"Ulaş Tosun’un Merhaba Canım isimli belgeselinde konu tamamen Arkadaş Z. Özger değil. Belgesel Özger’in her zaman incelenecek, üstünde konuşulacak şiirini aşıyor ve Türk solunun 1960’lar sonu, ‘70’ler başında, en devingen olduğu dönemdeki kültürel profilini çıkarıyor. 1968 kuşağının zihniyet dünyası, temel davranış kipleri, eğilimleri, tercihlerine dair önemli, değerli ve aydınlatıcı bilgiler sunuyor. Yani şiiri değil, Özger’in kendisi öznemiz."
31 Mart 2022 20:30
Sina Akyol’a[1]
Ulaş Tosun’un bin bir emekle ve zahmetle hazırladığı Merhaba Canım isimli belgeseli sadece şair Arkadaş Z. Özger’in çok kısa ve çileli yaşamını aktarmakla, geniş kitlelere eriştirmekle, yeniden anımsatmakla kalmıyor, daha önemli bir işlev yükleniyor. Bize bir kuşağın, 1968 kuşağının zihniyet dünyası, temel davranış kipleri, eğilimleri, tercihleri, tutumları hakkında da çok önemli, çok değerli ve aydınlatıcı bilgiler sunuyor.
Bu bilgiler bize Türkiye’deki 1968 hareketinin özellikleriyle Batıda ve Güney Amerika’daki nitelikleri arasında mukayese yapma olanağını veriyor. Bugünkü anlayışla küresel denecek bir hareketin farklı kültürler içinde ve karşısında ne türden özgüllükler kazandığını gösteriyor. Gerçekten de 1968 hareketi tüm dünyayı sarmış ve sarsmış, şimdi üstünde bir kez daha düşünülen, Batının zihniyet ve toplumsal gelişme tarihinde önemli rol oynamış bir olgudur. 1968’in 50. yılı olması nedeniyle 2018’de dünyanın her köşesinde ilgili literatüre yeni katkılar yapılmış, konu hakkında çok sayıda çalışma gerçekleştirilmiştir. Aynı şekilde, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesi sosyolojide Yeni Toplumsal Hareketler diye adlandırılan ve tanımlanan alandaki çalışmaları çok geliştirmiş, hatta o alanın başlı başına bir disiplin olmasına imkân vermiş, 1968 de o çerçevede yeniden irdelenmiştir. 1968 kalkışmalarını ve bir bütün halinde geliştirdiği ‘kült’ü 1848 Komünü’yle mukayese edenler mevcuttur. Türkiye 1968 hareketi de bu kanavayaoturan, son derecede önemli, çok etkili olmuş bir toplumsal çıkıştır. Bugün de etkileri çeşitli dönüşümler ve değişimler içinde devam etmektedir.
Son zamanlarda 1968 dönemi öğrenci liderlerinin ve dönemde etkili olmuş ya da kimliğini, kişiliğini o yıllarda kazanmış bazı toplumsal figürlerin anıları, nehir söyleşileri yayınlanıyor. Bunları çok önemli kazanımlar olarak görmek gerekir. Fakat Türkiye’deki çalışmalar akademik düzeyde henüz daha ileri götürülmüş değil. Bu yetersizliği çok ciddi bir kayıp olarak tespit etmeli. İşin daha da üzücü yanı bu eksikliğin niteliği. Akademik çevreler uluslararası makalelerle konuyu gündeme getirmiyor. Bu nedenle evrensel çalışmalarda Türkiye’deki devinim görülmüyor, yok sayılıyor, hiç öyle bir şey olmamış gibi davranılıyor.[2] Bunu uluslararası akademik çevrelerdeki temaslarımdan bizzat biliyorum.[3]
Türkiye 1968 hareketinin diğer ülkelerde ancak çok sınırlı şekilde görülen, son derecede trajik bir gerçeği var: devletin uyguladığı sınırsız şiddet ve onun sonunda canlarını ya mahkûm ya kurban edilerek yitiren çok sayıda genç. Bu ölçekte sistemli bir şiddet bildiğim kadarıyla hiçbir ülkede uygulanmamıştır. 1971 yılında ordunun yayınladığı muhtıra yoluyla yönetime müdahalesi bizatihi bu gençliği ve hareketi yok etmeyi amaçlıyordu. Devlet dönemin genç insanlarını sistemli şekilde ortadan kaldırmak üzere hareket etmiştir. Kıyımlar ortak hafızayı etkilemiş, 1968 hareketinin bu gerçek etrafında ele alınmasına yol açmıştır. Söz konusu olgu, benzeri hareketlerin çekirdeğinde doğallıkla bulunan ve anlaşılabilir efsaneleştirmeyi büsbütün öne itmiştir. Gene izleyebildiğim kadarıyla ‘68 hareketi dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’de olduğu gibi kurucu ideolojiyle derin ilişki içinde değildir. Oysa Kurtuluş Savaşı (ki, tabirin kendisi dahi 1960’larda üretilmiştir) ve Kemalizm, Türkiye’de 1968’in hazırlayıcı öncülleridir.[4] Türkiye 1968 devinimi evrensel sol kavramlar üstünden gelişmekten daha çok, yerel sol açılımların benimsediği ve yeniden yorumladığı yerli kavramlar etrafında düşünülmüş ve kurulmuştur.
Sonuç olarak 1968, Türkiye’de çok karmaşık bir sosyolojik bünyeye, dokuya sahiptir. Sol kültürün hızlı bir çeviri birikimiyle ortaya çıkması, 1959 Küba hareketinden beslenen bir gerilla anlayışıyla bütünleşmesi, iç bölünmeler ve çeşitli hiziplerin belirmesi, Maocu açılımın deveye girmesi, Kemalizmle ilişki bu dönemi çok çetrefil bir yumağa dönüştürmüştür.[5] 1980 darbesinden sonra ikinci kırılımını yaşayan hareket 1989 sonrasında yeniden bir kavşağa ulaşmış, ardından bambaşka profiller kazanmıştır. Bugün bir ‘68 mirasından elbette söz edilebilir. Ama içinde bulunan kişilerin yaş ortalamasının 75-80’e ulaştığı bu ‘sosyoloji’ artık farklı çalışmaları bekliyor.
Tamamen politik nitelikleriyle ele alınan devinimin sosyo-kültürel boyutu o çalışmalarda ayrı bir yer tutmak zorundadır. Böyle bir yöntem benimsenmeden ‘68’in politik realitesini anlamak olanaksızdır. Oysa zaten yetersiz olan ‘68 çalışmaları içinde sosyo-kültürel yönelimler büsbütün eksiktir. Üstüne gidilmediği için analiz edilmemiş bu problemin yükü ortada ve ağırdır.
Ulaş Tosun’un belgeseli konuyu bu yanıyla ele almamızı gerektiren, bizi buna iten çok önemli bir çalışma. Arkadaş Z. Özger’in belgeselin öznesi seçilmesi ve unutturulan, bastırılan, görmezden gelinen ve şimdi tanıkların söylediklerinden çıkardığımıza göre zamanında da dışlanmasına yol açan kişilik özelliklerinin, bilhassa cinsel kimliğinin ele alınması bu çalışmanın boyutlarını genişletiyor.
O zamanlar henüz çocuk sayılırdım. Gene de Arkadaş Z. Özger (adlı bir şair) öldürülmüş diye bir haberin Ankara Koleji çevrelerine eriştiğini anımsıyorum. Evet, 1973 yılıydı. O günlerde sağ-sol gerilimi başlamış, benim de daha bir yıl önce başıma ufak tefek işler gelmişti. Hiç tanımadığım ama aynı okuldan dört-beş öğrenci beni ‘solcu kitaplar okuyor’ diye sıkıştırmıştı. Çok sonraları onlardan ikisi eylemci sağ çevrelerle bağlantı kuracaktı. Birkaç yıl sonra da her gün sokaklarda on kişinin öldürüleceği o korkunç iç savaş dönemine girecektik. Arkadaş Z. Özger’in ölümü bize muhakkak ki politik bir ölüm olarak yansımıştı ve ‘faşistler öldürmüş’ diye konuşulduğunu çok iyi anımsıyorum. ‘Şair’ olması ilgimi büsbütün artırmıştı. Gene de üstünde durmadım, zaman bu haberi eritti.
Dikkatimi asıl çelen, uzun yılların ardından, Selim İleri oldu. Ankara’ya gelmişti. Sene 1978’di. Bilgi Yayınevi’yle görüşüyordu. Birkaç kişi Meclis’in arkasında kır kahvesi gibi ağaçlıklı bir yere gidip oturmuş, yemek yemiştik. Herkes ortalığa konuşurken biz ikimiz sohbet etmiştik. Unutmam, Güven Turan da vardı. Forster’ın Where Angels Fear to Tread isimli, o zaman da sevmediğim, hâlâ da hazzetmediğim romanını ballandırarak anlatmıştı. Romanı Armağan İlkin çeviriyordu (Meleklerin Uğramadığı Yer adıyla yayınlandı) ve zannederim Selim’le çevirmenin bir rabıtası vardı, söz oradan açılmıştı. Sonra söz dönüp dolaşıp Elias Canetti’nin Auto da Fe romanına uğramıştı. Şimdi Oğuz Atay-Ahmet Cemal arasındaki anıdan anladığımız kadarıyla, o dönemde nasıl olmuşsa İstanbul’da aydın çevrelerinde bir Canetti rüzgârı esmiş. Hemen kitabı getirttim ve okuyunca sözünü edenlerin ‘şifahi’ bilgiyle konuştuğunu gördüm. O dönemde kimse belli ki kitabı okumamıştı. Bendeki nüshayı sonradan romancı eski dostum Mehmet Eroğlu’na verdim. Onda kaldı.
