Hâlâ kitabı karıştırarak almak isteyen bir kitle var: Nostalji Kitap & Kahve

Süha Hamamcı: Bizim zamanımızda her semtte bir açık hava sineması vardı. Artık yoklar. Bizim gibi kitapçılar da olmayacaklar...

Bağımsız kitabevleri dizimizin yeni durağı, yıllar içinde Pangaltı sınırlarında yer değiştirse de semtten hiç ayrılmayan Nostalji Kitap & Kahve. Yirmi altı yıldır “inatla” kitapçılık yapan Süha Hamamcı, kitabın yanına başlarda kaset, CD, sonraları kırtasiye malzemeleri koysa da kitabın hep sabit kaldığını söylüyor. Pangaltı’nın hareketli sokaklarının nispeten sakin bir aralığında bulunan Nostalji Kitap & Kahve, son iki yıldır kafe olarak da hizmet veriyor. Hamamcı ile 26 yılın nasıl geçtiğine ve bağımsız kitapçılığın geleceğine dair konuştuk.

Yirmi altı yıl, bağımsız bir kitapçı olarak ayakta kalmak için uzun bir süre. Başa dönelim, sizi bir kitapçı açmaya yönelten ne oldu?

Ben aslında İktisat Fakültesi mezunuyum. İktisat mezunu demek; hiçbir alanda uzman olmamak ama her işi yapabilmek demek. Bir iktisatçıyım ama mesleğimi hiç yapmadım. Nostalji Kitap’ı üniversiteyi okurken kurmuştum zaten, öyle de devam etti. İşin doğrusu, kitapları, kitapçılarda vakit geçirmeyi seviyordum. Ticaretle uğraşmak gibi bir şey aklımda ne zaman belirdi bilmiyorum ama herhalde üniversite öğrencisiyken para kazanma ihtiyacından doğdu. Aklıma da başka bir şey gelmedi. Bakkal ya da başka bir şey açmayı düşünmedim. İlk açtığımda, iki-üç metrekarelik küçücük bir dükkândı. Kaset, CD vardı ama kitap, o dönem için onun ayrılmaz parçasıydı. Biraz daha büyük yere geçme imkânı olur olmaz, kitap ve müzik gibi oldu. Ondan sonra kitap kaldı ama yanındaki ürünler hep değişti. Müzik oldu, film oldu, sonra kırtasiye ve oyuncak oldu, en son da kahve oldu.

Kahve ne zamandır var?

Kitap, kırtasiye ve oyuncak dükkânıydı. Kahve ve kitap hâline iki yıl önce çevirdim.

Ne oldu da kahve eklendi?

İşin doğrusu, kırtasiye ve oyuncağı ben çok da sevmemişim. Kahve ve kitap hâline dönmeyi altı-yedi yıldır düşünüyordum. Olgunlaşması için uzun bir süre belki ama artık ekonomik anlamda kendini çevirir durumdan çıkmaya başlamıştı. Dolayısıyla dükkânı yaşatabilmek ve biraz da işi sadeleştirmek adına kahveyi eklemeye karar verdim. Kırtasiye işi de diğer tüm işler gibi daha büyük alanlar, daha büyük sermaye ister hâle geldi. O iş de değişti. Doğal olarak onu terk ettim, büyük bir istekle. Ama kitap hep var.

Peki, 26 yıl nasıl geçti? Zorlandığınız zamanlar olmuştur muhakkak...

Yirmi yılın büyük bölümü zorlanarak geçti zaten.

Süha HamamcıAyakta kalmak için neler yaptınız?

Zaman zaman tedarikçilerin, zaman zaman kiracısı olduğumuz mal sahibinin, zaman zaman da banka kredileriyle ayakta kaldık. Yirmi altı yıl ayakta kalmakla geçti. Hâlâ da öyle.

İnat etmiş gibi bir hâliniz var...

Tabii, dediğim gibi başka bir iş aklıma gelmedi. Bu semtten başka bir yerde dükkân açmayı ya da başka bir şey yapmayı da hiç düşünmedim. Yanındakileri değiştiriyorum ama evet, bir inat etme hâli var. Saplantı demeyeyim, o kadar değil ama çok seviyorum.

