Mutlu Can ile Malmîsanij biyografisi üzerine...

Malmîsanij’ın biyografisi ve bibliyografyasını, ayrıca kendisiyle yapılan bazı röportajları içeren kitabın yazarı Mutlu Can: “Malmîsanij’in de içlerinde olduğu İsveç Sürgün kuşağının mücadele alanından yeni nesil sürgünlerin istifade ettiğini düşünmüyorum.”

16 Aralık 2021 11:00

Çayan Okuduci: Malmîsanij şahsında ’70’lerin sonundan günümüze Kürt aydınları hangi otorite/ler ve merkeziyetçi dinamiklerle sürtüşerek, hangi koşullarda mücadele ederek bugünlere varmıştır sizce?

Mutlu Can: Kürt gazeteciliğinin ilk adımı 1898’de Mikdad Midhat Bedirhan’ın çıkardığı Kürdistangazetesidir. Sonrasında Kürt Teavün ve Terakki, Jîn, Rojî Kurd, Hetawî Kurd vb. gazete ve dergiler temelleri 20. yüzyılda atılan Kürt basınının ana sütunlarını teşkil ederler. 1920’den itibaren güçlenen Kemalist hareketin ve nihayet aynı kadrolarca kurulan Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren Türkiye’de Kürt basını –bilinen devlet paradigması nedeniyle– sessizlik dönemine girer. Öyle ki, Türkiye’de 1920’den 1970’e kadarki 50 yıllık süreçte Türkçe-Kürtçe yayın yapabilen periyodiklerin sayısı 10’u bulmaz. Kürtlerin Cumhuriyet’in ilanından sonra siyasetten basın-yayın faaliyetlerine kadar girdikleri bu derin sessizlik ancak 1960’lı yılların başlarından itibaren kırılmaya başlandı. Bunda 1946’da çok partili siyasi hayata geçiş, eğitimde yaygınlaşma, bunların etkisiyle bu dönemde yeniden oluşan Kürt aydın tabakası (Musa Anter, Edip Karahan, Mehmet Emin Aslan, Kemal Burkay, Yusuf Azizoğlu, Tarık Ziya Ekinci, Yaşar Kaya vd.) gibi faktörlerin etkili olduğu söylenebilir. 1961 Anayasası’nın sağladığı görece sınırlı özgürlüklerin etkisini de unutmamak gerek tabii. Dicle Kaynağı (1948), Şarkın Sesi(1950), Şark Mecmuası, İleri Yurt (1958), Dicle-Fırat (1962-1963), Roja Newe (1963), Deng (1963) vb. gazete ve dergiler bu dönemde Kürtlerce çıkarılan periyodikler olmakla kalmayıp –Türkçe Kürtçe ya da daha doğru bir ifadeyle çok kısmi biçimde Kürtçe çıksalar da– Kürt basınının bu topraklardaki ikinci dönem ürünleri olarak karşımıza çıkarlar. 49’lar, 23’ler davaları ve buna bağlı olarak kapatmalarla bir kez daha kesintiye uğrayan Kürt basını, bu kez 1970’li yılların ortalarından itibaren ve illegal varlık gösterebilen Kürt siyasal hareketlerinin mensupları ya da taraftarları-sempatizanları eliyle varlık gösterebilir. 1979’de çıkan Tîrêj dergisini dışarda tutarsak, –çünkü o Türkiye’de tamamı Kürtçe (Kurmancî-Zazakî) yayımlanmış ilk periyodik ve dergidir– bu dönemdeki periyodiklerin de ağırlıklı olarak Türkçe ama Kürt toplumundaki bilinçlenmenin, örgütlenmelerin tabana yayılmasının da etkisiyle önceki dönemden daha sistematik, düzenli ve yaygın bir biçimde yayın yaptığını belirtmek mümkün. Toparlayacak olursam; bana göre döneminin Kürt aydın kuşağı sayesinde ve nispi biçimde varlık gösterebilen Kürt basınının 1960-1970 dönemi, Cumhuriyet’in katı Kürt/Kürtçe inkârına karşı örtülü ve ölçülü bir itirazın, “Hayır, biz varız, bizim de bir dilimiz, bir kültürümüz var” itirazının yapıldığı dönemdir. 1969’da Türk solundan kopuş olarak da değerlendirilen DDKO’nun (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) kurulmasıyla birlikte bağımsız varlık gösterdiğini söyleyebileceğimiz Kürt toplum ve siyaset örgütlenmesinin etkisiyle daha güçlü biçimde karşımıza çıkan Kürt basınının 1970-1980 dönemi ise, gazete ve dergilerin –ki birkaç örnek vermek gerekirse Özgürlük Yolu (1975), Roja Welat (1977), Devrimci Demokrat Gençlik (1978), Tîrêj (1979) gibi– Kürt politik hareketlerinin yayın organları olarak daha sistematik çıkıp yaygın biçimde dağıtıldığı dönemdir. Kısmen Kürtçe çıksalar da Kürt basınının bu dönemdeki örneklerinin Kürtçe/Kürt dilini, edebiyatını ve folklorunu yaşatmayı, kültürel yayın anlayışıyla Kürt milli bilincini oluşturmayı hedeflediklerini, dolayısıyla devletin asimilasyoncu-yasakçı politikasına karşı siyasal-kültürel bir direniş enstrümanı rolü oynadıklarını söyleyebilirim. Kürt basın mirasının temeli 20. yüzyılın başında dönemin Kürt aristokrat-aydın sınıfı tarafından atılmakla birlikte, Cumhuriyet’in ilanı sonrası hayata geçirilen Türk ulus-devlet politikası (Harf İnkılabı’nı da unutmamalı) bu mirasın gelecek kuşaklara devredilmesinin önünü kesmiştir. Dolayısıyla ’60’lı yıllardaki kısmi varlığın 1970’ler döneminin mayası olduğunu, 1970’li yılların 12 Eylül cuntası nedeniyle Avrupa’da, ağırlıklı olarak da İsveç’te kaydedilen –ki bu evre “Sürgün” veya “Rönesans” dönemi olarak da bilinir– dönemin nüvesi olduğunu ve son olarak Avrupa/İsveç döneminin de bugün de sürmekte olan Kürt basın ve yayıncılık geleneğinin temelini oluşturduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Özce Kürt basını yasak, kapatma, dava, hapis, sürgün sarmalında kimliksel-kültürel bir direniş geleneği olarak var olagelmiştir. Ki maalesef bugün de baktığımızda bunun tam olarak aşıldığını iddia etmek pek mümkün değildir. Zira anayasal olarak ve devlet kurumlarınca korunması ve geliştirilmesi teminat altına alınmış tek dil, kültür, Türk dili ve kültürüdür.

