"Orhan Pamuk başrollerden birini yine İstanbul’a vermiştir; her karakteriyle İstanbul’la bir ilişki kurar. Adada olanların yankısının İstanbul’dan duyulup duyulmadığı esas meseledir. İstanbul devlettir, Pakize Sultan’ın babasının ve padişahın orada olmasıyla, 'baba'nın metaforudur. Özlenen ama kavuşulamayan, kucağından indirilip indirilmediği hep bir iç sızısı olandır."
13 Mayıs 2021 17:00
Orhan Pamuk’un kitaplarını konusu için okumayız, Orhan Pamuk yazdığı için o konuyu okuruz. 1974’ten bu yana başarıyla sürdürdüğü yazarlık hayatı boyunca bizi farklı yüzyıllara götürdü, bambaşka kimliklerle tanıştırdı Pamuk. Beş yıldır üzerinde çalıştığı son romanı Veba Geceleri’nde ise 1901’e, Abdülhamid döneminde kurmaca bir Osmanlı vilayeti olan Minger Adası’na demirliyoruz gemiyi.
Pamuk gibi biz de yazımıza bir Tolstoy alıntısıyla başlayalım.[1] “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; ya insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” sözündeki gibi bir yolculuk hikâyesiyle başlar roman. Sultan Abdülhamid, adadaki veba salgınını kontrol etmesi için başkimyageri Bonkowski Paşa ile genç ve başarılı Doktor Nuri’yi bir Osmanlı vilayeti olan Minger Adası’na gönderir. Doktor Nuri yine Sultan Abdülhamid’in uygun bulmasıyla, V. Murat’ın kızı Pakize Sultan ile evlendirilmiştir ve adaya gelen Aziziye vapur-u hümayunuyla adaya ayak basanlar arasında o da vardır. Pakize Sultan babası ve diğer kardeşleri gibi Dolmabahçe Sarayı’nda tutulmuş, daha öncesinde İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gözünü açtığı hayat zaten bir çeşit karantinadır ama İstanbul’dan uzak olan hayat ebedi sürgündür onun için. Bedeni, aklı, ruhu İstanbul’a düğümlüdür. Adanın kraliçesi ilan edildiğinde bile, adaya karşı duyduğu sorumluluk duygusuyla İstanbul’a dönebilme umudu arasında sıkışıp kalır.[2] Hiç ayrılamam derken, ne acıdır ki, İstanbul’dan Minger Adası’na giden gemi ile “ev”den ayrılışının dönüşü olmayacaktır. Ve ömrü boyunca nereye gitse, orayı İstanbul’a benzeterek anlatacaktır.[3]
Orhan Pamuk başrollerden birini yine İstanbul’a vermiştir. Veba Geceleri’nin Mustafa Kemal olup olmadığı çokça tartışılan karakteri Kolağası Kamil’in “kız bakmaya” gittiği sırada aklından geçenlerde,[4] Pakize Sultan’ın mektuplarında, Kolağası’nın büyük bir aşkla evleneceği Zeyneb’in en büyük arzusunun İstanbul’a gitme hayalinde, adanın valisi Sami Paşa’nın esas ailesinin İstanbul’da olması ama adanın ve sevgilisi Marika’nın onun evi olmasıyla, her karakteriyle İstanbul’la bir ilişki kurar, göbekten bağlar adeta. Adada olanların yankısının İstanbul’dan duyulup duyulmadığı esas meseledir. İstanbul devlettir, Pakize Sultan’ın babasının ve padişahın orada olmasıyla, “baba”nın metaforudur. Özlenen ama kavuşulamayan, kucağından indirilip indirilmediği hep bir iç sızısı olandır.