O yemekten kalkarken laf nereden ve nasıl gelmişse gelmiş, Selim tekrar Arkadaş’ın ölümünü anımsatmıştı. Zannederim ‘sonradan çok meşhur olan ‘Aşkla Sana’ isimli şiirinin girişini okumuştu: ‘alnını/ dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü/ kanla yıkayan dostum/ senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun...’
O anda Arkadaş’ın şiirlerini bilmediğimi fark ettim.
Nedeni çok açıktı. Öldürüldüğü dönemde kitabı yoktu şairin. İlk kitabı 1974’te yayınlanmış, dikkatimizden kaçmıştı. 1978’de de Arkadaş Z. Özger’in şiirlerini bulmak olanaksızdan daha zordu. Ankara’da sol yayınevlerinin ve kitapçılarının bulunduğu Zafer Çarşısı kazı yapılacak tek yer ve kaynaktı. Orada gide gele Remzi İnanç’ın işlettiği kitapçı dükkânının ‘müdavimi’ olmuştum. Remzi Bey o kadar genç birisini bile ciddiye alan, akşamüstü gitmişsem, bir iki kelime söz etmişsek, kalkmak istediğimde ‘akşam çayı içmeden olmaz’ diyerek nefis bir bardak çay içirmeden konuğunu salmayan biriydi. (Bir gün bana uzun uzun İsmet Özel’i anlattığını da unutmadım.) Ona rica ettim. Nihayet bugünkü aklımla da, o günkü görüşümle de fazla ifadeci, şiddetli, hatta korkunç ama dönemin ve Özger’in başına gelenleri yansıtan kapağıyla Şiirler elime geçti. Kitabı verirken Remzi Bey’in ‘çocuğa kıydılar’ deyişini ve aklaşmış bıyıklarının arkasından hüzünlenişini, o ânı şimdi yaşıyormuşçasına görüyorum. Dehşet duygusuyla almıştım kitabı. Hayatımda ilk defa kısa süre önce ‘öldürülmüş’ bir şairin kitabını/şiirlerini okuyacaktım.
O dönemde Nâzım Hikmet’ten ve Sabahattin Ali’den öte, bir de sol tutuklamaların kaba tarihinin dışında, bu ülkede şairlerin çektiklerini pek de bilmezdik. Oysa bugüne değin Cumhuriyet tarihinin hemen hemen hiç yazılmayan yanı, Tek Parti döneminde de, DP döneminde de, 1960 sonrasında da, 1971 ve 1980 sonrasında da devlet şiddetine uğramış edebiyatçıların, aydınların tarihidir. (Sınıf arkadaşım Alev’in odasında, babası İlhami Soysal’ın, askerler tarafından kaçırılıp dövüldükten sonra kanlar içinde görüldüğü bir resmi, üstünde ‘yakan değil ısıtan, aydınlatan Alev’e’ yazılı Çetin Altan’ın resmiyle yan yana asılıydı.) Attila İlhan’ın ‘fedailer mangası’ diye adlandırıp andığı bu ‘toplumcu’ (‘sosyalist’ demek gerekir-artık) yazar ve şairler kuşağı büyük çilelerin insanlarıdır. Arkadaş, o dönemde son halka diye görülüyordu. Tarih durmadı, zincire bugün de maalesef yeni halkalar ekleniyor.
Şiirler, Nadas Yayınları’ndan çıkmıştı. Arka kapakta şairin ‘vesikalık’ diyeceğimiz bir resmi vardı. Daha da dehşet verici şey, o resmin altındaki bir paragrafta ölümünün açıklanışıydı. Şimdi önümde duran kitabı çeviriyorum:
“Ölüm sebebinin beyin kanaması olduğu, bununsa 12 Mart öncesi SBF baskını sırasında ve bunun ardından yediği ağır darbelerle ortaya çıktığını yakın çevreleri ve ailesi açıklamış bulunuyor.”
Söylenecek söz yoktu. Şiirleri tam da bu ışıkta okuyacaktım. Tabii ki boydan boya okudum. Kitabın girişinde İsmail Uyaroğlu’nun bir yazısı, Z. Özger’in bir mektubu ve Ali Özpalanlar’ın Özger’in ölümünü yorumlayan, otopsi raporuyla birlikte bugün de bizi ürperten ayrıntılarını verdiği bir yazısı yer alıyor. O yazılar şiirlerin bambaşka bir atmosferde okunmasını ve bellenmesini zorunlu kılıyordu.
Hep o mercekten bakıyordum: ‘Devrimciydi’, faşistler tarafından öldürülmüştü. Şiirinde bu gerçeğin izdüşümlerini aradığım aklımda. Kitabın bütününde dönemin toplumcu şiirinden bazı esinlerin izlerini görmüştüm. Hâlâ da o izler orada duruyor. Gene de tam oturmayan bir şeyler vardı. Yapıtta, son derece ilginç, o dönemin muhakemesinde hiç temellendiremediğim bir söyleyiş ve yaklaşım buluyordum. Şiirleri ilk çıktıklarında dergilerde okumamıştım, kaçırmıştım. Daha doğrusu o dergileri 1968’de, ‘69’da okuyamamıştım. Yaşım tutmuyordu. Ama şimdi yıl 1977’ydi. Okuyordum ve açıkçası ‘devrimci’ şiir diye girdiğim bu şiir dünyasında evvela “Zeki Müren’i seveceksiniz/ (Zeki Müren’i seviniz)” mısralarıyla biten "Merhaba Canım"a çarpılmıştım.
O tarihte mektuplaştığım Selim İleri kendisine gelen tüm mektupları yok ettiğini söylüyor. İşte ‘kıyıma’ uğrayan o mektupların birinde ona bu ‘farklılıktan’ doğan düşüncelerimi yazmıştım. Dönemin çok ilkel ‘bireyci-toplumcu’ şiir ayrımında Özger nerede duruyordu? Özger’in sonradan çok uzun süre unutulan adını anımsatan tek şiiri “Aşkla Sana”ydı. Oysa ben o şiirin zikredildiği her yerde aklıma hep o ‘öteki’ şiirleri getiriyordum, mesela, “Herşey tekrardır Biraz”ı, “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”nı anımsıyordum. Ölü bir ozanın küçük bir kitabıydı ama beni düşündürüyordu. Yaşasaydı neler yapabileceğini tahayyül etmek beni hüzünlendiriyordu. Belli ki uzun bir yolu olacaktı. Bu hissediliyordu ama sentezlerini yaptığı da anlaşılıyordu. Sentez: toplumcu şiirde bir parantez!
O dönemin toplumcu şiirinin belkemiği mesela Enver Gökçe değildi. Ahmet Arif’ti. Bense o şiiri sevmiyordum, açıkça. Farkındayım ama bugün de sevmiyorum o şiiri. Etkisi, yeri, çerçevesi ne olursa olsun, o estetik bana göre değil/di. Bugüne kadar devam eden şiir okuma serüvenimde daha o zamanlar bile kent ve modernizm öne çıkıyordu. Bu da İkinci Yeni şiir ve sonrasıydı. Nâzım Hikmet bu bakımdan aşılamayan bir doruktu. Daima kent ve modernizm sınırları içinde kalmıştı. Belki Amerikan modernist şiirine dönük ilgimden kaynaklanan bir tutumdu bu ama sol/Marksist bir estetiği de feodal bir söyleyişin ve tercihin dışında tutmak gerektiği kanısındaydım. Attila İlhan’la buluşmam da onun 1975’te Köy Edebiyatı (özellikle büyük harflerle yazıyorum) tarih ve pratiğini bu açıdan ‘mahkûm’ etmesi nedeniyleydi.
Toplumcu şiir o dönemde bu düzlemi daha genç şairlerin çıkışıyla kuşatmıştı. Edebiyatımızda Birinci Yeni, İkinci Yeni şiir, akım olarak çok ele alınır da, bu şiirden evrilmiş, tam manasıyla bir hareket olan Toplumcu Şiir (gene bilhassa büyük harflerle yazdım) bu niteliğiyle görmezden gelinir. Oysa İsmet Özel, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Özkan Mert bu genç çıkışı yerine oturtan şairlerdir. Buraya daha naif şiiriyle Refik Durbaş, biraz daha önceki kuşaktan Hasan Hüseyin Korkmazgil eklenebilir. Öyle bakılırsa Ahmet Oktay da, Arif Damar da, Can Yücel de oradadır. Daha kıyıda Eray Canberk, Egemen Berköz mevcuttur. Hemen biraz sonra, 1970’lerin ortasında Ahmet Erhan, Yaşar Miraç, daha farklı olsa bile Barış Pirhasan, ona yakın bir çizgide Erdal Alova, bilhassa Sina Akyol aynı kökten geliştiler ve bu defa 1960’larda Halkın Dostları ile Militan dergisinden beslenen, yüksek sesli, kitle vurgulu, politik tınılı şiiri daha bireyci bir damıtıma tabi tuttular. Bu bakımdan Turgay Fişekçi’yle Barış Pirhasan’ın çıkardığı Sanat Emeği dergisi önemliydi.[6]
Ve bu şiir, 1970’lerin ortasında bu defa düpedüz ansiklopedist, snob, içine kapalı, şematik ve aktarmacı bir edebiyatla karşı karşıya geldi. Garip bir tecelli: 1940’ların toplumcu-gerçekçi şiiri İkinci Yeni şiirle, 1960-70’lerin toplumcu şiiri de bu şematik ve yüzeysel edebiyatla durduruldu. Ama hiçbir şey mutlak değil. Diyalektiğin mantığı ve mekanizması nasıl İkinci Yeni şiirden 1970’lerin toplumcu şiirini türettiyse, o biçimci 1980 edebiyatından da belki artık toplumcudur diyemeyeceğimiz ama ona yüz vermeyen, hatta onu küçümseyen yeni bir şiir çıktı. O edebiyat zaten şiirin değildi, daha çok düzyazınındı. Tek tük şairleri ise sonradan dönüştüler ve Oktay Rifat’a öykünen şiirler yazmaya çalıştı.
