“Mikroplar ve epidemiyoloji çağı”nda Veba Geceleri

"Bu yazıda romanın 'veba'ya dair içeriğiyle ortaya koymaya çalıştıklarını, 'mikrop'ları da içine alan bilimsellik meselesi çerçevesinde değerlendirmeyi deneyeceğim. Bu süreçte Veba Geceleri romanının 'bilim' ve 'kadercilik'i bir ikili karşıtlık olarak nasıl kurduğunu anlamlandırmaya çalışacağım."

Orhan Pamuk’un son romanı Veba Geceleri, 20. yüzyılın hemen başında kurmaca Osmanlı vilayeti Minger Adası’nda baş gösteren veba salgını esnasında olan bitenleri anlatıyor. Romanın olay örgüsü adanın Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuşu ve sonrasındaki siyasi çekişmeler ve altüst oluşlarla şekillense de, “veba” meselesi romanın temelinde yer alır. Veba Geceleri’nde olay örgüsüne eşlik eden, hatta çoğu zaman romanın akışını da kesintiye uğratır biçimde araya giren Osmanlı tarihinin anlatıldığı kısımlarla birlikte, veba salgını ve mikrop konusunda tıbbın vardığı en son noktaya dair verilen geniş tafsilat da göze çarpar. Louis Pasteur’ün mikroplar hakkındaki buluşları ve buluşların karantina usüllerine etkileri, bakteriler konusunda son on yılda Avrupa’da kaydedilen gelişmeler, Alexandre Yersin’in sıçanları öldüren mikrobun insanları öldüren veba mikrobunun aynısı olduğunu keşfi ve bu sayede salgın hastalıklar karşısındaki başarıları, yine aynı konularda araştırmalar yapan Alman doktor Robert Koch’un çabaları ve Avrupa’da kısa sürede birçok hastalığın mikrobunun ve aşısının bulunması gibi birçok nokta romanda uzun uzadıya anlatılarak kendine ait bir yere sahip olur. Bunlarla birlikte, Osmanlı’nın kendi sınırları dışında gerçekleşen keşfiyatları takibinden ve her ne kadar hâlâ veba aşısı bulunamamış olsa da, aşısı bulunan birçok mikrobun süratle Osmanlı laboratuvarlarında da üretilebilmesinden da romanda bahsedilir.[1] Tüm bu bilimsel malumata ek olarak, bugün Covid-19 pandemisiyle değişen hayatımızın bir parçası haline gelen kısmi kapanma, tam kapanma, karantina, dezenfeksiyon, aşı, salgının gerçekliği, virüsün mahiyeti, hastalık yönetiminin muvaffakkiyeti benzeri birçok tartışma, bu kurmaca geçmiş anlatısında da karşımıza çıkar.

Ben de bu yazıda romanın “veba”ya dair içeriğiyle ortaya koymaya çalıştıklarını, “mikrop”ları da içine alan bilimsellik meselesi çerçevesinde değerlendirmeyi deneyeceğim. Bu süreçte Veba Geceleri romanının “bilim” ve “kadercilik”i bir ikili karşıtlık olarak nasıl kurduğunu anlamlandırmaya çalışacağım. Yazının kapanışındaysa bir parantez açarak dönemin önde gelen yayın organlarından Servet-i Fünun dergisinin yardımıyla, yüzyıl dönümünde Osmanlı’da mikrop mefhumunun nasıl bir şaşkınlık, korku ve ilerlemeci bir büyülenme ile karşılandığına bakacağım. Böylelikle kurmacayı “tarihsel gerçek”le test etmekten ziyade,[2] Veba Geceleriromanının “bilim” ve “kadercilik”i bu kez de hangi saiklerle bir ikili karşıtlık olarak inşa etmiş olabileceği üzerine düşünmeyi önereceğim.

