Mehveş Evin, A'dan Z'ye Biz Buraya Nasıl Geldik kitabıyla ülkenin hafıza sorununu ele almayı ve unuttuğumuz pek çok şeyi bize hatırlatmayı amaçlıyor
01 Ekim 2018 14:00
Türkiye gibi gündemi yoğun ülkelerde yaşayan insanların her gün başlarına unutmamaları gereken bir şeyler gelir ve elbette sürekli kaynayan gündemin içinde pek çok şey unutulur. Çok uzak bir geçmiş zamandan söz edilir gibi bahsedilmeye başlanır birkaç sene önceki olaylardan, çünkü her gün baş edilmesi gereken yeni şeyler ortaya çıkar.
Mehveş Evin, A’dan Z’ye Biz Buraya Nasıl Geldik kitabıyla bütün bu hafıza sorununa bir sözlük ile el atmaya ve unuttuğumuz pek çok şeyi bize hatırlatmaya çalışmış. Kelimelerin gerçek anlamlarının yanı sıra gündelik olarak bize çağrıştırdığı olayları eklemiş sözlüğün içine. Mehveş Evin’le bütün bu kelimelerin bize neler ifade ettiğini ve hafızanın ne denli önemli olduğunu, sansür ve otosansürle nasıl başa çıkılabileceğini konuştuk.
Kitabınızın giriş yazısında bahsediyorsunuz ama henüz kitabı edinmeyenler için bugüne dair bir sözlük yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Salt haberlerden, köşe yazılarından oluşan derleme bir kitap yazmak istemedim. İlgilendiğim, araştırdığım, hayatî olduğunu düşündüğüm meseleleri, sıkıcı olmadan okura aktarmak istedim. Kişisel bir sözlük yazma fikri Nermin Mollaoğlu’ndan gelince, birden kafamda bir ışık çaktı. 2015 baharında başladım ama işten atıldıktan sonra hızlandırdım yazmayı.
Kelimeleri/kavramları neye göre seçtiniz? Sizi bu kelime ve kavramlara götüren akış nasıl oluştu?
Yazmaya, alfabede olmayan W ile başladım. Kürtçe, anadil meselesini kişisel öykümle ve kaynaklarla harmanlayarak anlatmak heyecan verdi. Daha ziyade sembolik, bazen tamamen alakasız gibi duran kelimeler seçip bunlarla oynamak bu kitabı yazmanın en zorlayıcı, ama aynı zamanda en eğlenceli tarafıydı. Medya, kadın, çevre gibi meseleleri, birbiriyle çakışmadan ancak birbirini tamamlar şekilde yazmaya çalıştım. Gündem, şartlar, Türkiye’de çok hızlı değişti. Özellikle 2015’ten sonra hızlanan bir şiddet ve baskıcı ortam, 2016 darbe girişimi ve sonrasında ilan edilen OHAL nedeniyle yazmış olduklarımın en az yarısına yakınını atıp baştan yazdım.
Türkiye hafıza konusunda sıkıntılı bir ülke. Sizin yazdığınız sözlük ise hafızaları tazeliyor. İnsan okurken “bütün bunlar başımıza geldi, değil mi” diye soruyor. Bu hafızasızlığın nedeni ne sizce? Her bir unutma girişimi bir başka kazayla sonuçlanıyor ve o kaza da mı unutuluyor sanki? Bir tür zincirleme bellek kazası içinde mi yaşıyoruz?
Hafızasızlığın temelinde, geçmişteki hatalarla, tarihle yüzleşmeme kültürü yatıyor. Eğitim sistemi zaten bunun üzerine inşa edilmiş. Üniversiteler özgür düşünceyi geliştirmek için değil bastırmak, boğmak için var.
Hafızasızlığın bir nedeni de bilgisizlik, ilgisizlik. Mesela Kürtlerin, Ermenilerin, ne yaşadığı görmezden gelindi. Devlet ne diyorsa onu kabul etmek. Farklı kaynakları araştırmamak. Dün bir grup ayrımcılığa uğrayıp eziyet çekiyordu, bugün bir başkası.