Veba salgınının kontrol edilmesi için çıkış sebeplerinin peşine düşer Doktor Nuri. Metot olarak ise o sıralarda dünyada yeni okunmaya başlayan ve Sultan Abdülhamid’in sarayda çevirmenlere çevirterek okuduğu Sherlock Holmes’un yolunu benimser. Salgın sebeplerinin sadece laboratuvarda çalışarak değil, halkın gündelik yaşam alışkanlıklarının incelenmesiyle bulunacağına inanır. Doktor Nuri daha önce Hicaz Karantina Teşkilatı’nda bulunmuş, zaten yürütülmesi zor bir süreç olan karantinayı hacılarla yürütmenin daha zor olduğunu bizzat tecrübe etmiştir:
“1901 yılında dünyaya askerî, siyasi ve tıbbi olarak hâkim olan İngiliz, Fransız, Rus ve Almanlara göre veba ve kolera hastalığı Avrupa’ya ve dünyaya Mekke ve Medine’den yayılıyordu. Hastalığı Batı’ya (Batı Asya’ya, Güney Avrupa’ya, Kuzey Afrika’ya) getirenler ise Hicaz’a hacca gelen Müslümanlardı. Yani dünyadaki veba ve koleranın kaynağı Çin ve Hindistan, dağıtım merkezi de Osmanlı devletinin Hicaz vilayetiydi.”[5]
Hac ve Surre alayları
Yıl henüz 1901’dir ve hacca gemiyle seyahat yeni başlamıştır. Oysa öncesinde, kara rotaları üzerinden aylar süren, uzun ve meşakkatli bir yolculuktur hac. Zaten haccın sözlük manası “gitmek, büyük bir işe yönelmek”tir. Ayrılık sevdaya dahil mi bilemeyiz ama yoldaki meşakkat hac ibadetine dahildir.
Osmanlı topraklarından hacca gidiş karadan, surre alayları olarak bilinen bir çeşit konar göçer şehir sistemiyle, fırıncı, doktor, müjdecibaşı, ressam, müzisyen gibi devlet görevlilerinin olduğu, yaklaşık elli bin kişilik bir organizasyondu. Bu alayda güzergâhtaki İslam topraklarına ve menzil olan Mekke ve Medine’ye hediyeler ve alayın ihtiyacı olacak yiyecek, su tedariki de yer alır, bunların kayıtları titizlikle “surre defteri” denen, günümüze beş bin kadarı ulaşan defterlerde tutulurdu. Osmanlı’nın en mühim törenlerinden biri olan surre alayları töreni, dönemin padişahının ikametine göre Topkapı Sarayı’ndan veya Dolmabahçe Sarayı’ndan başlardı. Halifelik Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu için, dünya üzerindeki hacıların salimen hacca gitmelerinin sağlanması dönemin padişahının başarısı sayılırdı.
Sultanın içeride ulemaya, dışarıda diğer Müslüman ülkelere karşı itibarının korunması için yürüttüğü hac politikası hafife alınmayacak bir öneme sahipti.[6] Sistemli yürütülen bu politika uyarınca, hac rotası İstanbul’dan başlar, hac öncesinde Hz. Muhammed’in sahabesi Eyüp Sultan’ın türbesi ziyaret edilir, padişahtan izin mahiyetindeki bu ziyaret ile İstanbul’un önemini artmış olurdu, böylelikle Kafkas, Afgan, Orta Asya ve Hint Müslümanlarının İstanbul’a gelmeleri teşvik edilirdi. Günümüze Murat Kargılı’nın kartpostal koleksiyonuyla ulaşan, Eminönü’nde, Yeni Cami’nin basamaklarında dinlenen Orta Asyalı hacıların fotoğrafı İstanbul’a dair farklı bir karedir.
