Muzaffer Kale: Bir kişi asla tek kişiden ibaret değildir. Sait Faik Ödülü’nü almak bana yalnız olmadığımı anımsattı. Kalp tarafında, yaşıyor olmanın başka başka sıradan sıcaklıklarını duydum
02 Haziran 2016 13:50
Muzaffer Kale, ilk öykü kitabı Güneş Sepeti ile bu yıl 62'ncisi verilen Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. Güneş Sepeti bizleri hayata ve insana dair durumlara “bakmanın kırk bin çeşidiyle” baktıran, kısa kısa öykülerden oluşuyor. Muzaffer Kale ile hem aldığı ödülü, hem de öykü dünyamıza yeni bir soluk getirdiğini düşündüğümüz kitabını konuştuk.
Muzaffer Kale, bir şair. Geçmişte yayımlanmış dokuz şiir kitabı olan bir şairsiniz ve Güneş Sepeti adıyla yayımlanan ilk öykü kıtabınızla çok önemli bir ödülün sahibi oldunuz. Durum böyle olunca da ilk sorumu bizzat bu durumun kendisiyle ilgili sormak isterim. Nedir bu öykü kitabınızın hikâyesi?
Ben dili değişik zamanlarda en çok şiir yapsın diye kullandım, öykü yapsın, deneme yapsın diye de kullandığım oldu, çok az da makale yapsın diye kullandım. Makale yapınca dilin genel kullanımını dilbilgisi kurallarına uyarak derdiniz neyse oraya koşuyorsunuz, sonunda sizin göndergesel anlamda kullandığınız dil, demeyi arzu ettiğiniz neyse onu görünür hale getiriyor, yani tek bir anlamı kurgulandığı biçimde yeni bir bütün olarak, karşıdaki ‘‘önemsenen’’e sunma olanağı olarak kullanıyorsunuz. Oysa dilden şiir yaparken ‘‘tek anlam’’ sizin için yeterli değildir; çünkü işaret edeceğiniz gerçeklik, anlam katmanları şeklindeki nesnel bağlılaşıklardan oluşacak, algılanırken kendiliğinden olmadığı halde kendiliğinden biçiminde de görünebilecek bir doğallığa sahip olmalıdır. (Öykü kitabının hikâyesini anlatmak, istemesen de böyle uzun sürebiliyor.) Modern öykü “olay”ı değil “durum”u öncelediği için dilin şiirsel işlevinden gerektiği zaman daha rahat beslenilebilir. Ama bu kaynaktan besleneyim derken bu kaynakta boğulma tehlikesi de vardır...
Şair Muzaffer Kale’ye ne oldu? Bir şair olarak yerinde duruyor mu?
Keşke bu arada, Sevgili Yılmaz, şöyle ağız tadıyla uzun metrajlı bir film de çekebilmiş olsaydım. İşte o zaman derdim ki kendi kendime, “Oğlum Muzaffer, hadi iyisin, büyüyünce şair olmayı garantiledin! Kim tutar seni!’’ Şaka değil, gerçekten de bir edebî metni diğer disiplinlerdeki edebî metinler kadar hiçbir şey besleyemez. Dili tutuş anlamında söylüyorum bunu, bir de asıl arkaplanı vermek için diğer bilim dallarıyla edebiyatın arasındaki iletişim unutulmamalı. Bunlar şiirden beslendiği gibi şiiri de besler; şiirde daha uzağı böyle görebilirsin.
Bir okuyucu olarak sizin öyküye bakışınız nedir? Ne tür öyküler sizi çeker? Kimleri okursunuz?
Yazmayı da okumanın içine dâhil ediyorum. Siz bir kadını yazmaya başladığınızda o kadında neleri okuyabiliyorsanız, elbette onu yazmaya başlamışsınız demektir. Başkasının yazdığı bir öyküyü okurken de, onun dönüştürdüğü bir gerçekliği siz kendi yapınıza göre yeniden dönüştürüyorsunuzdur. Bu anlamıyla okuma ve yazma gerçek anlamıyla gönüllü bir yardımlaşma, bir dayanışma biçimidir. Gerçeklik diye görünenin üstünde birlikte bulunmaktır. Yazılı, sözlü insanlık halleri anlatan dizgeler hoşuma gider. Kalmadı ya artık, eskiden okuma yazma bilmeyen yaşlıları dinlemek için dünyanın bir ucuna gidebilirdim. Onların anlattıklarında gösteren ile gösterilen arada bir birbirine değer, anlatılan öyküyü görürdün.