Bir de şu var: Son yıllarda giderek artan şiddete, akıl kaçırtıcı anti-demokratik uygulamalara, önyargı, nefret söylemi ve ayrışmaya şahit olduk. Bir nevi kötü haber bombardımanı altındayız. Herkesin bir istihap haddi var, vicdan sahibiyseniz, belli değerleriniz varsa, fazla gelebiliyor. Bu yüzden muhalif kesimde “ben çok bunalıyorum hiçbir şey okumuyorum, izlemiyorum” tavrı yaygınlaştı.
Peki, alışmak mı demek bu? Sanmam. Köşesine çekilmek, sessizleşmek, korkmak denebilir ama kabul etmek, boyun eğmek anlamına gelmiyor.
Kitabı yazarken hep düşündüm: Bu kadar yoğun bir gündemi biz gazeteciler takip etmekte, derinlemesine araştırmakta zorlanıyoruz. Bu süreçte medyanın en az yüzde 90’ı tamamen iktidarın kontrolüne geçti. Medyanın iktidarın propaganda aracı, hatta yalan makinesine dönüştüğü, yakın tarihin yeniden yazılmaya çalışıldığı günlerden geçerken yaşananların çetelesini çıkarmak, ifşa etmek önemli benim için.
Bu neredeyse niyetlenilmiş hafızasızlık nasıl sonuçlar veriyor?
Büyük çoğunluk için kendi paçasını kurtarmak, her şeyden önemli. Aman bizim başımız devletle derde girmesin... Aman yokluk çekmeyelim, daha refah yaşayalım... Şükredelim, işimiz var, şartları sorgulamayalım... Bu durumda başkasının acısını, haksızlığı, yolsuzluğu görmezden geliyor, itaat ediyor, alışıyor. Çarpık bir sistemi kabullenmiş, hatta onaylamış oluyor.
12 Eylül rejimi çok başarılı olmuş, onu görüyoruz. Bugünün iktidarı da 12 Eylül’ün bir ürünü. Vahşi neoliberalizme geçiş başarılı oldu. Her şey satılık, her şey yüzeysel. Medya, burada kritik bir rol oynadı, oynuyor. Haberi gizliyor, çarpıtıyor, hedef gösteriyor, yalan üretiyor.
Türkiye, AKP iktidarının özellikle son beş-altı yılında tüm demokratik göstergelerde dramatik bir gerileme yaşadı, bu gerileme sürüyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinden basın özgürlüğüne, yolsuzluk endekslerinden sanatta sansüre, eğitim başarısından hukukun üstünlüğüne, dünya ortalamalarında en az gelişmiş ülkelerle aynı sınıfta. Bu mu refah, gelişme, büyüme?
Türkiye, gündemi bir an bile boş kalmayan bir ülke. Sözlüğü hazırlama sürecinizde gündemin sürekli değişmesi sizi nasıl etkiledi?
Çok zorladı tabii. Başlıkları yüzlerce kez değiştirmek, eklemeler yapmak zorunda kaldım. OHAL ilan edilip pek çok meslektaşım yaptıkları haber, söyledikler sözler nedeniyle gözaltına alınır, tutuklanırken korktum da. Neyin “suç unsuru” sayılacağını bilemediğiniz, hukukun tanınmadığı, ifade özgürlüğünün bu kadar kısıtlandığı bir ortamda yazdıklarım riskliydi. Ayrıca bu kitabı, tam da bunlar yaşanırken yazmak, psikolojik olarak ağır geldi. Konuları araştırdıkça, içine girdikçe, hatırladıkça bunaldım. Mesela istismar konusu... Mesela sokağa çıkma yasakları... Ama kitabı bitirmeye kilitlendim, atlattım bunları.