Özellikle Pangaltı’yı tercih etme nedeniniz nedir?

İstanbul’un farklı semtlerinden biri Tatavla, en eski semtlerinden. Zaman içinde çok azalsa da hâlâ Hristiyan nüfusun İstanbul’un başka semtlerine göre daha yoğun olduğu bir semt. Son 10-15 yıldır biraz da bu yüzden öğrenci, akademisyen, bu kitlenin yaşamayı tercih etmeye başladığı bir semt hâline geldi. Dolayısıyla farklı bir semt. Ben Ümraniye’de yapmazdım, yapamazdım herhalde.

Kitabın sizin hayatınızdaki yeri nedir?

Kitap hayatımda hep oldu. Bizim kuşaktaki herkesin öyle olduğunu varsayıyorum. Kitap; eğlence, iyi vakit geçirme etkinliğiydi. Çağlayan’da bir kütüphane vardı. Okumayı öğrenir öğrenmez ablam, apartmandaki birkaç çocukla birlikte bizi oraya götürdü. Hâlâ var mı bilmiyorum ama bir devlet kütüphanesine gitmek güzel bir şeydi. Orada kitap okumak, orada bırakmak ya da ödünç almak... O dönem çocuklar için hayal kurmak, başka bir âleme gitmek, bütün bunlar sadece kitapla mümkün olabilen şeylerdi. Ondan sonra da hep okudum zaten.

Kitap okumak, temelden gelen bir alışkanlık zaten...

Evet. Bizim evimizde herhalde iki, üç raf kadar kitap vardı. Annem okurdu, babam okurdu diye bir şey hatırlamıyorum ama ablam okurdu. Hatta derslerde bile, romanı bitirmeye çalışırken yakalandığım olmuştur.

Buradaki kitaplar sizin bir süzgeçten geçirdiğiniz kitaplar, değil mi?

Büyük ölçüde öyle. Hepsi tek tek kendimin almaya, raflara koymaya karar verdiği şeyler, ricayla şununla bununla koyduklarım var ama genel olarak öyle.

Sizin kitap seçiminizdeki kriterler neler?

Popüler ürünlerin bir kısmına, istenen, tercih edilen kitaplar olmasına dikkat ediyorum. En önemlisi, yaşadığımız, içinde bulunduğumuz semtin, dokusuna, kültürüne de uygun kitapları mutlaka bulunduruyorum. Bizi belki diğer kitapçılardan ayıran şeylerden biri bu. Anadolu’nun çok kültürlü geçmişine dönük yayımlanmış kitapların tamamı demeyeyim ama büyük kısmı burada bulunuyor. Farklı kitapları bir arada bulundurmaya çalışıyorum. Pek çok insan için, özellikle o konuda çalışanlar için hepsini bir arada görmek önemli. Akla bir kitap geldiğinde, insanlar “Nostalji’ye bakalım” diyorlar. Diyelim Avustralya’dan biri geldi, kendi köyünün tarihini araştırıyor, eski bir Ermeni köyüymüş. “Pangaltı’da böyle bir yer var, oraya git” diyorlar.

İnternet üzerinden büyük indirimlerle kitap siparişi verilmesi sizin gibi bağımsız kitapçıları nasıl etkiledi?

Tabii, genel olarak oldukça olumsuz etkiledi. İnternetten en çok satılan ürünler sıralaması yapılsa, herhalde kitap ilk 10’a girer. Okuma alışkanlığı da değişiyor ama o daha yavaş. Ama satın alma, tüketim alışkanlığı daha hızlı değişiyor. İnternetten aramak, aradığın kitabı bulmak, ona ulaşmak, gerçekten büyük kolaylık. İnsanların bir kitapçıya gitmeye ya da kitapçı kitapçı gezmeye vakti olmayabilir. İnternet satışları, kitapçıdan satışın yani fizikî satış dediğimiz şeyin çok üstüne çıkmış durumda. Her yıl artıyor, artacak da. Dolayısıyla en büyük rakip demeyelim, rakip olarak görmek mümkün değil, zaten mücadele edilebilir bir şey de değil; ama yine de gidip bakıp elleyip görüp, içini bir karıştırıp kitap almak isteyen bir kitle var. Olmaya da devam edecek bir süre.

