“İnsanın onuriliği de olmalı”

Dedin, “insanın onuriliği de olmalı.” Bu cümlenin altından; vicdan geçti, mahcubiyet geçti, dünyaya eğilmek geçti, haklının yanında durmak geçti...

07 Ekim 2016 14:00

Geç bilmiştim, uzun bırakmıştım. Bir sonbaharda, yalancı bir kışın eteğinde, ilk tanışmanın boyunduruğunda; her bir şarkıda, kitapta, gazetede mutlaka ismi geçen o kentin kalabalık sokağında, "ne ediysen oxlım" diye birbirine bağıran -her yerde olduğu gibi burada da cümbüşlü- çocukların arasında, devriye gezen devlet aygıtlarının aşağısında-yukarısında, içimden söylediğim "topal mı acaba" sorusunun eşiğinde, kente eğilmelik bakışın kenarında, çocukların "akıllı ol devlet" diye yazdığı duvarların eşliğinde, elinde tespih yüzünde ikazlı bir mimik takınan gençlerin yanı dalında, sorduğum sorunun cevabıyla sen karşıma sapasağlam bütün gövdenle gülerek geldin, sarıldın. Elbette abiliğin kan bağından ibaret olmadığını göstermiştin, ben de başlatmıştım. Alnının uzun bir tahtası var.

Hatırlıyorsun.

İnsanın düşünen yerlerine kalbini bırakması ne fenadır; hançerdir. Dedin, “insanın onuriliği de olmalı.” Bu cümlenin altından; vicdan geçti, mahcubiyet geçti, dünyaya eğilmek geçti, haklının yanında durmak geçti, güçlüyü utanç içinde bırakmak geçti... kötülüğün gırtlağına çökmek geçti. Döndün her şeyi bırakacağına vardırdın. Usluluğunun damına, zamanın kırbacını üzerine şaklatmadan çöktün öyle. Hızarlanmış ciğerleri, ışığı kısılmış evleri bir bir gösterdin. Bir bakıma yaktırdın da ışıkları. Senin canının damarı, dünyanın en güzel kırgınlarını çeperinde toplattı, kara bir sayfayı beyaz bir sayfaya çarptırdın. Tuttun, kendini harcatmamış, naifin güzelliğine ibraz ettirdin.

Bilirsin.

Bir ağacın dalı ne kadar kesilirse kesilsin, ağacın yaprakları ne kadar dökülürse dökülsün, ağaç kökünden ne kadar sökülürse sökülsün; ağacın yeri de, dalı da, yaprağı da bir yere gitmez, kalın durur hafızada. Hafıza da böyle güzel beladır. Niyetine çorap örenlerin çorabı söküktür, deliktir; gerçekler fışkıyor. Kaç yıldır aynı yanlışı dönüyorlar; bilemediklerini bileyemiyorlar.

Mavi Lorin'in yarı açık gözlerinde, kızarmış yüzünde, küçük çorabının sıyrıldığı; ayağını oynattığı ayak bileklerinde, ufacık ellerinden parmak uçlarına sinen kokusunda, uyuklayan uyuklamakta ısrar eden yanaklarının kıvrımında; gece ansızın bakıp uykusuna gülümseyeceğin karanlığın aydınlığında, tel tel saçlarının oynayan yerlerinden, alnına sarmaş dolaş gelen mutluluğunda, sersemleten o güzel umudunun yanında kendine bir güzellik daha atacaksın. Akşamına olmadı sabahına geleceksin.

Yine hatırlarsın Murat abi.

Anlatmaktan usanmayıp, gülmekten yerlere yerlere gelesiniz diyen bakışların arasında, vapura yetişmek için Kadıköy İskelesi'ne koşturduğumuz o günün akşamında, iki Kürt genci kendi aralarında aksayan Türkçeyle, yine aksayan bir Kürtçeyle; iki dili birbirine dövdürerek bir şeyler anlatıyorlardı. Onların taklidini yapa yapa uzunca gülmüştük, sonra da ansızın birbirimize anlatıp defalarca yine o gülüşün kimliğinde durmuştuk.

Bunu birbirimize anlatıp yine güleceğiz, yüzümüzde açtırdığımız derin tebessüm çizgileriyle.