Her biri diğerini tetikleyen krizler dili de bir şekilde eskiden olduğundan daha politik bir içeriğe büründürdü. Bu denli politik bir dille gündelik hayatı sürdürmek zorlaşıyor olabilir mi? Sizin kelimelerle, dille aranız nasıl bu anlamda?
George Orwell, “Politik dil, yalanları gerçekmiş gibi, cinayeti saygın göstermek ve boş lafı güvenilir göstermek için tasarlanmıştır” demişti. Yani yeni bir olgudan bahsetmiyoruz. Belki yeni olan, gündelik hayatta dilin daha politikleşmesi. Burada reklamın, iletişim araçlarının, pazarlamanın gündelik dile etkisi söz konusu. Ancak sadece iktidarın değil, muhalefetin diline de dikkat. Muhalefet ederken hep birtakım kalıpların kullanıldığını, derinliksiz ve yüzeysel, bazen hakaretamiz bir dil kullanıldığını düşünüyorum.
Politik dille gündelik hayatı sürdürmek zorlaşıyor mu diyorsunuz… Bir yerde evet, bir yerde hayır. Aslında bu kalıplarla konuşmak, kolaycılığa kaçmak. Boş konuşanların, omurgasızlığın hâkim olduğu; bilginin, düşüncenin terör suçuyla bir tutulduğu bir düzende yaşıyoruz. Kendi adıma bundan itinayla kaçınmaya çalışsam da politik bir dil kullanmıyorum diyemem. Sözcükleri seçerken ve çağrışımları üzerinden yazarken, elimden geldiğince nesnel olmaya çalıştım. Öte yandan fıtrat, ucube gibi kitapta seçtiğim kelimeler, tam da bu politik dile ve içeriğinin aslında neye tekabül ettiğine odaklandı.
Üç şeyi yazmak çok zordu: Gülen cemaatini, darbeleri ve muhalefeti anlatmak... İçine girince çıkılması zor, araştırmacıların tezler, başlı başına koca kitaplar yazdığı meseleler bunlar. Ancak bu kurguda “ya cemaati de yazmayıvereyim” diyemezdim; Türkiye’nin siyasal, sosyal hayatında çok önemli dönüm noktalarını ıskalamak olmazdı.
Peki, aklınızda olduğu hâlde sözlükte yer bulamadığınız kelimeler de var mı? Neler eklemek isterdiniz bu sözlüğe?
Türkçe, başta Arapça, Farsça, Fransızca olmak üzere pek çok dilden ithal sözcüklerden oluşuyor. Bazı harflerle çok sayıda kelime üretirken (M) bazı harflerle (J) kısıtlanıyorsun. Bir kelimeyi, kavramı seçmek bütün düzeneği değiştiriyor.
Aslında “C”de, Cumartesi Anneleri üzerinden kadınların, annelerin politik mücadelesini anlatacaktım. Ancak J için Jiyan, yani Kürtçe “yaşam”ı seçince Cumartesi Anneleri üzerinden değil, “jin-jiyan-azadi/kadın-yaşam-özgürlük” üzerinden farklı kadın mücadelelerini, aslolanın ölüm değil yaşamak olduğunu anlatmaya çalıştım.
Üç şeyi yazmak çok zordu: Gülen cemaatini, darbeleri ve muhalefeti anlatmak... İçine girince çıkılması zor, araştırmacıların tezler, başlı başına koca kitaplar yazdığı meseleler bunlar. Ancak bu kurguda “ya cemaati de yazmayıvereyim” diyemezdim; Türkiye’nin siyasal, sosyal hayatında çok önemli dönüm noktalarını ıskalamak olmazdı.
Metinleriniz artık medyada okuyamadığımız pek çok habere ve bilgiye de yer veriyor. Medyanın tekelleşmesi, insanların artık olan bitenden bu kadar bihaber olması hem meslekî hem insanî olarak sizi nasıl etkiliyor?