Osmanlı padişahları içinde teşrifata en düşkün sultanlardan biri olan Abdülhamid, bu törenlerin, dönemin gazeteleri Tercüman-ı Hakikat, Takvim-i Vekayi’de genişçe yer bulmasına özellikle önem verirdi.[7] Surre alayı törenleri de sultanın evhamlı yapısına rağmen katılmaya özen gösterdiği merasimlerden biriydi:
“Sultan Hamid mabeyin penceresinden göründü. Alay başlamıştı. Pek eski âdetten olduğu üzre, mahmelin devesini Evkaf Nâzırı Turhan Paşa yularından tutarak surre eminine teslim eyledikten sonra, emin de deveyi üç defa bahçede dolaştırdı. Yine mutaddan olduğu vechile, Sultan Hamid tarafından Mekke emiri Şerif Ali Paşa’ya hitaben yazılmış olan mektup, ki buna Nâme-i Hümayûn denirdi, kırmızı atlas kese içinde olduğu halde yine müşarünileyh tarafından öpülerek surre eminine teslim olundu. Emin dahi kezalik öpüp ta’zim ile bana verdi.”[8]
1905-1906 yılı surre kethüdası olan Ahmed Salahaddin Bey’in hatıralarından bu satırlar töreni gözümüzde canlandırmamıza bir vesile olabilir. Sultan Abdülhamid sadece surre alayı törenine özenmekle kalmaz, Hicaz bölgesi denen, Kızıldeniz’in doğu sahili boyunca uzanan ve Haremeyn bölgesini içine alan hac yollarına yapılacak imaretleri destekler, hacıların yolculuklarını kolaylaştırmak için kafa yorardı. Bu tavrında ikinci mabeyincisi İzzet Paşa’nın Şam’da doğup büyümesinin ve hacıların çektiği meşakkatlere şahit olmasının da payı vardır şüphesiz.[9] Bu politikaların sonucu Hicaz Demiryolu projesini faaliyete geçirmiş, karadan dört ay kadar süren yolculuğu kırk güne düşürmüş, fakat 1919’da bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti kaybedildiğinde bu demiryolu kapanmıştır.
Abdülhamid’in Hicaz bölgesine yaptığı imaretler karantina önlemlerini de kapsıyordu. 24 Aralık 1891’de Osmanlı topraklarındaki karantina merkezlerinin iyileştirilmesi kararını Murat Bardakçı köşe yazısında paylaşmıştır.[10] Vebanın olduğu senelerde karantina sadece hacdan, Hicaz bölgesinden gelenlere değil, hac için dünyanın farklı bölgelerinden gelen hacılara Cidde şehrinde de uygulanıyordu. Murat Kargılı’nın koleksiyonundaki Cidde karantina merkezi fotoğrafı bu uygulamaya bir örnek teşkil eder.
Hacca deniz yoluyla gidenlerin yaşadıklarını merak ediyorsak, Hüseyin Vassaf’ın ‘Hicaz Hatıratı’na ve Ahmad Salahaddin Bey’in anılarına bir göz atabiliriz:
“Saat 11’de vapurumuz hareket etti. Hemen güverteye koştum. Soğuğun şiddetine ve rüzgârın savruntusuna bakmayarak İstanbul’a atf-ı nazar-ı veda eyledim. Gönlüm makamat-ı mübarekeye müncezip olmakla beraber, evladü ayali düşünmek beni biraz hırpalıyordu. Sürûr ile kederin insana vâki olan tesiri pek gariptir.”[11]
Hüseyin Vassaf 1906’da İstanbul’dan Cidde’ye kadar on dokuz gün süren vapur seyahatini Büyükada, Kale-i Sultaniye (Çanakkale), Midilli, Sakız Adası ve Rodos Adası yakınından, Kıbrıs, Beyrut, Sayda ve Portsaid rotası üzerinden yaptıklarını anlatır.
Osmanlı ve veba
Pamuk, Veba Geceleri’nde Minger Adası’na hac yolları üzerinden yayılan veba sonucunda imparatorluğun bu adaya gerekli desteği göndermediğini anlatır. Burada İstanbul’un endişesi, mutat olduğu üzere İmparatorluğun herhangi bir bölgesinde baş gösteren vebanın hâkimiyet altındaki tüm topraklara yayılması ve İstanbul’u esir almasıdır. Rutgers Üniversitesi’nde tarih doçenti olan Nükhet Varlık’ın Osmanlılar’da Veba isimli, Osmanlı İmparatorluğu’nda vebayı konu alan ilk sistematik bilimsel incelemesi bu noktaya dikkat çeker; salgınlar ister Balkanlar’da ya da kuzey Afrika liman şehirlerinde isterse de Karadeniz limanlarından birinde çıksın, derhal İstanbul’a da ulaşmıştır.[12]
Minger Adası’nda imparatorluğun çok kültürlü yapısının zenginliğiyle beraber “Müslüman-Hıristiyan arasındaki hakiki ve hayalî çizgileri bulanıklaştıran”[13] hastalık durumunda bile birlikte hareket etmenin önünde nasıl engel teşkil ettiği anlatılır. Adada asıl mücadele konusu veba değil, farklı dinî grupların birbirini suçlamaları ve karantinayı dine aykırı bularak bu uygulamaya direnmeleridir. Okudukça neden Abdülhamid’in de II. Mahmud devrindeki ilk resmî karantina emrinde olduğu gibi Şeyhülislam’dan “Karantina dine aykırı değildir” gibi bir fetva almadığını merak ettim doğrusu.[14]
Tüm dünyanın karantinadan çıkarak sokaklarda baharı karşıladığı bir dönemde, “Temmuz ayı sonunda Minger Adası’nın başşehri sokakları, üçüncü veba salgını altında sinmiş Bombay ya da Hong Kong kentinin sokakları gibi tamamen boş değildi. Bir yerde, bir yokuşta bir cenazeden diğerine, bir evden ötekine koşan iyi niyetli Müslüman erkekler kalabalığı hep vardı”[15] cümlesi, bu yüzyılda karantina uygulamalarının nasıl kültürden kültüre değiştiğini, bizim kültürümüzde dünyadan nasıl farklı işlediğini, kısacası tarihin tekerrürünü ispatlıyor.
“Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz? Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?”[16] sualiyle evinde kalakalan bir toplum olarak üç tarafı denizlerle çevrili ülkemde, ada hissini içimde hissettiğim günlerde Veba Geceleri’ni okurken her yanımı evham kapladığı bir gerçek.
Bastonunu sallayan yazar
Son olarak, romanda zamanda yol alırken bizi kolumuzdan tutup bugüne çeken ve hikâyeyi bölen tarihçinin müdahalesinin okuyucuya yaşattığına değinmek isterim. Aile apartmanında oturursunuz; yaptığınız ilk gürültüde, çağırdığınız ilk misafirde içeriden bastonuyla büyükbaba belirir, kapıyı şak diye açar; misafiri de, keyfi de kovalar elindeki bastonuyla. Evin sakini, evin esas sahibinin kim olduğunu tekrar düşünerek büyükbabaya ses çıkaramazken, bir an için unutulan sakin/müdavim/misafir ilişkisi tam ortadan bölünür.
Evet, romanı yazan bir tarihçidir ve kitap tarihî bir romandır ama 19. yüzyıl sonunda Minger sokaklarında gezinirken bugünden baktığının hatırlatılması okuyucunun zaman ve mekân kavramıyla oynandığını hissettirir. Ev; Minger Adası/anayurt; hikâye/misafir; okuyucu/evin sakini; kendini gizleyen yazardır. Yazar sesli konuşmaya başlayarak hikâyeye destursuz “daldığında” realiteyi yani bastonunu sağa sola sallamakta, okuyucunun okuma serüvenini bölmektedir. Kâh bölüme “Tarihte ‘karakter’ ne kadar önemlidir?” sorusuyla başlayarak roman okumak isteyen okuru dipsiz bir çukura çekmekte, kâh “kişisel duyguların ve kararların tarihi belirlediği küçük bir ülkenin hikâyesini yazdığımız için bu mutluluğu vurguluyoruz” sözüyle okuyucunun dibinde biterek vurgulanacak bir mutluluk bırakmamakta, kendi varlığını ve otoritesini her fırsatta belirterek mutluluk balonunu patlatmakta ve mutluluk ihtimallerine muhtaç olduğumuz şu günlerde kendimizi unutabileceğimiz nadir alanlardan biri olan okuma eylemine “müdahale” etmekte, okuyucuyu uyandırmakta ve uyarmaktadır.
“Bu tarih kitabındaki kişileri sevmemiz ya da onlardan nefret etmemiz zordur. Ama romanları okurken bu duygulara kapılabilirsiniz” genellemeleri okuma tecrübesini, “okurlarımızı daha fazla üzmemek için (...) ölüm korkusundan daha fazla söz etmek istemiyoruz” sözleriyle yazma eylemini açık eder ve yine “okur” kimliğini bize hatırlatarak okuma eylemini böler. Her metni yazıldığı ahval ve şeraiti göz önünde bulundurarak değerlendirme prensibini bu metnin okuyucusuna da hatırlatarak, Veba Geceleri romanını bu haletiruhiyeyle okuduğumu ve bu satırları saat başı ilan edilen yasaklarla kendini sürekli hatırlatan otoriteden bunaldığımız günlerde, on yedi günlük karantina arefesinde yazdığımı ve kendimi zaman zaman Pamuk’un karantinadaki şehir tasvirlerinin içinde bulduğumu hatırlatmak isterim.