Veba Geceleri’nde mikroplara inanmak

Veba Geceleri’nde “bilime inanmak”, “mikroplara inanmak”la ifade edilir. “Mikroplara inanmak” Orhan Pamuk’un da kullandığı bir tabirdir. Veba Geceleri üzerine bir söyleşisinde Pamuk, romanını kurgularken olup bitenleri her ne kadar sıradan vatandaşın, ayrıcalıksız kişilerin gözünden anlatmak istediğini söylese de, Müslümanlar arasında okuma yazma oranının çok düşük olduğu bir dünyayı kurarken, hikâyesini “mikroplara inanmayan bir kişinin gözünden en fazla birkaç sayfa” yazabileceğini belirtir.[3] Bu açıdan, daha Veba Geceleri’ni tasarlarken Pamuk’un “Müslüman sade vatandaş”ı “mikroplara inanmayan” olarak işaretlediği ve mikroplara inanmamayı da ötekisi olarak düşündüğü “kadere inanç”la eşlediği görülür. Romanın öne çıkan karakterleri arasında bilimsel olanın sözcülüğünü yapanlar da bu doğrultuda ya sözü edildiği gibi Müslüman değillerdir ya da Müslümanlarsa da sade vatandaş olmaktan çok uzaklardır. Bu açıdan romanda en Müslüman ve en sade halkın karşısına yerleştirilenler “en Avrupai ve en tahsilli kişiler” olur. (s. 244)

Romana Aziziye’nin esrarengiz yolcusu olarak dahil olan Bonkowski Paşa,[4] padişahın başkimyageri ve modern, “fenni” Osmanlı eczacılığının kurucusu olmakla beraber Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris eğitimli hıfzıssıhha başmüfettişidir. Hem padişaha kolera ve veba salgınları konusunda rapor yazmaktan hem de padişah adına karantina ve sağlık önlemlerini bizzat denetlemekten sorumlu olan Bonkowski Paşa, Mekteb-i Tıbbiye’de, laboratuvarda yaptığı ameliyat-ı kimyeviyye ile kimya-yı uzvi ve kimya-yı madeni dersleriyle genç kuşak Osmanlı bilim insanlarının yetişmesine de katkı sağlamaktadır. (s. 16-18) Bu insanlardan biri olan Doktor Osman Nuri de sadece aldığı iyi eğitimle değil, aynı zamanda padişahın yeğeni Pakize Sultan’la evli bir Damat Paşa olarak da sade vatandaşlıktan uzaktır. Öyle ki, Pakize Sultan, “Şeyh Hamdullah Dönemi”nde şahit olarak ifadeye çağrılan eşine, “Çok rica ediyorum, merak etmeyen ve bilmek istemeyenlere ilim, tıp ve karantina nutku atıp beni burada boş yere bekletmeyiniz” (s. 436) derken, yine altı çizilen de merak ve bilme isteğine vurguyla iki ayrı tarafın varlığı ve Doktor Osman Nuri’nin şiddetli ilim, tıp ve karantina taraftarlığıdır.

Bu iki karakterle de ilişki içinde kurgulanan Padişah II. Abdülhamit ise şiddetli bir taraftar ya da adanmış bir bilim savunucusu olmaktan ziyade hem kendi kişisel endişeleri ve korkuları hem de imparatorluğu çevreleyen dünyanın onu bir padişah olarak mecbur bırakması nedeniyle daha arada bir yerde konumlandırılır.

II. Abdülhamit Doktor Osman Nuri’den mikroplara dair ne malumatı varsa söylemesini ister ve bütün hastalıkların mikroplardan gelmesi, Nişantaşı’ndaki Bakteriolojihane, salgınları söndürmek için artık yalnızca bakterioloji yeterli olmadığından İngilizler gibi salgın ilmine, “epidemiyoloji” ve uygulamalarına da önem verilmesi gerektiği… gibi birçok nokta, bu vasıtayla romana dahil olur (s. 160-161).

Avrupa tıbbındaki ilerlemelere meraklı; mikroplar, laboratuvarlar ve aşılar konusundaki gelişmelere ilgili; salgın hastalıkların yayılmasına karşı duyarlı olarak tanıtılan II. Abdülhamit, en son tıbbi buluşları İstanbul’a ve Osmanlı topraklarına getirmeye ve “layihalar” hazırlatarak veba benzeri salgın hastalıklara karşı Osmanlı Devleti’nin alması gereken önlemler konusunda bilgilenmeye çabalayan bir padişah olarak çizilir. (s. 16-17) Kendi kişisel endişeleri ve korkuları bir yana bırakıldığında, II. Abdülhamit’in tüm bu merak, ilgi, duyarlılık ve çabalarının arkasında ise artık “mikroplar ve epidemiyoloji çağı”nda (s. 259) yaşıyor olmanın mecburiyetleri vardır.