Aslında bu haberler var, çoğu, engellenmediyse ulaşılabilir durumda. Ama nerede? Asla merkez medyada değil. Merkez medyadan o kadar az kaynak kullandım ki. Çünkü bir konuyu, mesela 10 Ekim Ankara Katliamı'nı araştırırken bir baktım ki sadece “alternatif, muhalif” medya denen yayınlarda ayrıntılı işlenmiş, takip edilmiş. Hele son iki yılda çoğu internet temelli haber sitelerinde yapılmış. Zaten bu durumun farkındaydım ama kitabı yazarken, basının ne kadar acınası bir hâle düştüğünü daha iyi anladım. Üstelik, “muhalif” diye adlandırılan birtakım yayınlarda da çoğulculuktan uzak bir editoryal çizgi hâkim. Çok moral bozucu. Ben habere ulaşmak, farklı kaynakları araştırmak için bu kadar zorlanıyorsam, insanlar ne yapsın?
Sansür ve otosansürle mücadele etmek giderek zorlaşıyor. Mayınlı tarlada bale yapmaya döndü gazetecilik. Ama sıfırlandı, hiçbir yol kalmadı diyenlere katılmıyorum. Bunu iddia etmek, halen, büyük güçlüklere rağmen cesur başlıklar atan, haber takip edip yayınlayanları görmezden gelmek demek
Ayrıca pek çok olayda insanların bildikleri hâlde tepki vermediklerini ya da tepkilerini pozisyonlarını koruyacak şekilde dile getirdiklerini görüyoruz. İsmail Devrim’in intiharı ve arkasından “psikoloji” üzerinden yapılan açıklamalar buna bir örnek olsa gerek. Siyasî atmosferin, hafızasızlığın yanı sıra, toplumu etik, ahlakî bir parçalanmaya da sürüklediğini söylemek mümkün mü?
Türkiye’nin hızla kutuplaştığını, toplumsal yarılmaların derinleştiğini araştırmalar doğruluyor. Bizler de sokakta, mahallede, işte bunları yaşıyoruz. Azınlık ve toplumda korunmasız sayılan gruplar, kasıtlı olarak siyasî liderlerce hedef gösteriliyor, şeytanlaştırılıyor. Aleviler, Kürtler, CHP’liler, kadınlar, LGBTi’ler vs gibi...
Etik, ahlakî ayrışma konusunda İsmail Devrim’in canına kıyması üzerinden örnekleme yapmasak daha iyi. Devletin bu haber üzerinde gösterdiği refleksler ayrı tartışma konusu; tek kelimeyle korkunç. Ancak, intiharın nedenini, nelerin sebep olduğunu açıklamak asla kolay değildir.
Öte yandan, ölümler üzerinden etik, ahlakî parçalanma keskinleşti: Roboski, Berkin Elvan, Aysel Tuğluk’un annesi, Van depremi, Cizre’de yanarak ölenleri hatırlamak yeterli.
Böylesi bir siyasî, toplumsal atmosfer gazetecilik yapmayı da, geçmişe tanıklık etmeyi de her zaman olduğundan daha riskli hâle getiriyor. Siz bu riskle nasıl baş ediyorsunuz? Nelere dikkat ediyorsunuz ya da nelere dikkat etmekten yoruldunuz artık? Söylenmesi gerekenlerle söylenebilecekler arasındaki fark bu kadar açılırken yazmak, haber vermek nasıl bir muhakeme gerektiriyor?
Her şeyden evvel, dayanışma kurtarıyor. Bu süreçte farklı kurumlarda çalışan meslektaşlarımla sıkı dostluklar kurdum; sıkıntılarımızı, dertlerimizi, korkularımızı paylaşarak birbirimize güç veriyoruz. “Tehlike” arz edebileceğini düşündüğüm yazılarda güvendiğim dostlarıma danışıyorum. Ama eskisi gibi hiçbir gazeteci tek başına sahaya çıkamaz. Örnek; 2014’te iki kadın gazeteci, Suriye sınırında araba kullanıp fotoğraf çektik, haber yaptık. Şimdi asla bu riski almam.