Sait Faik öykülerinin sizdeki karşılığı nedir?
Sait Faik, dilin özel kullanımıyla anlattığı dünyaya kendi kişilik özelliklerini giydirebilmiş bir yetkin örnektir. Dünyaya ait durumları Sait Faik’in öykülerinde bir kişilik özelliği olarak bulurum. O dünyaya kendini eklemez. Eklemlenmez. Dünyanın içerik özelliği olarak billurlaşır.
Güneş Sepeti'nin beslendiği bir öykü damarı var mı?
Öykü tekniği kavrayışı olarak modern öykü tekniği dediğimiz Çehov tarzı anlayışla ilişkilendirilebilir.
Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmak nasıl bir duygu? Neler hissettiniz?
Biz okurlar, dünyayı birlikte algıladığımız sanatçılarla birbirimize katılarak hayatı sürdürürüz. Bu anlayışla baktığımızda bir kişi asla tek kişiden ibaret değildir. Sait Faik Ödülü’nü almak bana yalnız olmadığımı anımsattı. Kalp tarafında, yaşıyor olmanın başka başka sıradan sıcaklıklarını duydum.
Şiirde olsun, öyküde olsun, genel olarak ödüle, ödüllere bakışınız nedir?
Sanat yapıtları yarıştırılamaz. Ancak bazı niteliklerin o yapıtta kendini nasıl farklı ifade ettiğinin karşılığı aranabilir. Bir yapıta ödülün verilme gerekçesi, o yapıtı zihniyet olarak görünür hale getirebiliyorsa işlevseldir bana göre. Verilecekse ödül metne verilmelidir.
Kitabınızdaki öyküler kısa hatta bazıları çok kısa öyküler, kısa öykü için neler söylersiniz? Sizin için bu ayrı bir öykü kategorisi midir?
Kısa veya çok kısa olmaları gözetilmedi, asıl amacım eksilterek bir durumun kendini ifade edebilmesinin en yalın halini yakalamaktı. İrtifa kaybettiren her ağırlıktan kurtulduktan sonra kendisi kalan durumlar olsun istedim. Yaşadıklarımızdan olsa gerek, fazlalıkların öne çıktığı, çekirdeğin görülmez olduğu bir dönemde, hareket ettirici ânı yakalamaya çalıştım. Hayır, bu ayrı bir kategori değil, kısa –kısa diye tanımlanan türe girmiyor hepsi, ağırlıkla durum öyküsü anlayışındalar. Kısa- kısa olmaları için kendini tamamlayan ve kapatan bir yapının olması gerekir; o yapıdaki öykülere, tamamlandıktan sonra tek bir sözcük dahi ekleyemezsiniz. Kabul etmez. Fakat Güneş Sepeti’ndeki öyküler bu tür bir kendini tamamlayan devreye bağlı değiller.
Cortazar’ın “Roman puanla kazanır, ama öykünün tek şansı nakavt etmektir” dediği aklıma geldi. Siz kısa öykülerinizde böyle bir kaygı taşıdınız mı?
Metin kısaldıkça anlamın yoğunlaşması… Söyleşinin başında değindiğimiz, dilin şiirsel işlevinden yararlanarak, metni söz ve anlam sanatlarıyla yeterince doyurmak. Bu kaygıyı bütün öykü düşünenlerin taşıdığına inanıyorum. Cortazar uzun uzun bunun seksekini de oynuyor ya!
Güneş Sepeti'ne bakarak bir Muzaffer Kale öykücülüğünden söz edebilir miyiz? Yoksa arayış devam edecek diye mi düşünmeliyiz?