Pamuk, Veba Geceleri’nde mikroplara inanmayı ve veba benzeri salgın hastalıklara bu inançla şekillenen yöntemlerle karşılık verebilmeyi bilimin hâkim olduğu, yeni, modern dünyanın bir gereği olarak kurgular. Bu açıdan romanda ağırlıklı bir yere sahip olan “karantina uygulamalarının muvaffakiyeti” meselesi de yine mikroplara inanmanın bir izleyeni ve yeni, modern dünyanın bir parçası olmanın göstereni olarak kurulur. II. Abdülhamit’in Hicaz’da karantina teşkilatına harcadığı paralar, Kızıldeniz’in girişindeki Kamaran Adası’nda yaptırdığı yeni binalar, askerî yapılar, iskeleler ve orada görevlendirdiği parlak doktorlar hep kendini bu yeni dünyaya duyurma ve gösterme çabasına hizmet eder biçimde anlamlandırılır ve anlatılır. (s. 69) Bonkowski Paşa’nın İzmir’de, Rum mahallelerinde yayılmakta olan vebayı dezenfeksiyon ve halkın eve kapatmalara boyun eğmesi, kordonlara uyması, yasakları istekle dinlemesi ve belediye ve polislerle birlikte fare avlamasıyla durdurmasını Doktor Nuri’nin “Osmanlı Karantina Teşkilatı’nın gücünü bütün dünyaya göstermesi” ve “Osmanlı’ya ‘hasta adam’ diyenlere güzel bir cevap verilmesi” olarak yorumlaması da bu açıdan önemlidir. Doktor Nuri, Bonkowski Paşa’ya, “eskiden ‘Avrupa ile Osmanlı’yı iki yüz yıl ayıran medeniyet çizgisi de Tuna Nehri değil, aslında vebadır!’ derlerdi. Ama şimdi bu çizgi sayenizde tıpta ve karantinada ortadan kalkmıştır” derken, romanın vebaya dair içeriği vasıtasıyla asıl görünür kılınanın Osmanlı’nın gecikmiş modernliğinin telafisine dair çabalar olduğuna işaret edilir. (s. 17-20)

Veba Geceleri’nde kadere inanmak

Şeyda Öztürk’le söyleşisinde Orhan Pamuk, Beyaz Kale ile birlikte kendi edebiyatında Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabında tartışmaya açtığı “Batılıların Doğu Hayalleri” konusunun öne geçtiğini belirtir. Batılıların Türklerin vebadan kaçmadığına dair iddiaları kadercilik bağlamında yorumlamasını ilgi çekici bulan Pamuk her ne kadar bunu “basmakalıp” bir görüş olarak ansa da, Batılı söylemler tarafından Türklere-Müslümanlara onları önlem almaktan alıkoyan bir kadercilik atfedilmesinin haklılığı üzerine düşündüğünü de ifade eder. Pamuk’a göre kendini asıl çeken de bu karmaşık, zor ama imkânlı konu olur.[5]

Veba Geceleri’ne baktığımızda, Pamuk’un söyleşideki beyanlarına paralel biçimde Müslümanların salgın karşısındaki “kaderciliği”, “oryantalist tarihçiler”e göndermeyle anılır. Metnin anlatıcısı Mina Mingerli ise bu oryantalist açıklamaya katılmadığını ifade eder biçimde kurgulansa da, yine de “adanın Müslüman nüfusunun Hıristiyanlara göre daha fakir, eğitimsiz ve dünyadan kopuk” olduğu da metne eklenerek, söyleşide haklılığı tartışmaya açılan oryantalist söylemin geçerliliğine yeniden göz kırpılır. (s. 134)

Dünyadan kopuk, mikroplara inanmayan, ya salgın bilincinden yoksun ya da ancak “altın ve gümüş, ne para varsa sirkeyle ovuşturmak seviyesinde” (s. 94) bilinçli olduğu söylenen Müslüman halkın kaderciliği en basit haliyle “tehlikeyi bilmek ama Allah’a sığındığı için tedbir almamak” olarak tanımlanır. (s. 244) Mecid karakterinin “Biz Cenab-ı Allah’a emanetiz”, “her şeyin alnımıza yazıldığına inandığımız için içimiz rahattır, dertlenmeyin” (s. 215) sözlerinde ortaya koyulan da yine benzer bir tavırdır.