O genç şiiri başlı başına bir akım olarak nitelendiriyorum. Elini Marksist bir dünya görüşünün içinde tutsa ve maddeci bir anlayışa bağlansa da, son tahlilde Platonik anlamda idealist ve Hegelyen anlamda bir ‘sonculuk’ ile çerçevelenmiş bu şiir, Nâzım Hikmet’in ilk dönem şiiri kadar bile materyalist değildir. Devrimci romantizmden gelen bir etkiyle elbette romantik bir şiirdir. İnsandan çok kitleyle uğraştığı için kısa süre sonra sloganlaşmaktan kaçınamamıştır. Bu şiirlerin aynı dönemde tamamen bireyci bir şiire yönelmiş olan büyük İkinci Yeni şiir şairleriyle aynı dergilerde yan yana yayınlanması ilginçtir. Ve unutmayalım ki, Halkın Dostları dergisinde, daha 1. sayıda, (Mart 1970) ‘Gerici Sanata Hücum’ başlıklı ‘girişim’ İkinci Yeni şiirine açılmış savaştır. Bu girişimin daha önce Ant dergisinde başlatılan ‘Devrimci Genç Şairler Savaş Açıyor’ başlığıyla getirilen yaklaşımdan (Aralık 1963) beslendiği su götürmez.
İki şair daha farklı konumdadır: İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu. Aralarındaki etkileşim malumdur. Halkın Dostları’nı birlikte çıkarmışlardır. Sonradan yayınlanan mektuplarının gösterdiği yakın dostluk ve düşünce beraberliği içindedirler.[7] Ama şiirleri farklıdır. Ataol Behramoğlu daha gazete diline yatkın, şiirsel imgeyi saklayan, açık, keskin bir anlatımı sürdürür. Daha duygusaldır. Trajik olandan uzak durmayı seçer. İsmet Özel’se çok yoğun bir duyarlılık içindedir (ama duygusal değildir.) Şiddeti ve devrimci şiddeti şiirine yedirmiştir. En geniş ölçüde tutkusal bir şairdir. Trajiği şiirinin belkemiği yapar. Ağır imgelerle örülmüş, karanlık, koyu bir şiire açılmıştır. Tedirgin edici bir gizlilik şiirine yedirilmiştir. Behramoğlu’nun şiiri militana yazılmıştır. Özel ise militanca yazmaktadır.
Her iki şiir de yenidir. İki şiir de İkinci Yeni şiirin kaynağından türer. Ataol Behramoğlu ilk kitabında o yatağı enikonu denemiştir. İkinci Yeni etkisi, şiir söyleme damarı daha güçlü olan Özel’de daha fazladır. Hatta bu şiiri İkinci Yeni şiirin gerçek bir türevi olarak görmek gerekir. İkinci Yeni şiir derken homojen, hiç değişmeyen bir dokudan değil, tersine Petrol, Kınar Hanımın Denizleri, Dünyanın En Güzel Arabistanı sonrasında gelişen, çoklu, çoğul, devingen, düzyazıya doğru genişlemek için her fırsatı kullanan bir şiirden söz ediyorum. Behramoğlu’nda uzun mısralarla dışa dönük bir tutum takınırken içine doğru seslenen, Özel’de yoğun ve içe doğru konuşurken dışarıya ses aktaran şiir bu kaynaklardan, bu kökenlerden besleniyordu. Özel, şiirini dünya görüşünü değiştirdikten sonra da uzun süre koruyacaktır. Behramoğlu ise hızla dönüşecek, daha basit, pastoral denecek bir şiire yönelecektir. ‘Devrimci’ şiirde daima göze çarpan varoluş sorunsalı daima engebelerini kaybeden bir zeminde belirecektir. Özel’se büyük trajiği çok uğultulu bir sesle, büyük bir hırsla genişletecek, bir türlü yenemediği bir demiri örste durmaksızın dövercesine sürdürecektir. Zamanla da ilginç bir metafiziğe bağlanacaktır. Esasen metafizik bir demiri durmaksızın dövmektir.
1960’ların sonlarıyla 1970’lerden söz ediyoruz. Sonradan Sevdadır diye anlamsız bir adla yayınlanan, Arkadaş’ın hayattayken adının “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” olmasını dilediği kitabın başına yazdığı, dikkat çeken önsözde değerli şair Sina Akyol dönemin zihniyet, tavır, tutum, tercih topoğrafyasını veriyor. Çok çarpıcı şeyler söylüyor, birbiri ardınca. Ama baştan beri bu yazının da eksenini meydana getiren dikotomiyi bilhassa gösteriyor: Akyol, büyük bir hassasiyetle kendilerini ‘muzaffer’ gördüklerini ve ‘hızlı’ şiirler okuduklarını (tanıştıkları gece), Arkadaş’ın ‘Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası’ şiirini tercih ederek ‘hızlı’ şiirleri olmadığı için dinleyicilikle yetindiğini yazıyor ve devam ediyor:
“Madem tarih Nisan 1970’tir... açalım bakalım: Nisan 70’te, ‘HERŞEY TEKRARDIR BİRAZ’ adlı şiiri yayınlanmıştır. Arkadaş’ın DOST dergisinde... İki ay sonra ise, aynı dergide ‘MERHABA CANIM’ adlı şiiri yayınlanacaktır. ‘(zeki müren’i seviniz)’ dizesiyle biten bu şiirin yayınlanmasıyla birlikte, kimileri ters bakmaya başlayacaktır ona. (Ben dahil.) Oysa Arkadaş çok geçmeden, Ocak 1971’de ‘yurtlarını yiğitçe savunanlara’ adadığı ‘ADAK’ şiirini yazacak (bu şiirin dergilerde yayınlandığını sanmıyorum), dostlarına okuyacak ve dostları ona, ‘Hah! İşte oldu. Tamam!’ diyecektir.” [Metnin imlası korunmuştur-HBK]
Kısa fakat özlü ve çok gerçekçi, her şeyi derinliğiyle gören ve sezen yazısında Akyol, Arkadaş’ın ‘ansızın’ verdiği bir kararla, hızlı bir şekilde toplumcu-gerçekçi şiire yöneldiğini belirtir. Artık “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”nın şairi değildir. Arkadaş, bu dönemlerinin hiçbirinde kitap yayınlamamıştır. Fakat Akyol’dan öğreniyoruz ki, “ne zaman yayımlarsam yayımlayayım adı bu (Sakalsız...) olacak” dermiş. Akyol, asıl ‘tragedya’yı yazısına çiviler:
“Bu bilgiye sahip olmama karşın, T. Sönmez’e [Arkadaş’ın ölümünden sonra-HBK] yazdığım mektupta, ‘Arkadaş böyle isterdi’ demedim. Daha sonra Nadas Yayınları’nca kitabının yayımlanacağını öğrendiğimde de bu noktayı dile getirmedim. Neden mi? İşte söylüyorum: O zamanki kafamla, doğrusu, yakıştıramamıştım bu adı ‘Arkadaş’ın şiirlerine.”
Sina Akyol’un yazdıklarının satır aralarında bir ülkenin ürettiği sol kültürün tarihi var – Ulaş Tosun’un hazırladığı Merhaba Canım belgeselinin de ele aldığı, çok uzun, yüklü, ağır, sorumlulukla dolu bir tarih bu.
Ulaş Tosun’la Kadir Has Üniversitesi’nde uzun yıllar birlikte çalıştık. Üniversitenin Kurumsal İletişim biriminde görevliydi. Fotoğraf çekiyordu. Bir gün bana İstanbul’da yaşayan Afgan mültecilerle ilgili bir belgesel çektiğini söyledi. O çalışmasını okulda gösterdiler. Gidip izledim. Etkileyici, çok dengeli, tertemiz, namuslu bir filmdi. Çok beğenmiştim. Kendisini kutladım.
Bir süre sonra gene geldi ve bu defa, tanıyıp tanımadığımı –ve elbette yukarıda anlattığım kişisel tarihimi– bilmeden, Arkadaş Z. Özger’i tanıtmaya çalışarak onunla ilgili bir belgesele giriştiğini belirtti. Ben de kendisine şu yazdıklarımı anlattım. Bilhassa ölümü üstünde konuştuk. Ulaş, Arkadaş’ın şiiriyle doğrudan ilgili değildi. Çok çarpıcı bir duyarlılıkla Özger’in kişiliği ve daha da önemlisi, gerçekten daha da önemlisi, yaşadığı yıllarda bu genç şairin bilhassa cinsel kimliği nedeniyle çevresinde nasıl dışlandığını bulmaya, göstermeye çalışıyordu. Kesinlikle bir eleştiri, kıyım, hesaplaşma kaygısı gütmüyordu. Sadece anlamaya ve saptamaya çalışıyordu. Entelektüel sorumluluğunun peşindeydi.
