaletle yazılmış, hakikatle dokunmuş bir seyahatname, ufuk açıcı bir metin: “İnsanın bir şeyi defalarca yeniden bilmesi icap eder bazen. İnsan unutur bazen ve sonra hatırlar. Sonra tekrar unutur ve sonra tekrar hatırlar. Sonra yine unutur. Malumat için olduğu kadar mevcudiyet için de geçerli bu.”
Malumat ve mevcudiyet için, hatırlamak için… Tavsiyemdir.
Argonautlar
Maggie Nelson
Çeviren: Selin Siral
Kolektif Kitap
SEVAL ŞAHİN
2019'da beni etkileyen kitaplardan biri Jacques Rancière'in Kurmacanın Kıyıları. Rancière, Kurmacanın Kıyıları'nda edebiyat ve bilime yaklaşımda Aristoteles'in Poetika'sındaki ayrışmanın giderek nasıl ters-yüz edildiğini, neden-sonuç ilişkisini öne çıkaran edebî esere bakışın sonrasında bu ilişkiyi muğlaklaştırarak yarattığı "yeni kurmaca"nın izlerini Sebald, Flaubert, Balzac, Faulkner, Virginia Woolf gibi yazarların eserlerinden yola çıkarak sürüyor. Bunu yaparken eserlere hiyerarşik bir alt-üst sıralamasıyla değil yatay bir düzlemde bakmanın gerekliliği üzerinde duruyor. Böylece metinleri bir öncelik-sonralık ilişkisinden kopararak anlatıcının ve kahramanın farklı bakma, görme biçimleri, bunların metnin yapısıyla ilişkisi, yapının kıyıları, pencereleri, kapıları aracılığıyla okuyor. Ona göre bu yataylık beraberinde kurmaca siyasetini getiriyor. "Hayat mı sanatı yapar yoksa sanat mı hayatı yapar" sorusuna doğrudan "kurmacanın siyaseti" adını koyarak edebiyat eleştirisinde metinleri hiyerarşilerin dışında bir okumayla demokratikleştirmek üzerine, hem de bu demokratikleştirmenin dışarıdaki hayatı da demokratikleştirebileceği konusunda fikir yürütüyor. Sanatın hayatı yapmasından öte politik bir tavır ortaya koyuyor. Bourdieu'nün kabaca konuyu düşünme şekli üzerine de düşünme olarak tarif edebileceğimiz "düşünümselliği"ni çağrıştıran bu tespitlerde metinler aracılığıyla kurulacak bir eylemlilik haline işaret ediyor. Kurmacanın Kıyıları, kurmacanın "kıyı"larında dolaşarak edebiyat tarihlerinin, eleştirinin dikkati çekmeyen "kıyı"da kimi zaman "sınır"da kalmış pencere ve kapılarla başlayan ama bunların hep bir "bakış"la birleşerek nasıl yeni imkânlar sunduğu üzerine son dönemde okuduğum etkileyici metinlerin başında geliyor.
Kurmacanın Kıyıları
Jacques Rancière
Çeviren: Yunus Çetin
Metis Kitap
ÖMER ŞİŞMAN
Sándor Márai’nin İşin Aslı, Judit ve Sonrası’nı okuyorum şu sıra. Henüz yarısındayım ama şimdiden 2019’da yayımlananlar arasında en çok etkilendiğim kitap oldu. Daha önce yazarın Buda’da Bir Boşanma’sını çok sevmiştim. Bu roman da bir boşanma teması etrafında ilerliyor. Marai’nin 89 yaşında, karısı öldükten sonra intihar ettiğini okuyunca bu temada ısrarı daha da merak uyandırıyor. Thomas Bernhard’ınYok Etme’sindeki Gambetti gibi koşulsuz şartsız birer dinleyici, karşılarında da bir nevi mindfucker birer anlatıcı var romanın üç bölümünde. Biyolojik cinsiyete göre erkek yazarların yarattığı kadın karakterlerin en güçlüleri geliyor akla okurken, Madame Bovary gibi, Nora gibi. Marai yaklaşık otuz yılda yazdığı romanında -sadece kadın karakter değil- epey akılda kalıcı bir kadın-anlatıcı yaratmış. İlişkilerdeki hem kadim hem güncel birçok konuyu çok canlı biçimde ve ruh hali değişe değişe ele alıyor anlatıcılar. Burada çevirmeni Esen Tezel’i de tebrik etmek gerek, bu duygu analizi maratonuna el freni olmadığı, eşlik ettiği belli.