Bu tavrı İslam âleminin veba ve salgın hastalıklar konusundaki görüşlerine geniş yer ayırarak dayanaklandırmaya çalışan romanda, birbiriyle çatışan iki görüşün aktarıldığı görülür. Bu doğrultuda bir görüş “veba Allah’tan geldiği için ondan kaçmak hem beyhude hem de kaderden kaçmaya kalkmak gibi zor ve tehlikelidir” iken, bir diğeri de “vebanın bulaşıcılığını göz önünde bulundurarak kişinin eğer ölmek istemiyorsa hastalıklı yer, hava ve insanlardan kaçması gerektiği”dir. Yine bu ikinci görüş uyarınca, kişi vebaya bir kez yakalandı mı Allah’a sığınmaktan başka çaresi yoktur. (s. 286-287)

Romanda daha çok bu görüşlerin ilkinin geçerli olduğu bir ortam kurgulandığı fark edilir. Dinî inancın karşısına yerleştirilerek kendisi de bir inanç niteliği kazanan bilim söz konusu olduğunda, romanda ağırlıklı yer sahibi olan tekkeler çerçevesinde pek çok müritten de “mikroba, karantinaya inanmayanlar” olarak bahsedildiği görülür. (s 472) Vebadan kaçmanın kaderden kaçmakla eş tutulduğu düzlemde kadercilik de özellikle “Şeyh Hamdullah Dönemi”nde olduğu gibi, asıl karantina uygulamalarına verdiği zararla tartışmaya açılır. Bu süreçte “Hacı Gemisi Olayı” ya da karantinacı doktor-halk çatışmalarına ek olarak romanda Osmanlı İmparatorluğu’nda karantina uygulamalarının tarihi hakkında verilen uzun bilgide altı çizilen de karantina tedbirlerine Müslüman halkın karşı çıkışı ve pek çok asılsız söylenti, tartışma ve karışıklığın çıkması olur. Bu nedenle, Batılılaşmacı bir padişah olarak anılan II. Mahmut’un şeyhülislamdan karantinanın İslam’a uygun olduğuna ilişkin bir fetva almasına dair romana eklenen kısım, romanda karantina-Batılılaşma ve Müslüman halk arasında kurulan çetrefilli ilişkinin tarihsel arka planını sağlamaya yönelik bir işlev edinir. (s. 90)

Romanda yine bu doğrultuda “modern” karantinacıların sadece vebayla değil, aynı zamanda “kadercilik” ile de savaştığı sıklıkla vurgulanır. (s. 237) Karantinaya karşı gelmenin “devlete, Batılılaşmaya, modern tıp ilmine, uluslararası camiaya bir meydan okuma, bir alaycılık, bir karşı çıkma, hatta bir saçmalık”la eşlendiği romanda (s. 250), Bonkowski Paşa’nın öldürülmesinin de “gözü dönmüş yobazların bilim, tıp ve Batı karşıtı bir hamlesi” olabileceği ihtimali tartışmaya açılır. (s. 115) Yine bu doğrultuda, karantina önlemlerinin tutmamasına dair değerlendirmelerde öne çıkanlar da yine gelenekler, din, şeyhler ve halkın cahilliğidir. (s. 229)

Romanda mikroplar vasıtasıyla bilimsel olarak açıklanan hastalıklara karşı yine bilimsel olarak alınan tedbirler “modern” karantina uygulamaları çerçevesinde değerlendirilirken, bu uygulamaların karşısına “okunmuş kâğıt ve muskalar” koyulur. Romanda “elbette hiçbir bilimsel değerleri yoktu” denerek anılan bu kâğıt ve muskalar, halka güç veren ve halkın veba karşısında ümitsizlikle başa çıkmasına yardımcı olan dinî teselliler olarak tarif edilir. Mikrop ilmi dışında, alternatif bir başka “hıfzıssıhha” uygulaması olarak da değerlendirilebilecek olan bu kâğıt ve muskalar, halk ve esnafta vebaya karşı bir çeşit koruma sağladıkları inancını da yerleştirdiği için hem kadercilik meselesini ikircikli hâle getirmekte hem de bilimsel salgın yönetiminin aksamasına neden olmaktadır. Bununla birlikte, bu kâğıt ve muskalara atfedilen koruma gücü aynı zamanda pek çok kişinin sırf bir tekkeye, şeyhe yakın olduğu için kendini tıp dışı, üstün kuvvetlere sahip sanmasını da beraberinde getirir. (s. 229-230) Zaten Şeyh Hamdullah da “mel’un taun” olarak andığı vebanın kendi tekkelerine asla sirayet etmeyeceğine inanmaktadır. (s. 284)