2010 yılında M. Malmîsanij, Diyarbekir’de verdiği bir konferansta şöyle diyor; “Biraz önce dedim ya, Kürt anasından doğar doğmaz problemdir... Adı problemdir... Soyadı problemdir… Bildiğiniz gibi 1935’te Soyadı Kanunu yürürlüğe girince devlet memurlarını Kürdistan’a yolladı, millete soyadı verdi. Kürtler soyadının ne demek olduğunu bilmiyordu. Soyadı onlara gerekli değildi. Memurlar geldiğinde çat-pat Türkçe bilen bazı insanlar kendilerine soyadı aldılar. Kürtlerin %80-90’ı, belki daha fazlası Türkçe bilmezdi.” 1935’te Kürtlerin büyük çoğunluğu Türkçe bilmezken şimdilerde bu oranda bir azalma olduğunu biliyoruz. Sizce –özellikle Dilmilki/Kırmancki/Zazaca– önündeki engellerin aşılması ve okura ulaşması yönünde dijital dünyanın olanaklarından ne kadar faydalanılıyor, dijital ortamın yarattığı bir etkiden söz edebilir miyiz?

Öncelikle şunu belirtmek lazım; Yeni/Latin Türk harflerinin kabulüyle Türkler de, Kürtler de bir günde ümmi kaldılar, bu doğru. Ancak biliyoruz ki, Cumhuriyet öncesi faaliyet gösteren Kürt medreselerinin etkisiyle Kürtler kısmen de olsa Kürtçe okuyup yazabiliyorlardı. Latin harflerinin kabulü sonrasında devletin eğitim kurumları sayesinde Türk toplumu giderek okuryazar olabilirken, Kürtler kendi anadillerinde ümmi olarak kalmışlardır. Dolayısıyla kendi yazılı edebi-kültürel mirasıyla bağları koparılmakla kalmayıp, herhalde tek örneği yalnız bu topraklarda olsa gerek, bugün de sürdürülen, anadilde eğitim gibi en temel, meşru bir haktan yoksun bırakılarak kendi anadillerinin ümmisi kılınmışlardır. Kısmi olduğu kadar göstermelik bir iki adımla “asimilasyonu bitirdik” gibi söylemlerin bilimsel karşılığı yok, halen değişmeyen tablonun perdelenerek sürdürülmesi niyetinden öte bir amaca da hizmet etmiyor. Sistematik biçimde –eğitimden Batı’ya göçertme uygulamalarına kadar– devletin bütün imkânlarıyla yürüttüğü asimilasyonist politikanın etkisine, ’90’lardan sonra güçlenmeye başlayan ve mezralardaki evlere kadar giren Türkçe görsel-işitsel medya kanalları ile günümüzde olağanüstü güçlenen internet, sosyal medya yayıncılığının da yıkıcı etkisi eklenmiş, bunun sonucunda Türkçe bilen Kürtlerin sayısı çok büyük oranda artarken, kuşaklararası aktarımın zora girmesiyle Kürtçe bilen yeni kuşak Kürtlerin sayısı günümüze yaklaştıkça düşüş göstermiştir. Soyadı meselesine gelirsem, Malmîsanij hocamın yukarda bahsini ettiğiniz sözlerinin devamında da dediği gibi, Kürtlere Alpaslan, Oğuz, Altay, Öztürk gibi soy isimlerinin verilmesi aynı zamanda onların şahsiyetsizleştirilmesi anlamına gelir. Kürtçenin, Kürtçe öğreniminin, Kürt dilinde okuma-yazma-üretim faaliyetlerinin bireysel fedakârlık ve teşviklerle ayakta tutulması, tutulmaya çalışması örneğin 1980’e kadar dönem için “anlaşılabilir” bulunabilir. Ancak bugün böyle yaklaşmak doğru bir bakış olmadığı gibi, yarar açısından da gerçekçi değildir. Kürtlerin çok geç kalmış dil-kültür taleplerinin kabulü yasal güvence altına alınmalı, Kürt siyaseti de siyasetinden bağımsız olarak bir dil-kültür programına sahip olmalı, bu hattan öreceği, toplumsal bir hak temelli meşru-demokratik bir tazyik gücü üretebilmelidir. Kürtçenin Kırmancca lehçesi ya da Türkçede daha fazla bilinen adıyla Zazaca için önemsenmesi gereken bir alan da belirttiğiniz dijital (internet) yayıncılıktır. Başta öğretim olmak üzere, yayıncılık ve arşivleme için müthiş bir olanak olan dijital yayıncılıktan istifade edilmelidir. Keza sosyal medya kanallarında Kırmancki içerikler, sayfalar oluşturmak, –hem de dil öğretimi, edebiyat, folklor, sinema, müzik, çocuk edebiyatı vb. çok çeşitlilik içeren bir tarzda– varlığının risk altına girdiği Unesco raporlarıyla da saptanan bu kadim lehçemiz için can suyu rolü oynar diye düşünüyorum.