Yaklaşımı beni heyecanlandırmıştı. Çünkü ucu gelip benim yıllar yılı sürdürdüğüm bir iddiaya, bir görüşe dayanıyordu: 1968 bize farklı kapıdan girmişti. Avrupa’yı kasıp kavuran ama önce ABD’nin Batı kıyısındaki üniversitelerde başlayan, sonra New York’taki Columbia Üniversitesi’ne sıçrayan hareket temelinde bir özgürleşme eylemi, hatta edimiydi. Oysa bizde gitgide militerleşen, askerî tonlar kazanan bir muhakemeyle ele alınmıştı. Batıda, ilk başta da Amerika’da, Marcuse’nin yapıtları ışığında psikanalitik bir açılımla gelişen, cinsel özgürlüğü ayrıca vurgulayan bir hareketti 1968. Bu noktaya biraz daha değineceğim ama hemen belirteyim ki, o çıkış sol bir kaya zemine oturmasaydı gelişme sağlanamazdı. Yani Amerikalıların meşhur tabiriyle at-araba ilişkisi içinde bakarsak, at özgürlüktür, araba sol. Amerika’daki hareket de, Avrupa’daki hareket de modeli böyle benimsemiştir. Önce sol dünya görüşünün kabulü, ardından onun özgürlükle tümleşmesi.
Özüne bakılırsa sol yükselişin başlangıcı münferiten 1960’lar değildir. 1945 sonrasında neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde sol partiler (işçi, sosyalist, koalisyonlara katılarak komünist partiler) iş başındadır. Savaş döneminin Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm deneyimi bu karşı hamleyle aşılacaktır. Her ne kadar savaş yıllarının Fransa’sında yaygın olan ‘hastalık’ Varoluşçuluk ise de, daha 1920’lerin sonu ve 1930’larda Malraux, üç romanıyla (Fatihler, İnsanlık Durumu, Umut) sol-varoluşçu pozisyonu yoklamıştır. Üstelik de bireyin varlık bunalımını ve arayışını sol ve kitleyle ilişkilendirerek, eylem ve bağlanma çerçevesi içinde ele alarak.
Ardından Sartre’ın gene Fransız düşüncesinde çok yaygın olan ontolojik kökenli ve Egzistansiyalist çıkışı gelir. Ama Sartre’ın felsefeci kimliğiyle hayatı boyunca sürdürdüğü ve sonunda başaramadığını kabul ettiği büyük projesi Marx’la Freud’u buluşturmaktı. Aynı proje Frankfurt Okulu’nda bulunmuş Marcuse’yle yeniden gündeme gelecektir. Onun ilk baskısı 1955’te, ikinci baskısı 1966’da yapılan Eros ve Uygarlık’ı bir başucu kitabına dönüşmüştü. Aynı şekilde bizde Mantık ve İhtilal adıyla çevrilen kitabı ve gene Karşıdevrim ve Başkaldırı diye Türkçeleştirilen kitabı bu dönemin tayin edici unsurlarıdır. 1964’te yayınladığı Tek Boyutlu İnsan da gene başucu kitaplarından biridir.[8] Bu kitabın alt başlığı Gelişmiş Sanayi Toplumlarının İdeolojisi Üstüne Bir İnceleme’dir. Özgürlük, bahsettiğimiz dönemde bu yani sanayi toplumu sosyolojisiyle birlikte düşünülmekteydi. Amerika’da ilk kımıltıların başlamasına yol açan önemli unsurlardan biri budur.
Konuyu başka bir cepheye çekeceğim. Fakat öncesinde hayati bir noktaya değineyim. ABD’deki öğrenci hareketleri ve toplumsal başkaldırı kendiliğinden veya sadece bir gençlik hareketi değildir. Arkasında çok önemli iki unsur yer alır. Bunlardan biri toplumsal haklardır (civil rights). Özünde siyah toplumun temel haklarını elde etme mücadelesidir. Amerikan toplumunun kutuplaşmasına yol açmış, dip akıntıları bugün de devam eden bu hareket büyük Güney hareketiyle bütünleşmiştir ve Martin Luther King’in baş aktörü olduğu bir açılımdır. Siyahlar sonunda kazanmışlardır. İkinci büyük hareket Vietnam Savaşı’dır. Birçok siyasetbilimciye göre Reagan ve sonrasının (baba ve oğul Bush, Trump) kurucu kimliği olan Nixon’un ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın sürekli olarak tırmandırdığı savaş, geniş gençlik ve toplum kesimi üstünde tam manasıyla bir ‘travma’ etkisi yaratmış, büyük protestolarla karşılaşmıştır. 1968’in Fransa’dan önce Amerika’nın Batı yakası üniversite kampüslerinde başlamasının ve Güney bölgesindeki büyük kalkışmalarla bütünleşmesinin altında yatan bu iki neden[9] Türkiye’deki değerlendirmelerde sürekli olarak unutulması bizdeki ‘68 hareketinin temel sorunları bakımından tayin edici önemdedir.
Sadece bu isimler değil, sonradan Foucault’nun da kitabında hakkını teslim edeceği Wilhelm Reich gerek doğrudan cinsel baskılama konusundaki itirazları gerekse başına hayli belalar açacak tedavi yöntemleriyle önemli bir isimdi. Reich’la birlikte düşünülürse daha 1930’larda psikanalizle bireyin, Marksizmle toplumların özgürleştirilmesi düşünce dünyasındaki ortak ‘hedef’ haline gelmişti denebilir. 1948’de Kinsey’in, 1966’da Masters ve Johnson raporlarının/çalışmalarının yayınlanması başka bir çığır açmıştır.[10]
Doğum kontrol hapının bulunmasıyla başlayan yeni dönemdeyse haz, arzu, beden bağlamında gelişen ve hızla Lacancı derinlikler kazanan yeni bir doku söz konusudur. Gerçekten de doğum kontrol hapı ikinci kuşak kadın hareketini de başlatan, çok önemli bir buluştur. Üstelik bu hareketin Amerika’da ve Fransa’da gösterdiği yönelimler kendi içlerinde ciddi farklara sahiptir.[11] Fransa’da sokakları dolduran, üniversiteleri işgal eden gençler Amerika’daki öğrencilerden farklı talepler içindedir.[12] Bu hareketin Fransa’da ifade ettiği anlamı temellendirmenin en önemli araçlarından biri Situationist International hareketidir. Burada ayrıntısına girmenin olanağı olmayan bu örgüt özünü birkaç kitapta bulursa da, içlerinde en önde geleni Guy Debord’un çalışmasıdır.[13] Debord’un özgürlükçü Marksist yaklaşımı kapitalist toplumun derin bir eleştirisine dayanır. Fakat ondan da önce Situationist Manifesto’nun 1958 yılında yayınlandığını anımsatalım.[14] Sitüasyonistlerin en önemli özelliklerinden biri de sanatla siyaset arasındaki ilişkiyi avangard bir anlayışla oluşturmasıydı. Türkiye’de 1968 sonrasındaki sanat anlayışının bu yaklaşımla da hiçbir şekilde kesişmediğini burada geçerken zikredeyim.
Martin Luther King, 28 Ağustos 1963’de "İş ve Özgürlük İçin Washington'a Yürüyüş" mitinginde.
Kritik nokta Maocu hareketin getirdiği momentumdur. 1965’te başlayan Kültür Devrimi, şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, Fransız entelektüelleri arasında çok etkili olur ve sonuçları itibariyle yaygınlık kazanırken, şimdi şaşkınlıkla anımsanan bu hareket, insanlara bir tabula rasa perspektifi kazandırdığı için bu kadar büyük bir yankı ve taraftar topluyordu. Şimdi, daha önceki ve sonraki yapıtlarından siyasetbilimi bağlamında çok yararlandığım Richard Wolin’in kitabı[15] bu tarihi başka bir açıdan kuşatıyor ama güçlü bir çerçevenin içine de yerleştiriyor.