Bununla birlikte, Şeyh Hamdullah da II. Abdülhamit gibi “mikroplar ve epidemiyoloji çağı”nda yaşamanın mecburiyetlerinin farkındadır. Hastalık karşısındaki tepkileri yine Hıristiyan-Müslüman ayrımını temel alarak kuran şeyhin Hıristiyanların Avrupa’da dört yüz yıldır tatbik edilen karantina sayesinde hastalıklardan sakındığını, Müslümanların ise karantinaya inanmaz ve modern usulleri öğrenmezlerse daha da çok kırılacağını ve yalnız ve azınlık kalacağını ifade ettiği görülür. (s. 289) Yine aynı doğrultuda, herkesin mikroplardan, lizolden söz ettiği günlerde dinî risalelerin hiçbir şeye çare olamayacağını gördüğü söylenen Şeyh Hamdullah’ın aradığının bir karantina öğüdü, bir ilaç olduğu belirtilir. (s. 304) Öyle ki, salgının iyice kötüleşmesiyle romanda herkes en sonunda korkuya kapılıp çareler aramaya başlarken, kadercilerin “burnunu sürten” asıl olay şeyhin hastalanması ve ölmesi olur. (s. 462)

Sonuç Yerine: Yüzyıl Dönümünde Servet-i Fünun Dergisinde mikroplar

Hem kendi memleketleri hem de bu memleketi çevreleyen dünya ile sıkı bir iletişim içinde olan, kendi memleketleri ve dünyada olup bitenleri ciddi bir dikkatle takip eden Servet-i Fünun dergisi, 19. yüzyılın bilimsel keşiflerini ve bunların açtığı yolda, ilerlemeye inançla yeni yüzyılda gerçekleşmesi beklenen gelişmeleri düzenli ve ağırlıklı olarak sayfalarına taşır.[6] “Aktüalite denilen takib-i vekayi-i medeniyede kusur gösterilmeyece[ği]”[7] vaadini gerçekleştirir biçimde, derginin okurlarını özellikle mikropların keşfi ve bu keşfi izleyen yenilikler konusunda bilgilendirdiği görülür. Çoğu zaman bir sohbet havası içinde “Musahabe-i Fenniye”lerde karşımıza çıkan mikrop bahsi, kimi zaman da dönemin ünlü doktorlarından Besim Ömer’in “Veba-Taun” alt başlıklı “makale-i sıhhiye”sinde olduğu gibi mesleki uzmanlığı yansıtan biraz daha teknik bir dille paylaşılır.[8]

Derginin mikroplara dair içeriğine biraz daha yakından bakıldığında, özellikle Pasteur’ün öncü bir bilim insanı olarak çokça anıldığı görülür. “Musahabe-i Fenniye”lerin öne çıkan yazarlarından Mahmut Sadık, Pasteur’ün içinde yaşanan asrın en büyük bilim insanlarından biri olduğundan hiçbir medeni milletin şüphesi olmadığını ifade eder. Bu şüphe taşımama hali sadece Pasteur için de geçerli değildir. Yine aynı yerde, Mahmut Sadık’a göre “Pasteur’ün açtığı çığır” genişlerken, “her marazın/hastalığın bir cins mikroptan ileri geldiği[ne]” artık “hiç kimsenin şüphesi kalma[mıştır]”.[9] Pasteur’ü çığır açıcı bir bilim insanı olarak tarif eden Mahmut Sadık, bilim tarihi incelendiğinde her keşfin ve gelişmenin önceki bir keşif ve gelişmenin neticesi olduğu gibi sonraki bir gelişmenin de sebebi olduğundan yola çıkarak, bilimsel keşifleri de birbirine bağlı ve sürekli bir zincire benzetir. Louis Pasteur’ün önemli keşfinden ve birçok farklı hastalığın, bilhassa salgın hastalıkların sebebinin “tufeylat” olduğunun ortaya çıkmasından sonra tıbbın da ilerleme devresine girdiğini ve geniş bir araştırma sahasının açıldığını söyler. Öyle ki, Pasteur’ün çalışmalarını devam ettiren bilim insanları da tedavi için çeşitli yollar bulmuşlar ve iyileştirilemez sanılan hastalıkların bir kısmı tedavi edilirken, bir kısmının da ileride tedavisinin bulunacağına dair kuvvetli ümitler hasıl etmişlerdir.[10] Yine bu doğrultuda mikrop meselesinin sonu olmadığı, mikropların etkilerine dair her gün insanı hayrette bırakan yeni bir keşifte bulunulduğu ortaya çıkmıştır.[11] Zaten artık tıptan kasıt da doktorların hastalıkların içyüzünü tetkik etmesi, mikrobunun ne olduğunu bulması ve ardından da tedavisini, çaresini araştırmasıdır.[12]

Servet-i Fünun dergisinin 1 Eylül 1900 tarihli 494. sayısında yayımlanan Hamidiye Etfal Bakteriyolojihanesi fotoğrafı.