Yazmak, düşünmek, yaşamak bir arayışı sürdürmektir. Bunun dışında anladığım bir şey yok. Dilime yeni anlam arayışları kazandırmaya çalışıyorum. Şiirde ve öyküde yeni tatlar yeni kanatlar kazandırabilirsem dile, bu yeniden başlamak için bana yeter.
Öykülerinizde insanlar, evler, ağaçlar, gölgeler, duvar dipleri, çeşmeler, bolca güneş var aynı zamanda, bakmalar, görmeler, beklemeler, içe atmalar, söylemeler, susmalar var. Bunları bize belli bir durumda gösterip kaçırıyorsunuz. Adeta fotoğraflardan oluşan bir slayt gösterisi, fotoğrafın ışıkla yaptığını sözcüklerle yapıyorsun. Yapmak istediğiniz tam olarak nedir, başka bir deyişle, siz neyin peşindesiniz?
Benim vereceğim cevabı siz bana soru şeklinde yöneltmişsiniz. Dil böyle gaddar da olabilir işte. Başka bir deyişle benim derdim, yaşadığımızın farkına varmak, dirsekle yanı başımızdakini dürtmek bir bakıma.
İnsan ve doğa bütünleşmiş gibi öykülerinizde... Bunu modernizmin yarattığı parçalanmışlığa yönelik bir tepki olarak okumak mümkün mü?
Ben bu soruyu şöyle anlıyorum Yılmaz; modernizmin bütün çabalarına karşın ayıramadığı insan ve doğa, yeni bir hayat tasarımı olarak mümkün görünüyor mu? Cevabı evet, yaşanacak bir dünyaya özlemin hâlâ maddi karşılığının olduğunu düşünüyorum.
“Aslında insanlık etmekten başka ortak yanımız yok gibidir; birbirimize insanlık ederiz; ama yine de duygulanmamaya bakarız” kaybedilen doğamıza yönelik nostaljik bir iç çekiş mi?
Ben daha çok bir tersinme sezdim. Nostalji gereksiz yere yolu çatallandırır.
“Ölüm kuş gibi öter” öyküsünde sanki coğrafya, iklim birden değişiyor, nedir bu öykü?
Bazı şeyler o kadar benzersiz ve bir gerçeklik olarak eşi benzeri bulunmaz cinsinden ki sen onları yazmaya çekiniyorsun. Yaşanan gerçeklik olarak çıtası çok yüksek, yazdığın zaman inandırıcılıklarını yitiriverecekler gibi geliyor. Dil kaldıramaz gibi geliyor bu gerçekliği. Veya sen tarafsızlığını koruyamayacağını düşünerek ters yönde bu konudan uzaklaşmak istiyorsun. Evet, o öyküde insanlıktan çıkıldığı için coğrafya da iklim de birdenbire değişmiş gibi oluyor.
Öykülerinizde sözcüklerle işlenmiş bir mizah var; okurken insanı içten içe gülümseten, dönüp bir daha okutan, sonrasında bu iç gülümsemeyi bıyıkaltından gülmeye döndüren bir mizah. Bu bana biraz Oğuz Atay’ın mizah dilini de anımsattı. Ne dersiniz? Bu bilinçli bir tercih mi?
Bilinçli bir tercih denebilir mi ona bilmiyorum; ama trajikomik bazı anların aktarımında ironik bir kullanım onlarca cümlenin gücünü aratmayabilir. Oğuz Atay, Tehlikeli İlişkiler’de tasarladığı bütün bir dünyayı bunun üstüne kurar ki, başdöndürücü anlatım uçurumları açılıverir önünde. O başka. Bambaşka!
Sait Faik Armağanı öncesi ve sonrası Muzaffer Kale’de gelecek projeleri açısından bir değişiklik oldu mu? İlk öykü ikiabınızla önemli bir ödül almış olmanız size bu anlamda bir yük getirdi mi?
Projeler açısından bir değişiklik olmadı. Yaşamaya ait şeyleri uzunca zamandan beri yük olarak görmekten vazgeçtim. Güzel güzeldir, diyorum.