Zaman zaman her şeyi bırakma, kendi köşeme çekilme isteği duydum. Ama baskıcı düzenin istediğini yapacak değilim. Öte yandan, özellikle Kürt gazeteciler resmen namlunun ağzında haber peşinde koşarken mızmızlanmaya hakkımız yok.
Yazdıklarınız son 15 yıl içinde başımızdan geçenler evet ama artık her şey sürekli politik. Bu sansür ve otosansürle nasıl baş edilir? Korku neden bu kadar çok bulaştı? Beş sene önce sokaklara üç beş ağaç için dökülen insanların cesaretine sizce ne oldu?
Sansür ve otosansürle mücadele etmek giderek zorlaşıyor. Mayınlı tarlada bale yapmaya döndü gazetecilik. Ama sıfırlandı, hiçbir yol kalmadı diyenlere katılmıyorum. Bunu iddia etmek, hâlen, büyük güçlüklere rağmen cesur başlıklar atan, haber takip edip yayınlayanları görmezden gelmek demek. Mesela yolsuzlukla ilgili konuları araştıran, sorgulayan bir Çiğdem Toker aslanlar gibi yazıyor. Öte yandan Türkiye, beş yıl önce çok farklı bir yerdeydi. Gezi Parkı’nda müdahalelere rağmen geri adım atılmadı, yüzlerce çadır kuruldu. Çünkü polis daha insanları sakat bırakıp öldürmemişti. Bunu yaşadık, küçücük çocukların hedef alınıp dövülerek öldürülmesini ve cezasızlığı tecrübe ettik. Yahu, Taksim yıllardır ve hâlen emniyet güçleriyle dolu!
2015’te çözüm sürecinin sonlanması, barışçıl eylemlerin bombalarla kana bulanması, 15 Temmuz darbe girişimi gecesi ve sonrasında yaşananlardan sonra nasıl korku bulaşmasın? Güya toplantı ve gösteri yapmak anayasal hak. Peki, uygulama ne? Cumartesi Anneleri’ni bile gazladılar, artık iş o noktada. Tabii ki bulaşır korku.
Peki, bu 15 yıllık süreç zarfında siz ne zaman gerçekten yorulduğunuzu hissettiniz?
2015-2016 arası, Türkiye tarihinin belki de en karanlık dönemi olarak anılacak. Ben de öyle hissettim. Çözüm sürecinin berhava edilip sokağa çıkma yasaklarının ilanı, çatışmaların yeniden başlaması... Suruç, 10 Ekim, TAK’ın bombalı eylemleri. Hepsi çok kısa bir dönemde yaşandı, korkunçtu.
Kavram ve kelimeleri anlatırken kullandığınız pek çok bilgi, haber, detay Türkiye’nin son 15 yıllık süreçte nasıl değiştiğini ve pek çok alanda nasıl gerilediğini anlatıyor. Bütün bunlar olurken siz de medyanın içerisindeydiniz. İşlerin bu kadar çığırından çıkacağını düşünmüş müydünüz?
2000’lerin başında daha demokratik, özgür, eşit bir ülkede, barış içinde yaşayabileceğimize gerçekten inandım. Ama AKP’nin demokrasi şarkısını söylemesi bana hiçbir zaman inandırıcı gelmedi.
Ama bu kadar keskin dönüşlerin olacağını, mesela Gülen’le ittifakın bu şekilde bozulacağını öngöremedim. Gezi sonrasındaysa giderek daha karamsar oldum. 2015 itibariyle bende ip koptu. Olanları anlamakta, sindirmekte zorlandım. Öte yandan halkın da hedef alındığı bir darbe girişiminin olacağını, başarısız olduğu hâlde OHAL’le toplumun üzerinden tank gibi geçileceğini asla düşünemezdim. Hoş, 15 Temmuz’la ilgili yanıtlanması gereken çok soru var. Belki önümüzdeki 15 yılda yanıtları bulunur...