“Karantina, halka rağmen halkı eğitip, onlara kendi kendini koruma hünerini öğretme işidir.”[17]
“Haziran ortalarında şehrin üzerinde hep beliren, bazen açık sarı, bazen renksiz, soluk ışık şimdi herkese kendine özgü bir cehennemde olduğu duygusunu veriyordu. Sanki veba sarı renkteydi, gökteydi ve her an Minger halkını seyrediyor, kimin canına okuyacağına fazla düşünmeden karar veriyordu. Sanki herkesin karar zamanı geliyordu. Bu soluk sarı renkli açmazdan çıkmak için herkesin içinde ‘bir şey olsun, bir olay çıksın da kurtulalım’ beklentisi vardı.”[18]
“Korkutucu bir yalnızlık ânıydı bu. Rıhtımdakiler –sanırız beş yüz kişi– son geminin de gittiğini ve veba ile adada yalnız kaldıklarını derinden idrak ettiler.”[19]
•
NOTLAR:
[1] “Tehlike yaklaşırken insanın içinde aynı derecede güçlü iki ses duyulur: Birincisi çok mantıklı bir sestir, insana tehlikenin cinsini ve özelliklerini incelemesini ve ondan kaçmanın çarelerini bulmasını öğütler. İkinci ses ise sanki daha da mantıklıdır: Yaklaşan tehlikeyi düşünmek yalnızca mutsuzluk ve acı vereceğine ve zaten insanın olacakları tahmin edip olayların genel gidişatını değiştirmeye gücü yetmeyeceğine göre, en iyisi, insanın başına gelene kadar korkunç olaylara gözlerini kapamak ve tatlı şeyler düşünmektir, der bu ikinci ses.” Tolstoy, Savaş ve Barış, Orhan Pamuk, Veba Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 2021, s. 5.
[2] A.g.e., s. 487.
[3] “Hong Kong’da, Victoria bölgesinde daha çok İngilizlerin ve Avrupalıların kaldığı ve Pakize Sultan’ın oradan yazdığı bir mektupta dediği gibi ‘Çamlıca’nın Boğaz’a baktığı gibi tepeden denize dimdik baktığı’ bir mahallede bir kat kiraladılar.” A.g.e.: s. 500.
[4] “Duvarda ise hiçbir İstanbul evinde görmediği bir şey, çerçevelenmiş bir deniz manzarası vardı ve unutmamıştı o manzara resmini.” A.g.e.: s. 149.
[5] A.g.e.: s. 69.
[6] Suraiya Faroqhi, Pilgrims of Sultans; The Hac under the Ottomans, Page Bros, Norwich, 2014, s. 143.
[7] Hakan T. Karateke, Padişahım Çok Yaşa, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 18.
[8] Ahmed Selahaddin Bey, Kâbe Yollarında Surre Alayı Hatıraları, haz. İsmail Kara, Yusuf Çağlar, Dergâh Yayınları, 2017, s. 34.
[9] Auler Paşa, Hicaz Demiryolu İnşa Edilirken: Şam-Maan Hattı, çev. Eşref Bengi Özbilen, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019, s. 38.
[10] Yazı için bkz.: https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2625217-iste-turkiyenin-1831-tarihli-ilk-karantina-belgesi-ve-sultan-abdulhamidin-butun-hacilar-karantinaya-alinacaktir-emri
[11] Muharriri El-Hac Hüseyin Vassaf, Hicaz Hatırası, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 2011, s. 10.
[12] Nükhet Varlık, Osmanlılar’da Veba, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 237.
[13] Pamuk, Veba Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2021, s. 354.
[14]https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2625217-iste-turkiyenin-1831-tarihli-ilk-karantina-belgesi-ve-sultan-abdulhamidin-butun-hacilar-karantinaya-alinacaktir-emri
[15] Pamuk, Veba Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2021, s. 378.
[16] Necip Fazıl Kısakürek, Zindandan Mehmed’e Mektup.
[17] Pamuk, a.g.e.: s. 119.
[18] Pamuk, a.g.e., s. 268.
[19] Pamuk, a.g.e., s. 173.