Burhan Sönmez: Çoğu yerde, unutmanın kurtuluş olduğu söylenir, mümkündür. Ben şahsen o yolu tercih etmezdim, geçmişimle birlikte varolmayı seçerdim
11 Ekim 2018 14:00
Daha evvel Kuzey, Masumlar ve İstanbul İstanbul adlı kitaplarını okuduğumuz Burhan Sönmez’in son romanı Labirent geçen günlerde raflardaki yerini aldı. Bu defa, intihar etmek isteyen, fakat bu teşebbüs sonucunda yaşamı yerine belleğini yitiren Boratin’in hikâyesini anlatıyor Sönmez; bize evindeki eşyada, İstanbul’un sokaklarında ve dostlarının aktardıklarında kendisini arayan bu genç müzisyenin dünyasını açıyor.
Burhan Sönmez yalnızca yazar değil; bir yayıncı ve Uluslararası PEN’in yönetim kurulu üyesi. Bu çok yönlülüğün ışığında siyasî gündemin edebiyatla ilişkisini değerlendirirken, “Türkiye kendi muhasebesini çıkaramayan bir ülke. Tarihinde yaşadığı kötülüklerin hiçbir zaman dökümünü yapmamış, hesabını vermemiş. (...) Toplum bunları sakince değerlendirip aşamadığı ve siyaset de bunun üzerine şiddetle gittiği için, yazarlara, sinemacılara, gazetecilere daha çok yük kalıyor" diyor. Bu çerçeveden bakınca, Boratin’in durumuna ilişkin kullandığı şu ifadeler de başka anlamlar kazanıyor galiba: “Geçmiş insanın yüküdür, geleceği de belirler. İnsanın özgürlüğü, geçmişiyle bağlantılıdır.”
Burhan Sönmez’le yeni kitabı vesilesiyle konuştuk.
Öncelikle yazma sürecinizden bahseder misiniz biraz… Siyasî gündem sizin yaratma sürecinizi nasıl etkiledi, etkiliyor?
Siyasî gündem yazdıklarımı etkilemiyor, diyeceğim. Ama zihnimiz günlük gelişmelere göre olaylara yeni bir gözle baktığı için romanın ayrıntılarında biz farkında olmasak da bunların etkisi vardır. Bunun dışında, siyasî duruma veya değişen gündeme göre roman konusu belirlemiyorum. Romanlarımın konusu, uzun zaman önce zihnimde canlanır ve kitaba dönüşmesi yıllar alır.
Uluslararası PEN yönetim kurulundasınız, oradan bakınca Türkiye nasıl görünüyor? Daha geçen gün, Avesta’nın üç kitabının toplatıldığını hatırlarsak, Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendiriyorlar?
Türkiye içeriden nasıl görünüyorsa dışarıdan da öyle görünüyor. Çünkü her şey açık yaşanıyor. İşten çıkarmalar, hapse atmalar, kitap toplatmalar… Karanlık bir süreçten geçiyoruz. Dışarıda karşılaştığım yazarlar bunu tekrarlıyor, karanlık bir süreçten geçiyorsunuz, diyorlar. Biliyorum, diyorum, biliyoruz.
Bir yazar olarak bakınca, bunların gelecekte edebiyata nasıl yansıyacağını düşünüyorsunuz?
Bunların yansımayacağını kim söyleyebilir ki? Daha şimdiden yansıyor. Mesela yeni kuşakta rağbet gören bilimkurgu ve fantazi tarzı romanlarda, günümüzdeki olayların farklı biçimlerde yer aldığını görebiliyoruz. Türkiye kendi muhasebesini çıkaramayan bir ülke. Tarihinde yaşadığı kötülüklerin hiçbir zaman dökümünü yapmamış, hesabını vermemiş. 1915, 1938, 1980. Bunlar yalnızca yılları gösteren sayılar değil, her biri tarihin yaralı bir yanını yansıtıyor. Toplum bunları sakince değerlendirip aşamadığı ve siyaset de bunun üzerine şiddetle gittiği için, yazarlara, sinemacılara, gazetecilere daha çok yük kalıyor.
Son romanınıza gelirsek… Labirent’te çok sık kullandığınız bir metafor ayna. Belleğini yitirmiş bir insan için aynanın biraz daha önemli olduğunu düşündüğünüzden mi bu?
Ayna, hafızasını kaybetmiş kişiye evrende durduğu noktayı ve orada durmasına imkân veren bedeni gösteriyor; hayatındaki diğer insanlar da, ona onu anlatırken, aslında birer ayna işlevi görüyor.
Kitabın başında Borges’ten yaptığınız alıntıya buralardan geçip mi varıyoruz: “İki aynayı birbirine tutun, olur size bir labirent.”
Ayna deyince insan kocaman bir kitap yazma isteği duyuyor bu konuda. Ayna her şeyi ifade eder, ya da tersine, her şeyi çarpıtır, gizler. Yanıltıcıdır. Zamanı yok eder, ama aynı zamanda bütün zamanı emip tek bir noktadan dışarı atar. Böyle olunca, hayatına ve geçmişine anlam vermeye çalışan biri için ayna bulunmaz bir nesne ve metafor hâline geliyor. Ben de onun büyüsüne kapıldım Boratin’in romanını yazarken.