Malmîsanij’in ailesinin Şeyh Sait isyanında aktif rol oynadığını, ailesinden birçoğunun sürgünde ve çatışmalarda öldürüldüğünü kitapta okuyoruz. Malmîsanij’in karakterinin ve direnişinin şekillenmesinde öncü rol oynayanın ailesi olduğunu delilleriyle okura sunuyorsunuz. Sürgün bir yaşamın tüm pozitif ve negatif süreçlerini yaşayan Malmîsanij’in öncesinde DDKO ve özellikle Dr. Şivan’dan etkilendiğini, ulusal bilincin kendisinde ilk tezahürünün de vücut bulduğu süreci ve 1981 yılından sonra Farqîn/Silvan’dan Çorum’a son sürgünlüğünü, sonra Suriye’ye ve oradan da İsveç’e geçtiğini okuyoruz. Bu bağlamda Kemalist rejimin (2009-2014 yılları hariç) bugün bile sistematik olarak Kürt aydınlarını, yazarları, şairleri, akademisyenleri ve siyasetçileri baskılar ve işkencelerle kendi anavatanlarından kopardığını görüyoruz. Artık yeni nesil sürgünlerimiz var. Malmîsanij ve dönemdaşlarının yarattığı mücadele alanından yeni nesil sürgünler yeteri kadar istifade ediyor mu? İstifade edilen alanlar ideolojinin ve aileciliğin dar kalıplarıyla körleştiriliyor mu? Yani Malmîsanijlerin ördüğü duvarın üzerine bir tuğla konuyor mu, yoksa mevcut mirastan alınıp tüketiliyor mu? İsveç düşünsel ve yazınsal ekolünün bittiği ve son kuşağın da Malmîsanijler olduğu yönündeki eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir tespitle başlamak yerinde olur düşüncesindeyim. Şöyle ki; bizler Sürgün dönemi Kürt dili ve edebiyatı yahut basın çalışmaları dediğimizde ilkin İsveç’i anlıyoruz. Ancak aslında kuzeyli Kürtlerin bu anlamdaki birinci sürgün dönemi –bir parçadan diğer parçaya olsa da– Binxet yahut Rojava dediğimiz parçaya geçiştir. Bilindiği gibi, 1920’de Kemalist kadroların giderek güç kazanmasıyla birlikte, özellikle İstanbul’u terk eden Bedirhani, Cemilpaşazade aileleri mensupları vd. Kürt entelektüelleri Binxet’e göç etmiştir ki, Hawar geleneğinin temelini buraya geçen, geçmek zorunda kalan kadrolar atmıştır. Malmîsanij’in de içlerinde olduğu İsveç Sürgün kuşağının mücadele alanından yeni nesil sürgünlerin istifade ettiğini düşünmüyorum. Hatta dramatik olanı, bırakın üzerine tuğla konmasını, o geleneğin köreltildiği, o dönemin mirasın tüketildiği ortadadır. Kendim master tezi çalışmam dolayısıyla onlarca Kürt periyodiklerini tek tek taradım. Buna dayanarak söyleyebilirim ki, Malmîsanijler yahut Sürgün İsveç kuşağı döneminde kimileri kendi başına önemli bir edebi-kültürel birikim kaynağı olan 20’ye yakın kuzeyli Kürt dergi ve gazetesi yayınlanmış, bunların bazıları 200’e yakın sayılarına ulaşmışlardır. Bugün böylesi bir şeyi görebiliyor