Dönemin Fransa’sını, dolayısıyla da 1968 olaylarının arka planını, özellikle de Maoculuk boyutunu anlamak bakımından günün Paris’inde, bilhassa ‘sol yaka aydınları’ arasında geçerli olan düşünce sistematiklerini bilmenin ayrı bir önemli var. Maoculuk Paris’te Gauche prolétarienne hareketi olarak şekillenmiştir ve kısa sürede Sartre ve Foucault gibi düşünürlerin ilgi odağı haline gelmiştir.[16] Foucault’nun o dönemde sağ bir sosyoloji anlayışından ve o dünyanın önde gelen ismi Raymond Aron’un asistanlığından militan solculuğa kayan Glucksmann’ın kitabı hakkında yazdığı yazı, Cause du Peuple parti ve gazetesiyle kurduğu ilişki, nihayet Groupe d’Information sur les Prisons ile ilişkilerinin entelektüel hayatını ne kadar etkilediği 1975 yılında yayınladığı Disiplin ve Ceza isimli kitabına yönelmesiyle anlaşılabilir ki, bu gerçek, 1968’in hemen ertesindeki oluşumların düşünüre etkisi, biyografilerinde en çok işlenen konulardan biridir.[17]
Düşünce düzeyinde işin kökeninde Yapısalcılık aranabilir. François Dosse’nin iki ciltlik, doğrusu insanda gıpta uyandıran, French Structuralism isimli kültürel tarih kitabı neredeyse gün gün savaş sonrası dönemdeki kültürel yaşamın bir dökümünü verir.[18] Hâkimiyet su götürmez şekilde Yapısalcı düşüncenindir. İkinci cildin adı tüm sırrı ele verir: Göstergenin Batışı.[19] Dönem 1967’den kitabın yayınlandığı güne (1992) kadar geçen zamanı irdeler. Kritik yıl 1968’dir. Çünkü Fransa’yı ve dünyayı sarsan olaylar ‘yapı ve sistem’ dediğimiz olguların dönüştürülmesini, sarsılmasını neredeyse dışına çıkılmaz bir kurala dönüştürmüştür. Foucault’nun 1963 tarihli Kliniğin Doğuşu’ndan sonra gelen 1966’daki Sözcükler ve Şeyler sonradan İngilizce çevirisine yazdığı önsözde belirttiği gibi hâlâ Yapısalcılıkla ilişkilendirilebilecek bir kitaptır. Ama 1968 olaylarının bu düşünürün üstündeki etkisi çeşitli biyografilerinde açıkça belirtilir. Olaylı yılın ertesindeki Bilginin Arkeolojisigene tam bir kopuşa işaret etmese de, 1975 yılındaki Disiplin ve Ceza sistem ve ‘tecebbür’ gerçeğine cepheden bir saldırıdır.
Bahsettiğimiz tarih Yapısalcılığın, Yapısalcılık-Sonrası çalışmalara evrimini içerir.[20] İrdelemenin belkemiğini, bizde sanılanın tersine, edebiyat değil tarih, edebiyat değil siyaset, edebiyat değil epistemoloji oluşturur. Derrida’nın 1967’de üst üste yayınladığı üç kitabı bu doğrultuda bir dönemeçtir. Derrida politik birisi değildir. Hiç değildir. Fakat getirdiği yorumla sadece dil gerçeğini değil, bizatihi dilin gerçeğini de dönüştürmüştür.[21] Özellikle différence ve différance arasında kurduğu ilişki ve fark, somut, sabit, kategorik bir anlam olmadığını anlatmak bakımından hayatidir ve felsefeci bu kavramı daha 1963’te kullanmaktaydı. Foucault ile Derrida arasında doğrudan bu kavramın da üretildiği, delilik ve cogito konusundaki tartışma çığır açıcıydı.[22] Buradan itibaren Yapısalcılık-Sonrası akım farklı eğilimlerle birlikte genişleyen bir nehre dönüşüyordu. 1970’lerin başında Deleuze-Guattari ikilisinin anti-psikiyatri hareketi ise, manifestosu olan Bin Yayla ile fırtınanın gözüne başka bir eğimle girmiştir.[23]
Gelişmelerde rol oynayan yakıcı tartışma ise Gulag Takımadaları kitabıyla başlamıştır. Solzhenitsyn’in kişisel tanıklığı çerçevesinde kaleme aldığı bu yapıt, 1973 yılında çevrilip Fransızca ve İngilizcede yayınlandığında, sunduğu ‘gerçek’le, ‘sistem’ kavramının gövdesine ağır bir baltayla vuruyordu. Sartre’la Camus’nün arasını açan tartışmanın bir benzeri bu defa da benzeri bir platformda başlamıştı.[24] 1965 Kültür Devrimi’nin açtığı gedik bu defa SSCB’den gelen bu bilgiyle başka bir boyuta taşınıyor, o arada da 1960’lar solun farklı bir şekilde öne çıkacağı 1970’lere evriliyordu. Yapısalcılıkla, Yapısalcılık-Sonrası arasındaki uçurum gitgide genişlemekte, öte yandan Akdeniz Sosyalizmi ufukta belirmekteydi.
Kabul etmek gerekir ki, Türkiye bu kavramlara 1990’ların sonuna kadar, hiç değilse ortasına kadar kapalıydı. Diğerlerini bilmesi dönemin entelektüel birikimi içinde zaten olanaksızdı ama Gulag tartışması da kapsamlı bir iz düşürmüyordu Türkiye sol siyaset ortamına. Tam bir çöl olan Türkiye düşünce dünyasında tek tük kımıltılardan biri, Birikim dergisinin Yapısalcılık özel sayısıdır. O sayı incelendiğinde ‘merakı’ uyandıran hususun daha akademik bir kabuk içinde belirdiği görülür. Murat Belge’nin edebiyat-bilimci kimliğinden kaynaklanan bir ilgi, Yapısalcılığın önde gelen adlarından yapılan çevirilerle somutlaşır ki, Türkiye’de neredeyse ‘su katılmamış’ bir Yapısalcı olan Tahsin Yücel’in bu sayıdaki mevcudiyeti görmezden gelinemez. Ama derginin daha sonra 20. yılında yapılan değerlendirmelerin de vurguladığı bir boyut var: Birikim çevresi Althusserci bir Marksist yapısalcılığı benimsemiyor ama onu ihmal etmiyor, hatta onunla dirsek temasını (gene Murat Belge üstünden) sürdürüyordu. Bu da doğal, yerinde ve önemlidir. Söz konusu yaklaşım yeterince benimsenseydi Türkiye’deki sol hareketin düşünce düzeyindeki açılımı da farklı yönsemeler gösterebilirdi. Oysa 2000’lerde bile Yapısalcılık-Sonrası yaklaşımı ‘gericilik’ gibi kavramlarla nitelendiren eğilimlerin bu tür tutumlara sıkı sıkıya kapalı olduğu sır değildir. O ‘sır olmayan’ hakikat, kültür açısından durduğumuz yeri de belirliyor. 2000’lerde dahi durum böyle iken Fransa veya Amerika 1968’inin o yıllarda Türkiye’de daha farklı şekilde anlaşılmasını beklemek hayal olur.
1970’ler, 1968’in şu verdiğimiz panoramasıyla hiç ilgisi olmayan bir sol anlayışla gelir Türkiye’ye. Türkiye’nin 1960 sonunda başlayan ve hemen 1971 darbesini ‘icap ettiren’ (!) sol açılımı biraz Lyotard’ın, “bir şeyin modern olması için önce post-modern olması gerekir” şeklindeki sözünü anımsatıyor. Sol, Türkiye’de Avrupa damarlarını kesmiş, o hareketin üstünden atlamış ve büyük ölçüde 1959 Küba gerilla faaliyetinden etkilenmiş olarak kır ve kent gerillacılığına başlamıştı. Elbette onurlu, uzun ve çileli bir tarihtir. Bir o kadar da acılıdır. Fakat gerçek ortadadır. 1971’deki 12 Mart muhtırasıyla ilk büyük darbesini alan sol, militer eğilimlerle bütünleşmişti. Gene sır olmayan bir diğer olgu bu. Oraya giden yolda da sol öncelikle bireysel manasıyla özgürlükçü değil, daha sert, kapalı ve sekterdi. Sembolik düzeyde asker parkası, asker postalı, sert bakışlar ve koyu bıyıklarla hatta bir hayli eril olduğunu söylemek de gerekir. Ayrıca bu solun devletle ve askerle olan çok sorunlu ilişkisi de 9 Mart 1971 ‘olayı’yla birlikte düşünülmelidir. Kemalist, militer ve devletçi bir yapı, farklı sol açılımları daha başlangıçta boğmuştu. 1960’lardaki solu biçimlendiren en büyük ortam olan TİP içindeki tartışmalar ve 1968 Prag Baharı’na karşı alınan tavırlar hayli tayin edicidir. 27 Mayıs darbesine verilen destek, YÖN çevresi ve bu tartışma yerine oturtulmadan dönemin kavranması olanaksızdır.
Konuyu daha fazla genişletmenin anlamı olmasa bile Türkiye’deki 1968 hareketinin üstünde gerçekten etkili olan ana açılım YÖN çevresinin ve Doğan Avcıoğlu’nun getirdiği yeni Kemalist yorumdur. Fransa’daki eğitiminden yeni sol görüşlerle donanmış olarak dönen Avcıoğlu’nun toplumsal dönüşüm için benim farklı çalışmalarımda[25] Tarihsel Blok olarak adlandırdığım ordu-bürokrasi-aydınlar ittifakına dayanan İttihatçı bir model önermesi, ideoloji olarak da Kemalizmi öngörmesi Türkiye’deki sol hareketi evrensel bağlarından kopararak, içe dönük, ulusalcı ve yerli/yerel bir zemine oturtuyordu. Avcıoğlu’nun anlayışı etrafında gelişen sol tümüyle politik, başka hiçbir sosyolojiye yüz vermeyen haliyle hem daha sonra Sol Kemalizm diye adlandırılacak anlayışı meydana getiriyor hem de Mihri Belli ve Milli Demokratik Devrim’i hazırlıyordu. Unutmayalım ki, Atatürk’ün hayatı boyunca ‘milli mücadele’ dediği hareketin ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ diye adlandırılması gene YÖN yıllarının geliştirdiği bir terimdir ve açıklayıcıdır. Gündelik sol dilin ve jargonun en çok kullandığı sözcükler ise emperyalizm, sömürgecilik ve anti-emperyalizmdir. Sonuç önce TİP içindeki büyük bölünme, sonra 9 Mart girişimiydi. 10 yıllık bir tarihten söz ediyoruz.
Haziran 1968’de Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri boykotta.