İşin Aslı, Judit ve Sonrası
Sándor Márai
Çeviren: Esen Tezel
Yapı Kredi Yayınları
MEHMET FATİH USLU
İngilizce orijinali 2009’da yayımlanan bu kitap Beaumont’nun Eagleton ile yaptığı bir dizi söyleşiden oluşuyor. Öncelikle metnin çok keyifli bir okuma vadettiğini, Eagleton’un özellikle mizah gücünün etkileyici olduğunu belirteyim. Eserde bir yandan çocukluğundan başlayarak Eagleton’un hayat öyküsü kotarılırken, öte yandan Beaumont’un yetkin sorularıyla büyük edebiyat eleştirmeninin düşünce macerası eleştirel bir gözle didik didik ediliyor. Eagleton hiç şüphesiz, edebiyat eleştirisinin en üretken ve en tesir sahibi mütefekkirlerinden biri. Kitap onun Katolisizmden Marksizme, antik düşünürlerden postmodernlere uzanan entelektüel yolculuğunu seyir imkânı veriyor. Bu seyirin en önemli noktalarından biri Eagleton’un şahsi tanıklığıyla Britanya’daki fikir hayatının, özellikle de sosyalist fikir hayatının son elli yıllık macerasının gözler önüne serilmesi. Düşünür kendi eserlerini çoğunlukla bu maceranın dönüşümlerine birer cevap gibi yeniden değerlendiriyor ve tarihselleştiriyor. Netice itibariyle özellikle edebiyat öğrenci ve araştırmacıları için çok leziz, ilham ve içgörüyle dolu öğretici bir kaynak Eleştirmenin Görevi.
Eleştirmenin Görevi: Eagleton ile Söyleşi
Terry Eagleton ve Matthew Beaumont
Çeviren: Ümran Özbalcı
İletişim Yayınları
MESUT VARLIK
2019’da, yazdıklarını yıllardır yakından takip ettiğim birçok ismin yeni kitapları yayımlandı; aralarında seçim yapabilmek oldukça güç. Fakat birini seçmem gerekiyorsa; beni en şaşırtan ve bu şaşkınlığımın sevinç ve umutla beslendiği metin olarak Abdullah Ataşçı’nın Susmak Derdi kitabını söylemek isterim.
İlk kitabı Sığ Suyun Balıkları’ndan (2006) itibaren kendi dünyasını ören, kendi dünyasını ezilmişlerin, horlanmışların, yok sayılmışların, görmezden gelinenlerin coğrafyasıyla kuran bir kaleme sahip Abdullah Ataşçı. Kırık, çekingen cümlelerle başlayan yazı hayatı içinde kalemini kendi tezgâhında işledi hep. Hep başkalarını okudu, başkalarını dinledi, sonra kendi cümleleriyle metnini kurmaya, her seferinde yazıp bozup bir daha kurmaya özen gösterdi.
Romanlarıyla da hikâye anlatma konusunda ne denli ustalıklı bakış açıları geliştirilebileceğini gösteren Ataşçı, daha çok öykü üretiyor, kalemi öyküden yana meylediyor.
Susmak Derdi de bir öykü kitabı ama Türkiye tarihinden biraz haberdar her okur için aynı zamanda yüz yıldır içinden geçtiğimiz bir ülke romanı olarak da okunabilir. Cumhuriyet tarihinin bir türlü kapanmayan dosyalarına bir öykücü bakışıyla yaklaşıyor. Düpedüz bir belgeselci hassasiyeti taşıyor ve bir öykü yazarının “yamuk bakış”ıyla tarihsel ve toplumsal arkaplanı yeniden okuyor, kuruyor, yazıyor.
Böyle kuru kuru anlattığıma bakmayın, her iyi yazar gibi, yazınsal dünyasına kapılıverdiğiniz, birlikte yaşama kültürümüzü işaret etmeden göstermeyi ustalıkla başaran, sıkı bir öykü kitabı Susmak Derdi.
Abdullah Ataşçı, her kitabıyla, yazdığıyla kalemini daha yetkin hale getirmenin üzerine titreyen acemilerden. Her öyküyü başka bir dönem, başka bir şehir, başka bir üslup içinde okuyoruz ama her biri toplamda o coğrafyanın bastırılmış sesini besteleyerek sunuyor kulaklarımıza. Güncel ile tarih arasındaki yapay ayrım bir anda ve bir ân’da silikleşebiliyor; insan ile toplum arasındaki diyalektik işleyiş, bir öykücü inceliğiyle kuruluyor.
Konuşulmayan, bitmek bilmeyen, kapanmasın istenen Türkiye dertlerini bir de böyle düşünmek, bir de şu yandan bakmak ufuk açıcı ve edebiyatımızın bugünü için de umut verici. Küçük insanın hikâyesi, büyük insanın trajedisi, aile sorunları, mahalle dedikoduları, ahlakî normlar, toplumsal kodlar, ayak oyunları ve kâğıt kesiğinden küskünlükler...
Yazı masasına sadece kendi kalemiyle oturup, sadece kendi kaleminin sesiyle yazmaya devam eden yazarların varlığına şahitlik etme sevincini bir okur olarak bana yaşattığı için Susmak Derdi benim 2019 kitabımdır.