Sizin zamanınızda kitapçıya gitmek, kitap almak nasıl bir histi?

Benim 20’li yaşlarımda Beyoğlu’na gelip orada yedi-sekiz kitapçıyı gezmek, bir günlük mükemmel bir etkinlikti. Ya da kitap fuarı müthiş bir heyecanla beklenirdi. Bir kere gidilirdi, ikinci gün tekrar gidilirdi. Bütçe ayrılırdı. Şimdi onların ziyaretçi sayıları 100 binlerle ifade ediliyor ama zaman içinde onlar da düşecek. Durum bu, internet olumsuz etkiliyor.

Sizin peki kitabın satışını artırmak için yaptığınız indirimler, kampanyalar var mı?

Yok. Bu konuda internetle yarışmak da mümkün değil. İnternetteki indirim oranları gerçekten tüketici için oldukça cazip. Sebeplerinden biri de o aslında. Ben burada sadece yüzde 10 indirim yapabiliyorken, onlar çok daha fazlasını yapabiliyorlar. Yayınevleri de oralara verirken başka, bize verirken başka türlü koşullarda veriyor.

Sizin bu kadar yıl içinde bir okur kitleniz de oluşmuştur herhalde...

Öyle, evet. Yüzde 70-80’i birden çok daha fazla, yıllardır gelen, bir şey lazım olduğunda bir gidip soralım diyenler. Hatta “Oradan alalım, isteyelim gelsin” diyenler. Yer sınırlı, dolayısıyla koyabildiğimiz şey de sınırlı. Satışın belki yarısı, yarısından çoğu birkaç gün sonra teslim ediliyor.

Yine de bekliyorlar, öyle mi?

Bekliyorlar. Vakti olan bekliyor. Ben beklemezdim mesela. Yaşar Kemal’in üçlemesinin ikinci kitabı şu tarihte yayımlanıyor dediğinde, kitapçıya var mı diye sorup, yok deyince onu bulana kadar kitapçı kitapçı dolaşırdım. Bekleyemeyeni anlıyorum.

Pangaltı’daki genel kitle nasıl; kitabı seven, kitabevini sahiplenen bir kitle mi? Okurun da çabası var mı sizi yaşatmak için?

Böyle bir müşteri kitlesi var. Hepsiyle arkadaş olduk. Semtin o anlamda bir duyarlılığı olduğunu söyleyebilirim. O sayede büyük ölçüde ayakta kalıyoruz.

Yakınlarda zincir kitabevlerinin bazı şubeleri var, yenileri de ekleniyor galiba.

Evet, var. Yakında bir AVM daha açılacak. Onun içinde de muhtemelen olacak. Onlar, aslına bakarsanız, büyük miktarlarda satıyorlar ama onların başka türlü bir kitap okuyucusu var. Kitap satışı artıyor, kitap tüketicisi diyebileceğimiz, Migros’tan ya da büyük marketten “Bir şey alayım” deyip sepetine atan bir okuyucu da var. Onlar büyük ölçüde oralardan alıyorlar. Kitapla ilgili birkaç şey öğrenmek, bir şey sormak, hatta kitabın adını ya da yazarın adını bilgisayarın başındaki çocuğa harf harf kodlamak istemeyen insanlar da var.

Siz çalışma arkadaşlarınızı seçerken iyi bir okur olmasını önemsiyor musunuz?

Aslına bakarsanız, hayır. O, kriterlerimizden olsa ne kadar güzel olur. Bazı durumlarda da telefon açıp şu kitabı soruyorlar diyorlar, eğer var ise var diyorum, koordinatları veriyorum.

Kitabevine kafeyi de ekledikten sonra nasıl bir değişim oldu?