muyuz? Maalesef hayır… Niçin? Çünkü Malmîsanij dönemindeki Sürgün Kürt aydınlarının bir derdi vardı. Avrupa’daki az sayıdaki araştırmacı-akademisyeni saymazsak, bugünkü Kürt sürgünlerinin “derdinin” değil, ekonomik dertlerinin olduğu söylenebilir. Önüne salt kariyer hedefini koyanlar da ayrı bir grup tabii. Bir de tabi io dönemde Avrupa’daki Kürt kültürel-akademik çalışmaları alanına, Kürt entelijansiyasına öncülük edenler çok nitelikli insanlardı. Sözgelimi Paris Kürt Enstitüsü’nün kurucuları Cegerxwîn, Hêjar, Dr. Kamiran Bedirhan, Dr. Nurettin Zaza, İsmet Şerif Vanlı vd. Sonrasında Kendal Nezan ve Prof. Abbas Wali gibi insanlar yönetimini üstlenmişlerdir. Bugün böylesi bir nitelikten söz edilebileceğini sanmıyorum.

Kendisinin aydın, dilbilimci, tarih araştırmacısı, yazar ve şair olarak birçok eser verdiğini biliyoruz. Çevirilerden edebi eleştirilere, tarihî analize kadar kimlik mücadelesini görüyoruz. M. Malmîsanijlerin, Mehmed Uzunların, Hesenê Metêlerin ve Rohat Alakomların, yani ikinci dönem Sürgün aydınlarının mücadelesi ve etkisi ortada… Gelecekte bizi hangi sorunlar bekliyor ve acil çözülmesi gereken problemler –dil ve yazınsal pratikler– üzerine kafa yoruluyor mu?

Hepimizin bildiği gibi İsveç yahut Avrupa dönemi Kürt entelektüel-yazın kadroları 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte siyasal faaliyetlerinin yanı sıra Kürtçe yazma, basın-yayın çalışmalarını yapma imkânı kalmadığından dolayı yurtdışına çıkmak ya da daha doğru bir ifadeyle sürgün olmak durumunda kalmışlardır. Türkiye’de 1980 sonrası Kürt/Kürtçe basın-yayıncılık faaliyetlerinin ilk adımları 1990’lı yılların başlarından itibaren kaydedilen kısmi esnemeyle atılmış olsa da –istisnası, adına “çözüm süreci” denen süreçtir– devletin Kürt basın-yayıncılık alanındaki temel refleksinin değiştiğini söylemek güç. Bunu anlamak için her defasında kapatıldığı için başka isimlerle yeniden çıkan gazete ve dergileri, yayın sahiplerinin, idarecileriyle yazarlarının yüz yüze kaldığı hapis ve para cezalarını hatırlamak yeterli olacaktır. Bugüne gelirsek, kısmi iyileşmelerle varlığını sürdüren Kürt basın faaliyetleriyle üniversitelerde yer bulan Kürt dili ve Kültürü (Kürdoloji) bölümlerindeki akademisyenlerin bilimsel faaliyetlerini birtakım kaygılara girmeden, özgürce yapabildiğini söylemek mümkün müdür? Özellikle akademik alanda sansür ve otosansürün var olduğunu somut olarak ortaya koyması bakımından, İsmail Beşikçi Vakfı’nca hazırlanan “Türkiye Üniversitelerindeki Kürt Çalışmaları Alanında Yaşanan Akademik Hak İhlalleri” başlıklı raporu dikkat çekicidir.