Susmak Derdi
Abdullah Ataşçı
Everest Yayınları
BAŞAK BİNGÖL YÜCE
Her kitaba aynı niyetle, aynı beklentiyle oturmuyoruz. Kişisel tarihimiz bazen bir kitabın kaderiyle çakışıyor ve sadece edebî haz için değil, meraktan, teselli aramaktan, yazarını özlemiş olmaktan da alabiliyoruz kitabı elimize. Ahmet Altan’ın İngilizcede -ve pek çok dünya dilinde- yayımlanan anı kitabı I Will Never See the World Again (Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim) tüm bunlara da karşılık geliyordu benim için.
Ahmet Altan’ın bu kitapta ne yaptığını ama daha önemlisi ne yapmadığını kitabı iki yazarın metinleriyle konuşturarak anlatmaya çalışayım. Tomris Uyar, Gündökümü'nde yer alan “Allah Kurtarsın, Ama Kimi?” adlı denemesinde Türkiye’de hapishane anılarının yaygınlaşmamış bir tür olduğunu, yazılanların da anlatısının öznesine saygı duymadığını, sesini bastırıp yok ettiğini gösterir. Uyar türün dünyadaki iyi örneklerini ise şöyle tanımlar: “ince ayrıntılar aracılığıyla insan gerçeğini yakalamaya, zenginleştirmeye çalışıyor.” Altan’ın denemelerinde de anlatısının öznelerine karşı derin bir saygı, onları kendine dönüştürmek yerine anlama çabası var. Lydia Davis’in geçtiğimiz günlerde yayımlanan denemelerinde iyi bir yazarın karmaşık karakterleri anlama çabası içinde olduğu ısrarla vurgulanıyor ve Davis, Ahmet Altan’ın anılarında gördüğüm şu özellikleri iyi yazarın özellikleri olarak tanımlıyordu: gözlem gücü, kelime ekonomisine önem vermek ve yazarın yazma edimi önündeki tevazusu.
Ahmet Altan’ın kitaptaki “The Reckoning” ve “The Writer’s Paradox” metinlerinde yazardan çok metni öncelemesi ama bunu yaparken “paradoksunu” da samimiyetle paylaşması bu açıdan önemli bir gösterge. Ahmet Altan, "The Reckoning"de bir yazarın sadece yazıları nedeniyle övülmesi gerektiğini, asla okurlarını kahramanlık şovlarıyla eğlendirmemesi, kandırmaması gerektiğini yazıyor örneğin. "The Writer's Paradox"ta da cesaret (ve nihayet yazarın kahramanlaşması) ve cesur bir yazarın personasının metnin önüne geçme ihtimali üzerine düşünüyor. Bana kalırsa, her iyi yazarın sahip olduğu çelişkilerden bahsediyor bu metinde Altan, ama o çelişkileri çözmeye çalışmıyor, aksine sahipleniyor. Bu da metnini iyi edebiyata dönüştüren bir gerilim kazandırıyor.
Denemelerdeki en önemli özellik anlatıcı sesindeki ölçülü mizah. Edebiyat dünyayı kurtarır mı bilmiyorum ama mizahın ve şefkatin kurtarabileceğini düşünüyorum ben. Ahmet Altan’ın denemelerine sızan, onları güçlendiren de bana göre bu iki öğe. Şefkat son derece pejoratif bir kelimeye de dönüşebilir aslında. Ama ben Ahmet Altan’ın kitabına şefkat edebiyatı diyeceğim, bunu derken aklıma başka yazarlar da geliyor Clarice Lispector, Sait Faik ve Selim İleri örneğin ve onların belki tespit etmesi güç ama sezilebilen dünyaya, insanlara ve kelimelere karşı şefkati.
Şüphesiz bir roman değil bu kitap ama neredeyse bol karakterli bir roman kadar zengin. Pek çok Ahmet Altan’la tanışıyor okur kitapta: zamanın geçişine kulak veren dünya yolcusu, babasını kağıttan bir kemerle gören kız çocuğunun babası, kimlik numarasını bilmeyen yazar, yüzünü aynasız duvarda arayan mahpus, koğuştaki dinleyici, ödünç mutluluk devşirici, bir gazeteden saat, adımlarından da yelkovan yapan direnişçi, yağmurun durduğu çizgiyi düşünen çocuk, terziye traş olan yazar, romanını yaşayan romancı, Penelope’ye kavuşmak için yolda kalmaya kararlı Odysseus, ölüm döşeğindeki kızına ağlayan koğuş arkadaşını utandırmamak için sessizce yatağında kıvrılıp arkasını dönen insan, beynindeki bir dala sıkıca yapışıp, o babanın hikâyesini anlatan, o anlatmazsa kimsenin anlatmayacağını bilen, bunun için dünyayı bir daha göremeyeceğini bile bile susmamayı yeğleyen entelektüel vicdan…
I Will Never See the World Again
Ahmet Altan
Çeviren: Yasemin Çongar
Other Press