Genel olarak işler eskisine, yani bir önceki formatına göre biraz daha iyi. Ekonomik anlamda daha sürdürülebilir hâle geldi. Onun dışında da birbirini besleyen bir iş. Hatta Tutunamayanlar ya da Kürk Mantolu Madonna gibi kitaplar ve kahve fincanıyla yan yana fotoğrafını çekip Instagram’da paylaşmak için gelenler olmaya başladı.

Satın aldıktan sonra mı yapıyorlar peki bunu?

Yok hayır, sadece fotoğraf çektirmek için raftan alıyorlar. Yoksa, ne ona para vermek istiyor, ne okumak istiyor. Onu okumanın değerli, kendini farklı yapacak bir şey olduğuna dair bir duygusu var ama asla bunu yapmak gibi bir isteği de yok. Fotoğraf çektirip paylaşmak, sanki okurmuş, kahvesini içerken hep böyle yaparmış hissi yaratıyor.

Bu nasıl hissettiriyor sizi?

Kitap bir aksesuara dönüşüyor. Trajikomik diyebilirim, en iyi ifadesi bu. İnsan üzülüyor da gülüyor da. Anlıyor mu? Eh, bir yerde anlıyor da, anlamaya çalışıyor. Telefondan her şeyi öğrendiğini, her konuda bilgi ve fikir sahibi olunacağını, bunun yettiğini düşünüyor. Dolayısıyla da ona göre kitap okumak, zaman kaybettiren bir şey.

Sizce, insanları okumayı teşvik edecek ne yapılabilir böyle bir çağda? Şimdi sorsanız, herkes bir şeyler okuyor ama ne okuduğu da önemli...

Ne okuduğu da önemli, evet. Aileler çocuklar için kitap almaya geliyorlar. Eğlenceli olsun, çocuk eline alınca bırakamasın ama bilgilendirici de olsun diye bir istek var. Çocuğun elini attığı kitaba burun kıvırıyorlar. Ben neyi seviyorsa, alsın okusun, diyorum. Belki bir sonrakini de ister, belki bir sonrakinde de başka bir şey ister, diyorum. Yirmi sayfa sonra bırakacağı bir şeyi almaktan daha iyi. Ne yapılabilir konusunda, doğrusunu isterseniz, şu yapılmalı bu yapılmalı diyemem. Pek fazla bir şey yapılamayacağına karar verdim ben. Kitap okuma eyleminin günlük hayatın bir parçası, doğal, normal bir şey olması lazım. Annesi dizi izler, arkadaşlarıyla bunun muhabbetini yapar, çocuk bunu görmüş ama ailesi de çocuk okumuyor diye şikâyet eder. Evde kitap yok, anne baba eve gazete almıyor, herkes telefonda... Dolayısıyla çok bir şey yapmak mümkün değil.

Ben burada anne babalara TEOG ya da üniversite sınavı için en temel şeyin kitap okumak olduğunu, kitap okuma alışkanlığı kazanırsa eğer, sınava yüzde 60 oranında hazırlanmış olacağını söylüyorum. Diğer yüzde 40’ını da öteki kitaplardan tamamlayacağını söyleyerek ikna etmeye çalışıyorum.

Sınavda soruyu çözebilmesi için okuduğunu anlayabilmesi lazım her şeyden önce.

Kesinlikle öyle. Çocuklar üç kısa cümleden oluşan soruya, “Soru çok uzundu, okuyamadım, sonuna geldiğinde başını unuttum” diyorlar. Bunu da daha çok test çözerek aşacaklarını düşünüyorlar ama problem bu değil. Sınavlarla ilişkilendirmek de kısmen etkili oluyor.

Onun dışında, yeni çıkan kitap sayısı artıyor. Kitapçı olarak istatistiklere de bakıyorum. Satılan kitap sayısının da arttığı söyleniyor. Çocuklara ya da kitap okuma alışkanlığı olmayan insanlara “Ne okursa okusun” diyoruz. Ama tabii kime göre “nitelikli,” o da tartışılır. On altı- yirmi yaş grubunun okuduğu, bir dönem popüler olmuş bir şey var, bunlar kitap mı? Bir okur olarak çöp diye nitelendirebilirim ama kitapçı olarak da çöp diyemiyorum... Bu tür kitaplar, 200-300 bin satıyorlar.