Türkiye’de dönemi tayin eden ufuk hattı 1959 Küba hareketi ve Che Guevara-Castro dürtüleridir. Carlos Marighella’nın Şehir Gerillasının El Kitabı[26] o yılların büyük sansasyon yaratan yapıtıdır ve kapağında bir kurşun izi yer alır. Kendisi de 1969’da birçok banka soygunu gerçekleştiren ve eylemden sonra öldürülen Marighella’nın Politik ve Askeri Savaş Sanatı isimli kitabının dört cilt halinde çevrilmesi ayrıca ilginçtir. Muhtemelen Régis Debray’nin Bolivya dağlarından yazdıkları ve serüveni de bir başka esin kaynağıydı. Devrimde Devrim dönemin en çok okunan kitaplarından biriydi. Onu da 1975’te çevrilen Che’nin Gerillası izleyecekti. Bu doğrultu o kadar serttir ki, çok farklı şeyler söyleyen Frantz Fanon bile 1965 yılında çevrilen ve Sartre’ın önsözüyle birlikte basılan Yeryüzü Lanetlileri ile devrimci gerilla optiğiyle okunur. Nihayet, SBF’nin yurtlarında, İstanbul Üniversitesi’nde ve ODTÜ’nün yurt ve kantinlerinde gerilla savaşına karar verilir ve insanlar dağlara çıkarlar. 12 Mart bu dönemi akıl almaz bir devlet ve asker şiddetiyle, kanla, acımasızca bastırır.
Bu gelişmede Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ve Arap-İsrail çatışmasının önemli bir yeri var. Devrimci gençler gerilla eğitimini FKÖ kamplarında alıyordu.[27] Buradaki dürtü gene emperyalist Batının ‘ileri karakolu’ sayılan İsrail’e karşı mazlum milletler olarak görülen Arap ülkelerinin yanında yer almaktı. Mazlum milletler ve anti-emperyalizm o dönemde Afrika ülkelerinde görülen sol ulus-devlet hareketlerine de atfedilen bir çerçeve olduğu kadar Kurtuluş Savaşı’nın yeni yorumunun da belkemiğini meydana getiriyordu. Mustafa Kemal’in önderliğindeki 1919-1923 hareketi ve sonucu mazlum milletlere ulusal anti-emperyalist mücadelesinde bir model olarak sunuluyordu.
1968’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde boykot ve işgal.
1970’lerin başına gelindiğinde de Ecevit’in başarısı, 1973 yılında 12 Mart darbesi aşıldıktan sonra 1975-1980 arasında da Türkiye’deki sol hareketin zihin yapısı ve onunla bütünleşmiş davranış kipleri özel çalışmaları gerektiriyor. Henüz o çalışmalar yapılmadı. Oysa dönemin içinde aydınlanan kimlik, beden, bellek, aidiyet, hatta mekân politikaları başlı başına inceleme alanlarıdır. Üniversitelerin ve gençlerin etkinlikleri, mesela ODTÜ’de cereyan edenler, temel eğilimler, davranış kalıpları, ana kabuller, yönelimler, tercihler ve onları hazırlayan tartışmalar mikro-tarihlerin ve mikro-sosyolojilerin konusu yapılmadı. Yukarıda andığım türden temel derlemeler de çıkmadı. Dönemi irdeleyen büyük metinler geliştirilmedi. Gitgide uzaklaşan, gözden kaybolan, doğallıkla da mitolojik içerikler kazanan bir tarihten söz ediyoruz şimdi.[28]
İki önemli kavrama değinmeden o tarihi anlamak olanaksız. Bunların ilki eğer devrimci şiddet ise, diğeri devrimci romantizm kavramıdır. Devrimci şiddetin Fransız Devrimi’nden bugüne uzanan bir geçmişi ve birikimi var. Hayli oturmuş bir kavram. Türkiye’deki devletin entelektüel ilkelliğini ve taassubunu (bu kavramın Batı dillerindeki karşılığı fanaticism’dir) yansıtır şekilde 1960’larda Vedat Günyol’un derleyip çevirdiği Gracchus Babeuf’un elbette bu anlayışa dönük yazılarını içeren Devrim Yazıları gene sert soruşturmalara ve Günyol’un tecebbür görmesine yol açmıştı. ‘Devrimci romantizm’se zamanla geliştirildi. Bu şekilde ifade edilen düşünce başlangıçta bir edebiyatçılar dönemi ve grubu için kullanılıyordu.[29] Zamanla içerik değiştirdi ve sol hareketle bütünleşti. O arada 1968’in figürlerinden Troçkist Daniel Bensaid’in bu kavramı ‘Marksizmin dipakıntısı’ olarak nitelendirdiğini unutmuyoruz.
Tüm bu eğilimleri açıklayan ciddi çalışmalar bugün elimizde. Bazı çevreler tarafından lanetlenen Kültürel Çalışmalar bu alanlarda göz açıcı irdelemeler yaparak yeni perspektifler geliştirdi. Mesela, Enzo Traverso’nun Solun Melankolisi isimli çalışması bize çok farklı yönlerden ışık tutuyor. Devrimci romantizmin zaman zaman apokaliptik bir söylemle bütünleşerek yepyeni içerikler kazandığı ‘türleri’ de ele alan yapıt, hiç öyle düşünülmese de solun bu netameli melankoli kavramıyla ilişkisini kurucu bir kavrama dönüştürüyor. Bu konuya uzak veya yakın ilk ışığı düşüren Benjamin’e ve Adorno’ya kaçınılmazcasına uğrayan Traverso, kitabın alt başlığını Marksizm, Tarih ve Bellek seçerken neyin peşinde olduğunu belirtiyor.
Kitabın kavramı ressam Courbet’ye kadar geriye götürerek ve ‘yenilgi kült(ürü)’ ile sarmal şekilde irdelemesi bize 1959-1980 arasındaki dinamikleri başka planlarda anlatıyor diyeceğim ama, hadisenin köklerini somut şekilde Komün’e kadar geri götürmek şart. ‘Şehadet’ (martyrdom) hiç kabul etmesek de öncelikle sol mücadelede şekillenen bir terimdir. Unutmayalım. Aynı doğrultuda ‘devrim’ kavramı da kendisine ait çok farklı bir ‘bagaj’a sahiptir. 1789 Fransız Devrimi’nin geliştirdiği bu kavram ve tutum, bir tür bilinç dışı arketipik olguya dönüşmüştür zamanla. Fransız Devrimi’nin revizyonist tarihçisi Furet kavramı bu açıdan enine boyuna irdeleyerek tersyüz etmek istemiştir. Traverso’nun 2021 Ekim ayında yayınlanan Revolution isimli kitabı aynı kavrama tamamen farklı bir yüzünden bakıyor.
Bu panoramayı yanıma alarak Ulaş Tosun’un Merhaba Canım belgeseline dönüyorum. Arkadaş Z. Özger hakkında bir belgesel bu ama, dediğim gibi, tamamen de Özger değil konu. Şair olarak Arkadaş’ı bir tek Sina Akyol ele alıyor filmde. O bile bahsettiğim yazısındaki ölçülerde değil. Hüseyin Peker’in meselesi bambaşka. Yönetmenin geliştirdiği bu yaklaşım çok önemli. Böylece belgesel Özger’in her zaman incelenecek, üstünde konuşulacak şiirini aşıyor ve Türk solunun 1960’lar sonu, ‘70’ler başında, en devingen olduğu dönemdeki kültürel profilini çıkarıyor. Yani şiiri değil, Özger’in kendisi öznemiz.
Sina Akyol
Çok uzağa gitmeden ve sözü dolaştırmadan söylemek gerekirse, Tosun’un belgeseli bu yazının başından beri sürdürdüğüm görüşü farklı kişilerin ağızlarından ve (ancak ve maalesef) elli yıl sonra doğruluyor: Sol belli bir ‘profil’de olmayanları dışlamıştır ve insanları belli kalıplar içinde yaşamaya zorlamıştır. Kanıt şimdi itiraflarla gelen Özger ve yaşantısıdır. Özger, Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda öğrencidir. O yıllarda bu okulda mayalanan sol çevrelerin içindedir. Solun hâkim olduğu SBF yurdunda kalmaktadır. Şiirleri dönemin önde gelen dergilerinde yayınlanır. Birinci döneminde daha bireysel bir tutum içindeyken daha toplumsalcı bir içeriğe yönelir. İlk döneminde yazdığı şiirler, Sina Akyol’un bizzat belirttiği gibi dışlanmasına, garipsenmesine yol açar. O da çizgisini değiştirir.
Bu biyografik notlar Özger’le ilgili birçok kaynakta bulunur. Fakat öldürülmesinden sonra geçen 50 yılda Özger farklı bir kimlik kazanır. Gerek bireyci gerekse toplumsalcı şiirine egemen olan ses ve söyleyiş özellikle 2010’lu yıllardan sonra genç kuşaklar arasında yankı bulup benimsenir. Bu benimsenişte Özger’in çok genç yaşında ve biraz da aydınlanmamış bir ölümle hayattan çekilmesi mutlaka bir rol oynamıştır. Ayrıca o ölümün çok uzun bir süre polis tarafından basılan SBF yurdunda gösterilen direniş sırasında yediği dayağa bağlanması, benim çocukluğumda duyduğum şekliyle faşistler tarafından dövülmesinin sonucu olarak anlatılması bu ‘efsaneleşmede’ önemli rol oynamıştır. Adına çok uzun süredir verilen ödül gene Özger’i şimdiki zamanda ve farklı kuşaklar nezdinde diri tutmuştur.