Toparlayacak olursam; hiç kuşkusuz bugün dünün geleceği, yarınların ise dünüdür. Bu pencereden bakarak dün yapılan çalışmalar nasıl bugüne zemin teşkil etmişse, bugün yapılan çalışmaların da yarınlar için bir miras olarak zemin işlevi göreceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bizim bu bilinçle, aydın sorumluluğumuzun farkında olarak hareket etmek, ciddi üretimler yapmak, Kürtlerden gerçek akademisyenlerin, daha doğrusu araştırmacıların çıkmasını sağlamak gibi bir sorumluluğumuz vardır, olmalıdır. İçten bir eleştiri olarak özellikle altını çizmek istediğim husus da şudur: İstisnai örneklerini hariç tutarsak, günümüz Kürt akademisyenlerinin bu sorumluluğun farkında olduklarını düşündürür pratikler sergilemediği düşüncesindeyim. Bunu alandaki çalışmaları dikkatle takip eden bir çalışmacı kimliğimle söylediğimin altını çizmek isterim. Evet, Kürt hocaların/akademisyenlerin üretimlerinin önemli oranda geleceğe kalacak nitelikte eserlerden oluşmadığını görüyorum. Salt akademik titrini ileriye taşımak, ortalama akademik eğitim faaliyetlerini yürütmek, sorumluluğunun bilincinde olan Kürt akademisyeni için tek motivasyon olamaz. Ben bir üniversitede olsam, oradan bir Kürt akademisyen olarak emekli olup ayrıldığımda etik ve vicdani anlamda rahat olmak için kendi kendime için şu soruları sormalı ve cevaplarını alabilmeliyim: “Bundan 20 yıl 40 yıl sonra gelecek kuşakların kaynak olarak yararlanabileceği kaç eser hazırladım? Kaç tane araştırmacı yetiştirdim? Onlara neler kattım?”

Malmîsanij’in külliyatına baktığımızda çok fazla eser verdiğini görüyoruz. Yazınsal bir ömrün sayfalara nakşedildiğini rahatlıkla niteleyebiliriz. Eserlerinin birden fazla dile çevrildiğini ve aynı zamanda birçok eserinin Kırmanckiye çevrildiğini ayrıntılı bir şekilde kitaptan okuyoruz. Kırmancki diline yaptığı hizmetlere bakınca, deyim yerindeyse küllerden bir anıt ortaya çıkardığını, ancak çevirileriyle, eleştirileriyle, araştırmalarıyla yok olmanın eşiğinde duran bir dilde varlık mücadelesinin/direnmenin en güzel örneklerinden biri olarak Malmîsanij’in eserlerinin halktan uzak tutulduğunu düşünüyorum. Bu varsayıma da kendimden yola çıkarak ulaştığımı/vardığımı rahatlıkla dile getirebilirim. Sizin kitabınızla tanışmadan önce Malmîsanij’i tanımadığımı itiraf etmeliyim ve benim gibi milyonlarcası olduğunu da iyi biliyorum. Bu bana Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabını hatırlattı; bilinçli körlük. Kürt edebiyatına baktığımızda –Bakur– çok az biyografik kitaplarla karşılaşıyoruz. Klasik edebiyatın neferleri üzerine elimizde bayağı kaynak olduğu gerçeğini de göz ardı etmeden, modern Kürt edebiyatında biyografilerin azlığını neye yormalıyız?

Körlük olayını bilişsel bağlamda ele aldığımıza göre, insanların neden körleştiğine cevap aramakla başlamalıyız. Saramago’ya göre insanların körleşmesine neden olan üç olgu bulunmaktadır. Bunlar devlet, birey ve dindir. Kuzeyli Kürtler bağlamında üçünün de fazlasıyla körleştirici olduğu ortadadır. Öte yandan devletin hukuk, eğitim, sanat, toplum hayatı vb. birçok alanda uyguladığı bilinçli körlük kendisini yeniden tesis etmenin koşuludur. Kürtlerin kendilerini körleştirmeden ve bilinçli körlüğün yıkıcı etkisinden kurtarmaları birey ve ulus bilincini sağlam inşa edebilmelerinden geçer ki, bunun da ilk adımı hangi istikametten gelirse gelsin kendilerini algı bombardımanlarından yalıtabilmeleridir.

Malmîsanij’in eserlerinin halktan uzak tutulduğu tespitinize dair ise şunu söylemek isterim. Kürtler daha yakın tarihe kadar evlerinde Kürtçe kitap, kaset bile bulunduramıyorlardı. Neredeyse 1990’lara kadar varlıklarını ispatlamak zorunda kaldılar. Böylesi bir rejimin bu toplumu tarihinden, dilinden, kültüründen uzak tutması, bu uğurda çalışan siyasetçileri, aydınları, yazarları serbestçe çalışamaz halde ve halktan uzak tutma çabası “anlaşılır bir tutumdur”.