Pasteur’le birlikte Doktor Yersin de Servet-i Fünun’da adı en çok anılan bilim insanlarından biridir. Aslen İsviçreli olduğundan bahsedilen Doktor Yersin’in tıp tahsili için Paris’e gittiği ve Pasteur laboratuvarında kuşpalazı aşısını keşfeden Doktor Pierre Paul Émile Roux ile aşinalık peyda edip orada kalarak “mikrop ilmi”, özellikle de veba hakkında pek çok mükemmel araştırmada bulunmuş bir bilim insanı olduğu belirtilir.[13] Yine aynı şekilde, Doktor Robert Koch da derginin sıklıkla sözünü ettiği isimlerden biri olarak mikrop âleminde “sahib-i tetkik ve sahib-i malumat bir zat” olarak tarif edilir.[14]

Mikrop ilminin öne çıkan bu üç ismiyle beraber, derginin uğraşmayı en çok sevdiği noktalardan biri de mikropların yarattığı korku meselesidir. Aralık 1897 tarihli “Musahabe-i Fenniye”sinde Mahmut Sadık’ın da altını çizdiği gibi, insanlar bir bela gibi telakki ettiği mikropların şerlerinden, zararlarından kendini koruma çareleri düşünmekte, mikroplardan hastalık tohumu diye ürkmektedir.[15] Mahmut Sadık mikropların şerrinden korkmamanın mümkün olmadığını gösteren bir örnek olarak o dönemde Hindistan’da şiddetini artıran vebayı verir. Mahmut Sadık’a göre vebanın bir mikroptan ileri geldiği düşünüldüğünde, insanlar arasında bu kadar tahribata sebep olan mikroplardan korku daha ziyade artacaktır.[16]

Bununla birlikte mikropların sadece korkunçluğu ve zararları değil, bazen yararları da dergide konu edinilir. Mikroplara dair incelemeler ilerledikçe bunların elinden kendimizi kurtarmanın çaresi olmadığını ve bu tufeylat ile hoş geçinmenin yoluna bakmak gerektiğinin anlaşıldığını söyleyen Mahmut Sadık, mikropları canlılığın sebepleri olarak addetmek, hatta bunlarsız hayat olmayacağını bilmek gerektiğini belirtir. Bu süreçte de bütün mikropların kötü olmadığının, bazılarının iyi olduğunun öğrenildiğini söyleyerek çeşitli örnekler verir.[17]

Mikropların keşfi ve hıfzıssıhha arasındaki ilişki de yine derginin üzerinde durduğu konulardan biridir. “Uhuvvet-i Beşeriye ve Mikroplar” makalelerinde Mahmut Sadık, içinde yaşadıkları yüzyılda hastalıkları tedavi etmekten ziyade insanlığı birtakım hastalıklara yakalanmaktan korumaya çalışıldığını ve Pasteur’ün keşfiyatının da bu maksadın gerçekleşmesini kolaylaştırdığını ortaya koyar. Mahmut Sadık, “devre-i medeniyet”teki ilerlemeyle birlikte düşündüğü “hıfzıssıhha”yı hastalıklara karşı tedbir almamızı ve hastalıklardan korunmamızı sağlayan önemli bir bilim dalı olarak tanımlar. Yaşadıkları dönemde hıfzıssıhha fenninin kurallarının belli olduğunu söyleyen Mahmut Sadık bu kuralların tesir ve uygulamalarını da doğruluğu ispatlanmış, kesin ve şüphesiz olarak tarif eder. Her ne kadar daha incelemeye ve ispata muhtaç cihetler olsa da, 19. yüzyıl sonunda daha öncekilerin elinde bulunmayan hastalıklardan korunma araçlarının elde edilebilmiş olduğunu düşünür.[18] Mahmut Sadık’a göre mikropların keşfi üzerine hıfzıssıhhat ilmi belki tıptan ziyade genişlemiş, özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde hastalıktan korunma yolları bir hayli gelişmiştir. Zengin-fakir demeden, mertebeye bakmadan her vücudu istila eden mikroplar karşısında sıhhiye kuralları da esasından değişirken, bakım ve temizlik söz konusu olduğunda bakış açıları yenilenmiştir. Her ne kadar hastalıkların bulaşıcılığı belki bin sene evvelden beri malum olsa da ve karantinaların tesisi zaten buna işaret etse de, artık bulaşıcı hastalıkların menşeinin biliniyor olması, tedbir ve tedavi şekillerini de etkilemiştir.[19]