Siz burada bestseller türünde kitapları satıyor musunuz?

Bir öğrenci grubu müşterim, kırtasiyeyken daha çok vardı. Okuldan istenen kitaplar ve yanında da o tür kitapları, ihtiyaçlarını karşılamak için o dönem sipariş eder getirirdim. Hâlâ o zamandan kalma kitaplar var.

Demin fark ettim; gelen insanlar selamlaşıyor, sohbet ediyor, bir buluşma noktası gibi burası...

Evet, öyle. Çoğu burada tanışmıştır, burada arkadaş olmuştur. Birçoğunu ben tanıyorum. Çok az insan bir iki kez gelmiştir. Çoğu insan uzun zamandır geliyor.

Küçük yayınevlerine, onların kitaplarını rafta öne çıkarmak gibi desteklerde bulunuyor musunuz?

Bu tür talepler oluyor zaman zaman. Genellikle hepsine evet diyoruz. Tabii, yayınevi kim, ne çıkarıyor diye de bakıyoruz.

Üst katınızda da bazı etkinlikler oluyor, orası aynı zamanda kütüphane olarak kullanılıyor, değil mi?

Evet, üst katta da bu kadar bir yerimiz var. Kitap satışlarını besleyen şeylerden biri de etkinlikler. Söyleşi, imza günü yapıyoruz. Burada böyle bir yer olduğunu unutmuyor insanlar, bilmeyenler de öğreniyor.

Ne sıklıkta yapıyorsunuz?

Bir periyodu yok ama eylülün 15’inden mayısın sonuna kadar bazen ayda üç, bazen bir etkinlik yapıyoruz. İletişim Yayınları’ndan ve Aras Yayıncılık’tan bizim semtin dokusuna uygun olduğunu düşündüğümüz bir kitap çıkıyor ve biz rica ediyoruz arkadaşlardan. Bazen kendileri gelip böyle bir şey yapalım mı diyorlar. Kişisel gelişim kitabıysa olmuyor ama edebiyat da oluyor zaman zaman. Onun dışında, yukarısı bir çalışma mekânı gibi. Kafe işlevi yok. Biraz daha kütüphane havası var. Kimse gidip 15 dakikada bir ne içiyorsunuz, başka bir şey ister misiniz, diye sormuyor.

İnsanların etkinliklere, atölyelere ilgisi nasıl?

Bazen çok hayal kırıklığına uğradığım oluyor tabii. Yeterince ilgi gösterdiklerini düşünmüyorum açıkçası. Genellikle araştırma-inceleme ve dediğim gibi Anadolu’nun eski çok kültürlü dönemine ait kitaplar ya da incelemeler olduğunda ilgisizlik olabiliyor. Bu konuda bir doygunluk da olabilir, bilemiyorum.

Bağımsız kitabevlerini yaşatmak için sizin bir fikriniz var mı?

Bu, önü alınabilir bir şey değil. Mahalle bakkalınızdan alışveriş yapın gibi naif bulduğum ama aynı zamanda karşılığı olmadığını düşündüğüm kampanyalar bunlar. Mahalle bakkalında eğer bir şey kalmamışsa, acil olarak o alınır ama marketten de alınır; ekonomik, daha uygun, daha fazlanın içinde seçmek gibi istek var. Kasanın yanında duruyordur, Ahmet Ümit’in kitabını alacaktır ama onu almak için böyle bir yere değil de, öyle kocaman bir mağazanın içinden almak daha cazip geliyor bazı insanlara.

Şu yapılsın, bu yapılsın diyemem, bu zaten kültürel bir mesele. Onu anlayabilecek bir atmosfer, altyapı yok bizim ülkede. Dolayısıyla da yapılacak pek fazla bir şey yok. O yüzden ona hiç kafa yormuyorum. Öyle gidiyor. Bizim zamanımızda her semtte bir açık hava sineması vardı. Alibeyköy’de de Yeniköy’de de. Artık yoklar. Bizim gibi kitapçılar da olmayacaklar. Yirmi yıl sonra olacak ama çok az sayıda.