Kuzeyli Kürtler ölçeğinde baktığımda, modern Kürt edebiyatında en dikkat çeken eksikler çocuk edebiyatı, biyografi ve bibliyografya türleridir. Kürt edebiyatı bilinen sebeplerden ötürü gecikmiş, geciktirilmiş bir edebiyattır ve düne oranla daha olumlu şartlar olsa da halen ciddi ölçüde dezavantajlı bir edebiyattır. Bu husus hepimizin malumu; dolayısıyla fazla açmama gerek yok. Yukardaki türlerdeki azlığın sebebinin genel olarak bu geciktirilmeye ve dezavantajlara bağlı olmakla birlikte, birtakım özgün sebeplere de bağlı olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki; çocuklara dil eğitimi ve çocuk edebiyatı konulu kitaplar yazmak, çevirmek evvela pedagojik formasyon gerektirir. Bibliyografyaya gelince; master tezi olarak bu türe çalışmış bir kişi olarak söylüyorum; bibliyografya için bu türün gerektirdiği meşakkatli bir çalışmayı göze almanız, kalifikasyona sahip olmanız, araştırma ve çalışma metodolojisi bilgisine vakıf olmanız yetmez, bir de her türden yayını (kitap, dergi, gazete, fanzin vs.) bir arada bulabileceğiniz büyük kütüphaneler ve arşivler olması, bunlara rahatça ulaşabilmeniz gerekir. Kürtler için durum ortada. Büyük kütüphanelerimiz ve arşivlerimiz olmadığı gibi, var olan şahıs ve kurum arşivlerine ise ulaşmak güç. Doğru dürüst bir arşivi olmayan Kürt periyodiklerinin sayısı hiç de ez değil. Ancak bibliyografya türünde Başûr Kürtlerinin daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Biyografi türündeki azlığı iki türlü okumak lazım bence. Birincisi, biyografi yazarlığı bambaşka bir motivasyon, beslenme ve çalışma isteyen bir yazarlık. Üzerine yazdığınız portreyi benimsemeniz dışında onu iyi tanımanız, eserlerine, söylediklerine, yazdıklarına, hakkında yazılanlara hâkim olmanız gerekiyor. Bunun somut koşulları Kürt basın-yayıncılığında ne ölçüde var? İsimleri ön planda olan bazı Kürt şahsiyetleri hakkındaki çoğu genel bilgileri tekrara düşenleri saymazsak, Kürt yazın-siyaset dünyasını oluşturanlar hakkında sondaj yapabileceğimiz ne kadar kaynak vardır ki? Dolayısıyla ben bu üç türde de eksiklik olduğunu söylerken, bunun nedenini salt Kürtlerin bu türlere odaklanmadıklarına yahut ihmal ettiklerine bağlamanın eksik bir tespit olacağının altını çiziyorum.

“… Kuzey Kürdistan’da 1950 ve 1960’lar Kürtçe için karanlık yıllardı. Devletin yöneticileri o zaman ‘Kürtler yoktur’ ve ‘Kürtçe yoktur’ diyorlardı. Biz o şartlarda büyüdük. O yıllarda Kürtçe için yalnızca merhum Musa Anter gibi birkaç istisnai ses çıktı. Kırmancca (Zazaca) için hiç kimsenin sesi çıkmadı... Ardından büyüdük, 1960’lar ile 1970’lerde bazı Kürt gençleri başkaldırıp devletin asimilasyoncu ve sömürgeci politikalarına karşı çıktılar. Onlar devletin tezlerine itaat etmediler; zulme ve yalana karşı isyan ederek, ‘Hayır, hayır, hayır!’ dediler. ‘Yalan söylüyorsunuz, biz varız, dilimiz var’ dediler. O zaman biz bu çalışmalarda ve organizasyonlarda yerimizi aldık, ‘Hayır!’ dedik...” Malmîsanij’in yukarıda dile getirdiği “Kırmancca için hiç kimse ses çıkarmadı” ifadesi ve tespiti üzerinden bugünün Kırmanckiye olan tutum değişikliklerini –Kürtler cephesinden– nasıl yorumlarsınız? Dar bir bölgede konuşulan ve daha çok dağlık alanlarda yaşam mücadelesi veren Kırmancki neden hâlâ kasabalara ve şehirlere inmedi? Bu sessizliği sadece iktidarlara ve asimilasyonculara bağlayarak düze çıkmaya kalkarsak büyük bir yanılgıya düşmüş olmaz mıyız?