Bu kısa toparlamanın da ipuçlarını verdiği gibi, dergide mikroplara dair verilen malumat söz konusu olduğunda “bilime inanmak” ve “kadere inanmak” arasında Veba Geceleri’ndekine benzer bir ikilik kurulduğunu ya da kadercileri veya henüz aklın ışığıyla aydınlanma şerefine erişememiş Osmanlıları yanlıştan döndürme ve bilimsel olana sevk etme benzeri bir amacın gözetildiğini söylemek mümkün değildir. Elbette bunu derginin okur kitlesini de düşünerek anlamlandırmak gerekir. 11 Mart 1897 tarihli 313. sayıda Ahmet İhsan’ın derginin nerede, ne kadar sattığına dair verdiği sayılar da dikkate alınırsa, büyük bir kısmı Osmanlı vilayetlerine dağıtılan derginin okurlarının da vilayetlerde görevli memurlar ve iyi eğitim görmüş yerel eşraf olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.[20] Ancak bununla birlikte, Ahmet Ersoy’un da belirttiği gibi, özellikle 1890’lardan sonra baskı teknolojilerindeki gelişmeler sonucunda haftalık yayınların daha uygun fiyatlı ve alınabilir hale gelmesi, okur kitlesinin genişlemesini de beraberinde getirmiştir. Bu genişlemeyi düşünürken, evlerde ve kıraathanelerde basılı yayınların birlikte ve sesli olarak okunduğunu da hesaba katmak gerekir.[21]Bu doğrultuda, derginin okur kitlesini de düşünerek, bazen “Hastalıkların teşhisi ve tedavisi açısından çok önem taşıdığı için bunları bizim de bilmemiz gerekiyor” denerek verilen malumatların[22] genellikle güncel gelişmeleri takip etmenin kendi başına değerli görüldüğü ve terakki eden bir dünyanın parçası olmanın bir gereği olarak düşünüldüğü bir çerçevede anlamlandırıldığı fark edilir. Bu açıdan derginin güncel bilimsel gelişmelerle ya da daha özelde “mikrop” mefhumunun kendisiyle ilişkisini bir geri kalmışlık söylemi dahilinde kurmadığı söylenebilir.

Mikropların keşfi ve bu keşfi izleyen gelişmeler her gün biraz daha gizlerinden kurtarılan bir dünya resminin görünür kılınmasına yardım ederken, aklın rehberliğinde bilimsel ilerlemeye duyulan inanç dergide bir “büyülenme” içinde anlatılır. Bu büyülenmeye kimi zaman mikropların yarattığı korku da eşlik etse de, gelen günün geçen günden iyi olacağına ümit hep korunur. Ve bu ümit, Veba Geceleri’nin tersine, Doğu-Batı benzeri genellemelerle ifade edilen bir karşıtlığı ya da biz ve diğerlerini geç kalmışlık ya da Batı-dışılık benzeri bir izleği tekrar ederek ayrıştıran bir söylemi temel almaktan ziyade daha birleştirici bir terakki fikrinden tevellüt eder. Tam da bu noktada, Veba Geceleri’nde Vali Paşa Servet-i Fünun dergisinde okuduğu bilimsel olanla alakalı ve tuhaflığıyla akılda kalıcı bir makaleden bahsederken, bu makalenin “çeviri” olduğunun bir şekilde metne eklenmesini (s. 293), Osmanlı’nın bilimle ilişkisinin dışarlıklılığını vurgulayarak bu karşıtlık ve ayrışmalara işaret eden bir müdahale olarak okumak da mümkündür.

 

 

NOTLAR:


* Bu çalışmada araştırmacı olarak görev aldığım 115K608 numaralı “Osmanlı Kültür Tarihinde Servet-i Fünun Dergisi” adlı TÜBİTAK projesinin verilerinden yararlanıyorum. İlgili kuruma ve proje ekibine desteklerinden ötürü teşekkür ederim. Burada kullanılan yazılı ve görsel materyal ve daha fazlası için projenin servetifunundergisi.com adresinden ulaşılabilen veritabanına bakılabilir.

[1] Örnekler için bkz. Orhan Pamuk, Veba Geceleri (İstanbul: YKY, 2021), s. 36, 40-41, 46, 93 ve 500. Metnin devamında parantez içinde verilen sayfa numaraları romanın bu baskısındandır.