Gene de zamanla gelişen ve tüm bu çerçeveyi aşan başka bir damar var. Gelişen özgürlük ortamı ve daha da önemlisi gelişen yeni bilinç, Özger’in kişiliğinde saklı kalmış/tutulmuş diğer boyutların keşfini de getirmiştir. Bu defa, zamanın Rimbaud’ya getirdiği yeni profile koşut şekilde, cinsel tercihlerinin farklılığıyla, eşcinselliğiyle benimsenmiş, direnişçi yanı bu niteliğiyle bütünleştirilmiş ve genç kuşaklar nezdinde, indinde Özger’likten Arkadaş’lığa geçmiştir. Doğru ve haklı şekilde, her iki dönemdeki şiirinin duyarlı sesi ve tonuyla, ayrıksı kişiliğiyle, öldürülüşüyle ve gençliğiyle bir ‘yeraltı’ şairi, tepeden tırnağa muhalif bir şair olarak yeniden kimliklendirilmiştir.
Mart 1967’de Arkadaş Z. Özger (ortada) arkadaşlarıyla birlikte Aristophanes’in oyun biletlerini satarken.
Yeraltı şiiri derken elbette ve öncelikle Rimbaud’yu düşünüyorum. Ece Ayhan’ı düşünüyorum. küçük iskender’i düşünüyorum. Politik boyutu olmaksızın bir şair bu konuma erişemiyor. Nilgün Marmara da genç öldü ama bu düzlemde değil. Sylvia Plath çok konuşulan, çok irdelenen bir şair ama o da hiç mi hiç bu kategoride sayılmaz. Öte yandan muhalif kimliğiyle Jean Genet öyle bir şahsiyet. Kötülük (evil) kavramıyla da yeraltı edebiyatı arasında doğrudan bir ilişki var. Özger’de, bilhassa Zeki Müren’e atıf yaptığı ve elbette bireyci, varoluşçu şiirinde, bu kötülük kavramının bir gölge olarak dolaştığı muhakkaktır. O yıllardaki şiir çevresine irkiltici gelen de buydu ve demek ki, Özger’i dışlayan sol çevre Ece Ayhan’ı, Sait Faik’i hiç bu gözle okumamış. Demek ki, Allen Ginsberg’in daha 1954-55’te yazılan Uluma’sı da bu çevrede yankı bulmamış. Söylediğim de o zaten, evet bulmamış.
Tüm bunların hem yakınında hem uzağında başka bir gerçek daha var ki, o da 1960’ların sonundaki o sol yükseliş ve hareketin kendi gerçeğidir. Şimdi Merhaba Canım belgeseli bir tür özeleştiri olarak getiriyor dönemin öncü hareketinin bu yanını. Belgeselde yer alan kişiler Özger’i cinsel kimliğinden ötürü dışladıklarını söylüyor. Bazı şairler Özger’in mektuplarını yaktığını açıklıyor. Bir başka şair onun kendisine yazdığı mektupları karısının görmesinden duyduğu endişeden söz açıyor. Diğerleri bazı şeyler saklı kalmalıdır diyor. Bir başkası ‘ben de kendimi sakladım, başka türlü olmak gerektiğine inanıyorduk’ diyor. Kısacası ortada bir dönemin zihniyet dünyasının eleştirisi var.
O dünya yaşanan büyük hareketin, büyük umutların, beklentilerin yanında ne ifade eder sorusuna geliyoruz. Bu iki olgu birbirinden koparılamaz. Birbirini destekler, besler ve güçlendirir. Tam da bu yüzden başta 1968’in Batıdaki tarihini verdim. 1968 olaylarında arzunun ve hazzın dinamiklerini felsefeciler ortaya koyalı çok oldu. Burada ‘esoterik’ yanıyla bu konuya eğilmenin anlamı yok. Ama Türkiye’deki kültürel ortam eril yapısıyla bu gerçeği dışlıyordu. (Hayatta hiçbir şey saklamadım. Hiçbirisine üzülmüyorum. Sadece ODTÜ bahçesinde dağıtılan ve elime gelen, kampüste bazı ‘bacılarla devrimcilerin’ bir arada dolaştığını ve bunun olmaması, kınanması gereken bir durum olduğunu söyleyen ÖTK bildirisini saklamadığıma hayıflanıyorum. Söylediklerimde şaşacak bir şey yok. 12 Mart dönemi romanı bu konuyu çok işledi. O romanı inceleyen kaynaklar da bu gerçeği vurguladılar.) O çok sert erillik içinde ve devrim heyecanıyla bireyliğin geriye itilmesi kendi içinde ayrıca doğaldı.
Bahse konu olan çevrenin, yani SBF’nin, BYYO’nun ve SBF yurtlarının tarihini mesela ODTÜ yurtlarının tarihinden daha iyi biliyoruz. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen bugün 1968’in ODTÜ’sünden tek kelimeyle söz edildiğini duymuyoruz ama neredeyse hayli basitleşmiş, bir o kadar da magazinleşmiş anlatılarda dahi SBF en geniş çevresiyle yer alıyor. Önemli bir olgudan söz ediyorum. Her olgu gibi bir gerçek belirliyor çerçeveyi. Ne var ki, ayrıntıları bilmiyoruz. Hâlâ saklanan bazı bilgiler, duyuşlar, sezgiler, en önemlisi gerçekler var. Örneğin bildim bileli dolaşan bir şayia var, hakikatini kimse işaret etmedi: Arkadaş, o meşhur şiirini Hüseyin Cevahir için mi yazmıştı? Bilmiyoruz. Ama bazı imler var elbette.
Arkadaş Z. Özger (sağ başta) fakülteden arkadaşları ile birlikte.
Öte yandan Arkadaş’ın yanında olmuş, onu tanımış, onunla aynı yurtta, odada kalmış kişilerin bazıları da Özger’le cinsel tercihleri itibariyle benzeşir. Onların kimileri Türkiye’de sonradan önemli insanlar olmuştur. Ama kimliklerini belki açıklamış belki açıklamamışlardır. Ne var ki, o günlerde Özger’i tam da bu nedenle cinsel kimliği yüzünden dışladıklarını, belirttiğim gibi, Ulaş Tosun’un belgeselinde itiraf ediyorlar. Bazıları hâlâ daha örtük bir dil kullanırken bazı kişiler de o günkü tutumlarını a(çı)klama kaygısındadır. Türkiye tarihinin çok önemli bir dönemeci ‘kıyısız bir gerçeklik’ olarak biçimleniyor son elli yıldır. Böylece bugünkü gençliğin de kendisine sevgili olarak seçtiği Arkadaş’ın ölümünün üstündeki sır perdesi de kaldırılmasa bile aralanıyor ve bir ışık sızıyor içeri.
Ulaş Tosun’un belgeseli olağanüstü bir önem taşıyor. Bir birikime neşter vuruyor. Birkaç basamaklı düşünmek gerekir. Birincisi, bu ‘cachée’ tarih bir suç değil. Kınanacak, eleştirilecek bir yanı da yok. Elli yıl önce kendisine özgü bir ortamın biçimlendirdiği bilinci bugünün aklıyla ele alamayız. Soru ‘neden şöyle değildi’ olamaz, ‘neden böyleydi’ olmalıdır. İncelenecek çok şey var. Yeter ki, biraz daha ‘sözlü tarih’ çalışması yapılsın ve artık tanıkların da bir bir yok olduğu bu evrenden biraz daha itiraf gelsin.
İkincisi, itiraf erdemdir. ‘68 kuşağı gecikmiş de olsa, hâlâ kıyısında da bulunsa (‘kıyısız bir gerçeklik’ dedim, hatırlatırım) itiraf etmek cesaretini ve erdemini gösterdi. Bunu onların politik bilincinin, kilitli, anahtar altında kalmış da olsa medeni cesaretlerinin bir başka işareti, tanıklığı olarak görmek gerekir. Üçüncüsü, yinelemeliyim, devrimci mücadelenin ateşi içinde bu konular doğallıkla geriye itilecekti. İnsanlar kimliklerini ve kişiliklerini, zamanında Malraux’nun ve diğerlerinin irdelediği gibi, o angajman içindeyken, parti, devrim, tarihsel görev sorumluluğu içindeyken önemsemeyecekti. Bir savunmadan söz etmiyorum. Bir saptamada bulunuyorum. Belki sorun bunca yıla rağmen gerçeğin örtük kalması. Ama her şeyin bir zamanı var, eşref saati-diyelim.
Ulaş Tosun’un belgeseli büyük bir emeğin ürünü. Bu konuda nasıl çalıştığının yakın tanığıyım. Karanlık, ışıksız bir köşeye fenerini tuttuğu, içeri bir adım atıp serilmiş ve kalınlaşmış tozu kaldırdığı, en önemlisi, 41. kapıyı araladığı gerçek. Eline sağlık.
Gerçek gerçektir.