Hocanın bahsini ettiğiniz ifadesi kitabın Ekler bölümlerinde yer alan metinlerden biri olup 2016’da Gruba Xebate ya Vateyî’nin (Vate Çalışma Grubu) kuruluşunun 20. yılı dolayısıyla Diyarbekir’de düzenlenen programda yaptığı konuşmasında geçmektedir. Hocanın “Kırmancki için hiç kimsenin sesi çıkmadı” cümlesinden benim anladığım o yıllarda inkâr politikasına karşı çıkan birkaç istisnai sesin içinde Kırmanc (Zaza) Kürdü birisinin olmayışıdır. Tabii ben kendi adıma 1963’te ismi de Kırmancki olan Roja Newe isimli gazeteyi çıkaran Dêrsim asıllı Doğan Kılıç Şıhhesananlı’yı –ki tek sayı çıkan bu gazetede Kırmanci metinlerin yanı sıra iki kısa Kırmancki folklorik metin de yer alır– ayırıyorum. Malmîsanij hocanın maksadı o dönemdeki birkaç istisnai Kürt aydınının Kırmancki lehçesinin savunusunu yapmadıkları değil. Günümüze yakın döneme gelirsek, genel olarak Kürt siyaset, medya ve sanat alanının bu Kürt diyalektini sahiplenme düzeyi eskilere oranla daha iyi durumda. Kuşkusuz Kırmancki her alanda daha fazla yer bulmalıdır.

Elbette iktidarların ve asimilasyonun etkisi belirleyicidir, ancak Kırmancca yazımına çok geç başlanmasında ve tarihteki yazınsal ürünlerinin az olmasında Kırmanc Kürtlerinin sizin de sözünü ettiğiniz bazı özgün şartlarının da olumsuz etkisi vardır. Bu lehçenin konuşmacısı olan Kürtler Kırmanc Kürtlerine oranla çok daha geç ve nispi oranda şehirli olmuşlardır. Diğer bir ifadeyle daha çok dağlık, taşra alanlarda yaşayan nüfusa sahip olmaları okuma-yazmaya odaklanmalarını engelleyici bir faktör olmuştur. Öte yandan sadece Türkiye’nin hükümranlığı altındaki Kürt bölgelerinde yaşamaları, yani başka yerde nüfuslarının olmayışı bir diğer özgün dezavantajdır. Zira Türkiye’deki baskı-yasak politikasına karşın diğer parçalarda ve dönemin Sovyetler Birliği’nde yerleşik olan Kırmanc nüfusu sayesinde Kurmanci dil-edebiyat çalışmalarında yol alabilmişken, aynı durum Kırmancca için söz konusu değildir.

Çalışmalarına baktığımızda Malmîsanij'in “sözlükler” üzerine çok fazla çalıştığını ve mesai harcadığını görüyoruz. İlk modern çevirinin 1978 yılında Devrimci Demokrat Gençlik dergisinde yayımlanan Ahmet Arif’in iki şiirinin Kırmancca çevirisi olduğunu belirtiyorsunuz. Türkçeden çevrilen bu iki şiir, modern Dımıli edebiyatındaki ilk şiir çevirisi olarak kabul ediliyor. Bu çok geç kalındığının da itirafı değil mi? Bir yıl sonra 1979 da Tîrêj dergisinde yine ilk Kırmancki öyküsünü kaleme alan Malmîsanij’in yarattığı ve yaratmak istediği alana baktığımızda, gelecek nesiller için muazzam bir alan açtığı su götürmez bir gerçeklik. Kırmancca edebiyatın ve yazınsal metinlerin ve eserlerin geleceği bahsinde bize öngörülerinizi ve yapılması gerekenleri dillendirebilir misiniz?