Labirent’te yedi ana başlık altında topladığınız bölümler aracılığıyla anlatıyorsunuz hikâyenizi; dikkatimi çeken ise her ana başlığın altındaki bölümlerden yalnızca birinde, diğer bölümlerde -ve aslında kitabın genelinde- tercih ettiğiniz “ben anlatıcı” yerine, “o anlatıcı”yı kullanmanız… Bunu kitapta sık kullandığınız ayna metaforunun bir gereği olarak mı düşünmeliyiz? Diğer taraftan da bakma arzusunun bir sonucu?
Güzel yakalamışsınız. Genelde ben anlatıcıyı kullansam da, yer yer “o anlatıcı”yı kullandım. Çünkü başkarakterimiz Boratin’in zihni öyle çalışıyor. Kendisini tanımıyor, çoğunlukla başkalarının ona anlattıklarından yola çıkarak kendisini tanımaya çalışıyor. Kendisine “ben” gözüyle bakarken, aniden bir başkasının gözünden de bakabiliyor. Aynanın etkisinin görüldüğü yerlerden biri de bu. Anlatıcı dili o yüzden arada bir değişiyor.
Kitabınızda bir karakter aracılığıyla, insanlığın en büyük üç icadından ilkini, şimdiki ânın anlamını öğrettiği için saat, ikincisini dışındaki ve içindeki dünyayı topladığımızda bizi varlığın tekliğine götürdüğü için ayna olarak gösteriyorsunuz, üçüncü icadı ise açıklamıyorsunuz. Neden?
Belki bilmiyorum. Belki de herkesin, yani her bir okurun ayrı bir cevabı olacağını düşündüğüm için orayı öyle bıraktım.
Romanın başında, Borges’in cenazesindeki bir konuşmadan yaptığınız diğer alıntı, “İnsan sözü keşfetmez, söz gelip onu bulur.” Bu alıntı yüzünden romanın üçüncü icat olarak sözü işaret ettiğini düşünmüştüm...
İki cevaba göre, romanı yeniden yazabilirim. Birinde size hak verebilirim, diğerinde hayır derim. Burada asıl soru bana değil, okura dönüktür. Ben size sormak isterim; sizin için üçüncü icat nedir?
Daha önceki romanlarınızdan, toplumsal sorunlara doğrudan girmeseniz de, onları hissettirmenize, zaten alışkınız. Buradan hareketle, “hafıza kaybı” yerine, akla hemen “toplumsal bellek” kavramını getiren “bellek kaybı” ifadesini kullanmanızı, politik bir tercih sayabilir miyiz?
Öyle düşünmedim. Ama siz öyle hissettiğinize göre, metnin benden bağımsız öyle bir yorumu da mümkün demek ki.
Belleğini ve dolayısıyla önyargılarını yitirmiş bir insanın kucağına aldığı çocuğunu uyutmaya çalışan Suriyeli kadın ile ölmüş oğlunu kucağında taşıyan Meryem biblosu arasında bir benzerlik kurması daha kolay galiba?
O kadının Suriyeli olduğunu düşünmüşsünüz. Oysa başkahramanımız uzaktan kadına bakıyor, onu tanımıyor. Onun belleği de bizimki gibi çalışıyor olmalı. Varolan şeylere bakarak, söylenmeyen şeylere ulaşmaya, onları bilmeye çalışıyor. Bizim hayatımız da biraz öyle olabilir.
Belleğini yitirmiş Boratin, insanlara iyilik yapmak için fırsat kolluyor, hayatına girmiş insanlara daha evvel bir kötülüğü dokunduğunu öğrenmekten korkuyor. Sizce bu, Boratin’in doğasından mı kaynaklanıyor, yoksa insanı kötülüğe iten belleği midir? Kişi belleğini yitirdiğinde, elde kalan iyi bir insan mıdır?
Romancılar bu tür konuları zevkle üstlenerek karakterlerine farklı açılardan bakarlar. Bu romandaki karakter, iyiliğe eğilim duyuyor, bilinmeyen bir korkuya kapılarak. Başka bir romanda ise tersi eğilim sahip, kötülüğe yönelen birini yazabilirim. Böyle söyleyince, her ikisi de mümkün görünüyor bana.
Sizce elinde öyle bir imkân olsaydı, intihar eden herkes belleğini yitirmeyi, ölmeye tercih eder miydi? İnsanı yeniden başlamaktan alıkoyan, gücünü tüketen, yaşamaktan vazgeçiren geçmişi midir?
Biraz öyle. Geçmiş insanın yüküdür, geleceği de belirler. İnsanın özgürlüğü, geçmişiyle bağlantılıdır. Bu yüzden çoğu yerde, unutmanın kurtuluş olduğu söylenir, mümkündür. Ben şahsen o yolu tercih etmezdim, geçmişimle birlikte varolmayı seçerdim. Tabii, yazdığım karakterler bana benzemek zorunda değil.