[2] Mina Mingerli’nin kurmaca girişinde “hem bir tarihî roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarih” olarak tanımlanan Veba Geceleri’nin ağırlıklı biçimde yer verdiği tarih anlatısının vebaya dair içeriğini “tarihsel gerçek”le test etmek isteyenler Nuran Yıldırım’ın çalışmalarına, özellikle de “Osmanlı Coğrafyasında Karantina Uygulamalarına İsyanlar: ‘Karantina İstemezük’” makalesine bakabilirler. Romanı yazma sürecini paylaştığı söyleşilerde doğrudan Orhan Pamuk’un da andığı bir isim olan Nuran Yıldırım’la birlikte çalışmalarına başvurulan isimler arasında Mesut Ayar ve Gülden Sarıyıldız da sayılır. Bkz. Orhan Pamuk, “Orhan Pamuk, Veba Geceleri’ni Anlattı: Minger Adası Türkiye’yi Gösteren Bir Alegorinin Çıkış Noktası Değildir”, Söyleşi: Şeyda Öztürk, Gazete Duvar Kitap, sayı: 156, Nisan 2021, s. 15-16.

[3] A.g.e., s. 10.

[4] “Gerçek” Bonkowski Paşa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Metin Menekşe, “İzmir’de Kolera Salgını ve Etkileri (1893)”, Tarih Araştırmaları Dergisi I, sayı: 39, 2020, s. 385-433; Feza Günergün, “XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Kimyager-Eczacı Bonkowski Paşa (1841-1905)”, I. Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildirileri (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1992), s. 229-252; Zafer Atar, “İzmit ve Çevresinde Kolera Salgını (1894)”, Uluslararası Kara Mürsel Alp ve Kocaeli Tarihi Sempozyumu-II (Ankara: Kocaeli Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı Yayınları, 2016,) s. 839-847.

[5] Pamuk, “Orhan Pamuk, Veba Geceleri’ni Anlattı: …”, s. 5-6.

[6] Servet-i Fünun dergisinde 19. yüzyılıın bilim ve ilerlemeyle birlikte düşünüldüğünü gösteren örnekler için bkz. M. Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 373, 5 Mayıs 1898, s. 138-140; M. Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 385, 28 Temmuz 1898, s. 322-324; M. Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 424, 27 Nisan 1899, s. 114-117; Ahmet İhsan, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 429, 1 Haziran 1899, s. 194-195; Yahya Halit, “On Dokuzuncu Asırda İlm-i Hayatın Terakkisi”, Servet-i Fünun, sayı: 546, 1 Eylül 1901, s. 409-411.

[7] Ahmet İhsan, “Teşekkür ve İfade”, Servet-i Fünun, sayı: 255, 31 Ocak 1896, s. 323.

[8] Besim Ömer, “Makale-i Sıhhiye: Veba-Taun”, Servet-i Fünun, sayı: 482, 7 Haziran 1900, s. 218-221 ve Besim Ömer, “Makale-i Sıhhiye: Veba-Taun”, Servet-i Fünun, sayı: 483, 14 Haziran 1900, s. 226-237.

[9] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 401, 17 Kasım 1898, s. 162-163.

[10] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 328, 24 Haziran 1897, s. 242-244.

[11] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 417, 9 Mart 1899, s. 2-3.

[12] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 369, 28 Mart 1898, s. 74-75.

[13] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 311, 25 Şubat 1897, s. 393-396.

[14] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 319, 22 Nisan 1897, s. 104.

[15] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 351, 2 Aralık 1897, s. 195-197.

[16] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 365, 10 Mart 1898, s. 6-7.

[17] Mahmut Sadık, “Musahabe-i Fenniye”, Servet-i Fünun, sayı: 351, 2 Aralık 1897, s. 195-197.

[18] Mahmut Sadık, “Uhuvvet-i Beşeriye ve Mikroplar”, Servet-i Fünun, sayı: 257, 13 Şubat 1896, s. 363.

[19] Mahmut Sadık, “Uhuvvet-i Beşeriye ve Mikroplar”, Servet-i Fünun, sayı: 259, 27 Şubat 1896, s. 393-394.

[20] Ahmet İhsan, “İfade-i Mahsusa”, Servet-i Fünun, sayı: 313, 11 Mart 1897, s. 2.

[21] Ahmet A. Ersoy, “Ottomans and the Kodak Galaxy: Archiving Everyday Life and Historical Space in Ottoman Illustrated Journals”, History of Photography, sayı: 40:3, 2016, s. 330-357.

[22] Kadri, “Avrupa Postası”, Servet-i Fünun, sayı: 526, 11 Nisan 1901, s. 91-93.