•
NOTLAR:
[1] Yazı ithaf etme alışkanlığım yok denecek kertede zayıftır. Sina Akyol’la aynı yıllarda Ankara’da yaşamışız. Hiç tanışmadığımızı kendisi bir yazısında yazdı. Merhaba Canım belgeselini izlediğimde ve onun açıklamalarını dinlediğimde tanışmamanın kayıp olduğunu düşündüm, kendisini aramaya karar verdim. Şiirlerini elbette ve yakından biliyordum. Gitmeden önce güzel Türkçesiyle yazdığı düzyazılarını da kitap olarak okumak istedim. Bu yazıyı yazmaya da başlamıştım. Araya rahatsızlıklar, günlük koşuşturmalar girdi. Bir sabah beni hayrete ve kahra düşürecek şekilde öldüğünü duydum. Belgeselde de de, kitabına yazdığı yazıda da mert, dürüst, yüreklice görüşler belirtmiş, kuşağının konumunu tayin edecek şekilde kendisini eleştirmişti. Yarım kalan tanışıklığımızı her şeyin ‘uzaktan erişim’le gerçekleştirildiği günümüzde bu ithafla tamamlamış oluyor muyum?
[2] Örneğin şu kitapta Türkiye yok. George Katsiaficas, Global Imagination of 1968: Revolution and Counterrevolution. New York: PM Press, 2018. Aynı kurumdan çıkmış benzeri yayınlarda da yer alamamasına karşılık sadece şu çalışmada Türkiye’ye ait şair Zafer Şenocak’ın yazdığı kısa bir yazı mevcuttur: Philipp Gassert ve Martin Klimke, ed., 1968: Memories and Legacies of a Global Revolt. Washington DC, German Historical Institute, 2009.
[3] 2000 yılında New York’ta bulunan, 1980’li yıllarda öğrencisi de olduğum New School’da, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra başlayan ve çok hararetli bir şekilde çalışılan, tartışılan Yeni Toplumsal Hareketler (New Social Movements) konusunda düzenlenen bir uluslararası sempozyuma Türkiye’deki ‘68 olaylarını ele alan bildirimle katıldım. Latin Amerika’dan gelen akademisyenlerin sunduğu bildirileri özellikle dinledim. Aradaki benzerlikler hayret vericiydi. Onlar da benim tebliğimi aynı ilgiyle izlediler. Şili’den gelen bir akademisyenle mukayeseli bir ortak makale yazmak istedik. Çalışmaya başladık. Bir süre sonra bana bir mektup yazarak Türkiye’deki hareketle ilgili okuyacak hiçbir şey bulamadığını, konuyu sadece benim yazdıklarım ve anlattıklarım üstünden izlemenin güç olduğunu, bunun yöntem açısından da yanlış olabileceğini belirterek çalışmadan çekilmek istedi. Kendisini tamamen haklı buldum. Özellikle yöntem konusundaki saptaması elbette doğruydu. Aradan geçen 20 yıldan fazla sürede de Türkiye hakkında kayda değer, önemli bir çalışma yayınlanmadı.
[4] Bahsettiğim tutum literatürde ‘Sol Kemalizm’ olarak nitelendirilir. Kemalizmin sağ bir türünün olduğu da malumdur. Bu konularda çeşitli görüşleri merak edenler şu kaynakta çeşitli çalışmalara bulacaktır. Kemalizm. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2. Ed., M. Gültekingil, T. Bora, İstanbul: İletişim, 2001. Gene de Kemalizm hakkındaki çalışmalar henüz yeterli bir düzey ve kıvamda değildir.
[5] Bu konuda da gene aynı ansiklopedinin bir başka cildi olan şu yapıta başvurulabilir: Sol. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 8. Ed., M. Gültekingil, İstanbul: İletişim, 2007.
[6] Dileyen bu derginin sayılarına şu linkten ulaşabilir.
[7] A. Behramoğlu-İ. Özel, Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar, İstanbul: Oğlak Yayınevi, 1995.
[8] Angela Davis bilindiği gibi çok önemli bir siyahi şairdir. Amerika’da toplumsal hakların (civil rights) kazanılmasında ayrıca çok önemli bir figürdür. Andığımız yıllarda Marcuse’nin yüksek lisans öğrencisidir. Dönemi, felsefecinin rolünü ve tayin edici psikolojiyi şu makalede çok etkileyici şekilde anlatır. Angela Davis, "Angela Davis on Protest, 1968, and Her Old Teacher, Herbert Marcuse", Literary Hub. 3 Nisan 2019.
[9] Bu konuda sınırsız literatür olduğu ve çalışmaların bugün de devam ettiği belli. Şu kitaba dönemi ve değindiğim iki konuyu yerli yerine oturtması bakımından bakılabilir. Önsözü çok önemli bir toplumbilimci olan Howard Zinn’in yazdığını ayrıca belirtelim. Edward P. Morgan, The 60s Experience: Hard Lessons About Modern America. Philadelphia: Temple University Press, 1991. Dönemin rock müzik, hippi kültürü, Beat kuşağı ve diğer yeraltı kültürüyle bütünleşmiş kültürü özel bir önem taşır. O da şu kaynaktan izlenebilir: Charles Kaiser, 1968 in America: Music, Politics, Chaos, Counterculture and the Shaping of a Generation. New York: Grove Press, 2012.
[10] James Reed, The Birth Control Movement and American Society: From Private Vice to Public Virtue, Princeton: Princeton University Press, 2016.
[11] Konuyu bütün boyutlarıyla saptayan mükemmel bir kaynak şudur: L.J. Frazier ve D. Cohen, ed., Gender and Sexuality in 1968, London: Palgrave MacMillan, 2009.
[12] Olaylar önce Nanterre’de başlamış, oradan Paris’e sıçramıştır. Öğrencilerin ne istediği en eksiksiz şekilde yayınladıkları bildiriler incelenerek anlaşılabilir. Bu bildiriler ve dönemin ürettiği neredeyse tüm belgeler şu kitapta bir araya getirilmiştir: Alain Schnapp, Pierre Vidal-Naquet, Journal de la Commune Etudiante: Texte et documents. Novembre 1967-Juin 1968, Paris: Edition de Seuil, 1988.
[13] Guy Debord, The Society of the Spectacle, çev. D. N. Smith, New York: Zone Books, 1995.
[14] Şu linkten erişilebilir: Situationist Manifesto
[15] Richard Wolin, The Wind From the East: French Intellectuals, the Cultural Revolution and the Legacy of 1960s. Princeton: Princeton University Press, 2010.
[16] Bu örgüt hakkındaki birçok bilgiye şu linkten ulaşılabilir: La Gauche Prolétarienne, Marxists.org
[17] Bu konuda şu kitaba bakılabilir: David Macey, The Lives of Michel Foucault. London: Verso, 2019; ayrıca şu kitap genel tarihi ve çerçeveyi daha kapsamlı şekilde ele alır: Philipp Felsch, The Summer of Theory: History of a Rebellion, 1960-1990, çev, T. Crowford, London: Verso, 2022; özellikle s. 114-124.
[18] François Dosse, History of Structuralism; The Rising Sign 1945 1966 (Volume I), çev. D. Glassmann. Minnesota: University of Minnesota Press, 1998.
[19] François Dosse, The Sign Sets 1967-Present (Volume II), çev. D. Glassmann. Minnesota: University of Minnesota Press, 1998.
[20] Şu kaynak da dönemin düşünce sistematiğini bağlamına yerleştirmektedir: Julian Bourg, From Revolution to Ethics: May 1968 and Contemporary French Thought, Mont-Real: McGill’s-Queen’s University Press, second edition, 2017.
[21] Bu çerçeve Derrida’nın yaşamını ele alan şu kitaptan izlenebilir: David Mikics, Who Was Jacques Derrida? An Intellectual Biography, New Haven: Yale University Press, 2017.
[22] Bu tartışma yıllar sonraki irdelemesi için bkz: Olivia Custer, Penelope Deutscher, and Samir Haddad, eds., Foucault/Derrida Fifty Years Later: The Futures of Genealogy, Deconstruction, and Politics, New York: Columbia University Press, 2016.
[23] Burada tepeden bakarak gördüğümüz bu manzara Ramona Naddaff’ın genel seri editörlüğünü yaptığı ve üç cilt halinde (Histories, Antiquities, Literary Debate) yayınlanan büyük derlemesinde izlenebilir.
[24] Fransa’da 1968 olaylarında yer alan Andre Glucksmann gibi bazı düşünürler daha sonra sağa kaymıştır. Bu gelişmede Gulag Takımadaları’nın oynadığı rol çok tartışılmıştır. Şu kitap konuyu bu yönüyle ele almakla birlikte bazı farklı yorumlar da getirmektedir. Michael Scott Christofferson, French Intellectuals Against the Left: The Antitotalitarian Moment of the 1970s, London: Breghahn Books, 2004.
[25] Hasan Bülent Kahraman, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi I: Kavramlar Kuramlar Kurumlar, İstanbul: Agora, 2008.
[26] Kitaba şu adresten ulaşılabiliyor.
[27] Bu gelişmeler sözlü tarih çalışması olarak saptanmış ve şu çok önemli iki ciltlik kitapta yer almıştır: Oktay Duman, Devrimcilerin Filistin Günlüğü 1968-1975, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015; Devrimcilerin Filistin Günlüğü 1976-1985, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017.
[28] 1968’in zaman içinde nasıl bir mitolojiye dönüştüğünü, bu mitolojinin kendi iç gerçekliğiyle yaşadığı çelişkileri ve mevcut politik yapıya dahil edilip edilmediğini veya ne ölçüde o bünyede yer aldığını şu kaynak Almanya örneğinde incelemiştir: Ingo Cornils, Writing the Revolution: The Construction of “1968” in Germany, Rochester, New York: Camden House, 2016.
[29] O bağlamı şu kitap kuşatıyor: Max Blechman, Devrimci Romantizm, İstanbul: Versus, 2007.