Evet, çok geç kalındığının itirafı; üstelik de yalnız şiir türünde değil. Genel anlamda Kırmancca edebiyatı daha önce de atıfta bulunduğum içsel ve dışsal şartlardan dolayı çok geç kalmış bir edebiyattır. Düşünün ki ben 1963-1967 yılları arasında genel bibliyografyasını çıkardım bu lehçenin. Aynı şeyi Kırmancca lehçesi için yapabilir miyiz? Mümkün değil, zira ansiklopedik kalınlıkta onlarca ciltler çıkar ortaya. Statü sahibi, devlet sahibi olan dillerde her bir tür için yüzlerce cilt çıkar. Ancak bu bibliyografya aynı zamanda Kırmanccanın yazılı birikiminin ilerlediğini göstermesi bakımından umut vericidir de. Malmîsanij hoca Kırmanccada yalnız şiir değil, birçok türün ilk müellifidir. O bunları yaparken bir derdi olduğu için yaptı, aydın sorumluluğuyla üretti, geç kalmış da olsa dilinin yazınsal literatürünün oluşturulması, geleceğe bir birikim hazırlanması gerektiği sorumluluğuyla yaptı. Bugün Kırmanccada yazan, bu dilin yazın kadrosunda olanların bu bilinç ve kararlılıkla bu birikimi nicel ve nitel olarak artırması gerekir. Kuşkusuz bugünkü tüm olumsuz şartlara rağmen gelecekten daha umutlu olabiliriz, olmalıyız da. Düne bakarak bugünü gördüğümüze göre bugünden yarını görmemiz mümkün. Ben okuryazar sayısını artırmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yazınsal çeşitliliği hem nicelik hem de nitelik olarak artıracak rezerv bu şekilde sağlanabilir. Bugün Kırmanccada Kafka’nın Dönüşüm’ü, Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ı, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları okunabiliyor. Geç kalınmış olsa da varlar. Bunların ortaya çıkmasının anahtarı nedir? Hiç kuşkusuz standartlaştırma çalışmaları ve standart dilin okuma-yazma faaliyetleridir. Dolayısıyla bizim yazarlarımızın dosya yazıp yayınlatmaları, sonrasında da köşelerinde oturmaları gibi bir lüksleri yoktur. İmkân ve kapasitesi oranında dil eğitimi çalışmalarına doğrudan ya da dolaylı destek sunması, bu anlamda az ya da çok kendinden, özel yaşamından fedakârlık yapması gerekir. Ama dedim ya, dert edinirse bu böyledir, böyle olmalıdır. Malmîsanij dert edindi deyip nokta koyayım.

Son olarak Dımıli edebiyatı ve dili için emekleyen bir çocuk benzetmesi yapmanın yerinde olacağını düşünüyorum. Ve bu emekleyen çocuğu ayaklandıracak olan da şüphesiz Kırmanccaokuyuculardır, aslında Bakur Kürtleridir. Bu bağlamda okuyucu kitlesi hayli az olan bu kadim dilin sadece sayfalar üzerinde var olmasının eksik ve yetersiz olacağını hepimiz biliyoruz. Bu sansür ve yok etmeye karşın engelleri ortadan kaldırmak ve Malmîsanijleri okuyucuya ulaşmak için nasıl hamleler yapılabilir, öneri ve çözümler ne/ler olmalı?

Çocuk benzetmeniz oldukça yerinde bir benzetme doğrusu. Belki biraz dramatik olacak ama ben biraz daha açayım; Nasıl bir çocuk bu derseniz şöyle derim: Bu çocuk doğar doğmaz anadan, aileden koparılan, güneş ışığından yoksun bırakılan bir çocuk. Bir çocuk temel besinlerden, daha önemlisi güneş ışığından mahrum olursa ne olur? Zayıf, direnci düşük, kemikleri gelişmemiş olur, değil mi? İşte Kırmanccanın durumu böylesi bir çocuğa benzetilse daha isabetli olur. Aldığı vitaminlerin, gördüğü güneş ışınlarının etkisiyle bünyesi kendisini topladı, kemikleri, kas sistemi toparlandı. Şimdi bu çocuğu ayağa kaldırmak onun beslenmesine, serpilip gelişmesine, boy atıp büyümesine imkân verecek şartları sunmakla mümkün. En önemli eşik bu dilin sadece kitaplarda, dergilerde yazılıp okunmakla kalmaması. Bunun yolu da çok yakındığımız kaybolma riskini giderek artıran durumun ortadan kalkması, yani günlük yaşamda kullanılmasıdır. Yine çocuklara öğretilmesidir. Zira çocukların konuşmadığı dilin geleceği garanti altında olamaz. Devletin anadilde eğitim imkânı vermemesi bir mazeret olarak görülmemelidir. Biz Kırmancların sorumluluğu ilk olarak budur. İkincisi de, standart okuma-yazma oranını yükseltmek; başta öğretme/öğrenim faaliyetleri, yayıncılık olmak üzere Kırmanccayla yapılan bütün faaliyetlere katılmak; bunları destekleyici, teşvik edici pratikler sergilemek; başta bu lehçenin konuşmacılarının, sonra da sivil toplumundan siyasal hareketlerine dek bütün Kürtlerin başlıca sorumluluğudur. Bu kültür ve dil atalarımızın bize mirası olduğuna göre, bu açıdan da sorumluyuz. Ünlü Amerikalı yazar ve şair Holmes’un dediği gibi, “Her dil, içinde onu konuşanların ruhlarını barındıran bir mabettir”.