"İstanbul’un uçlara savrulması Türkçenin savruluşu demek"

Mehmet Yaşın'ın şiirleri ile Ümit Ünal'ın desenlerini bir araya getiren Abuk'un ortaya çıkma sürecini, sanatçıların tekil ve birlikte üretiminin detaylarını konuştuk...

16 Kasım 2017 13:40

Saatime baksam ben de kaç dak’ka kaldı diye devrime. Ve BUMM!/ Kırmızı çiçeklerin cümlesi fışkırsa da bu topraklardan,/ ben buraya gö-mül-mey’-ce’-im. Ne de oraya.

 

Mehmet Yaşın şiiri, tıpkı şairin kendisi gibi mekânsız, ülkesiz ve sınırsız bir evrenden seslenir gibidir. Bir taraftan da bu yokdünya tam burası, tam da şimdi, hatta dün ve yarındır da. Ne erkek ne de kadındır Yaşın şiiri, "ötekinizim ben sizin" diyerek yine varolandan kendini eksilterek çoğaltır sözünü. Geniş ya da çekirdek aile evlerinden yükselen ve tüm dünyaya iktidarların savaşlarıyla yayılan şiddeti hem reddetmenin hem de ona rağmen, hatta ona karşı varlığını sürdürmenin şiirini yazıyor Yaşın. İşin içine “şairin sosyal medyayla imtihanı” da giriyor. Hangimiz imtihan hâlinde değiliz ki Sanal’ın S’si ile. Mesafenin, cinselliğin, sevginin şekli görülmemiş hızla dönüşür, savaşlar artık bir rivayet değilken şiirden bahsetmek ne kadar mümkün, soruyor. Cevap aramak gibi bir derdi de yok aslına bakarsanız; okura mı bu sorular kendi içine mi bilemesek de okurun da bu soruları dönüp dönüp kendisine sormasına sebep oluyor. Üstelik bu iç yolculuğa Ümit Ünal’ın desenleri de eşlik edince kendimizi bir Mahlukat Bahçesi’nde panik hâlinde oradan oraya koşuşturan, dünyayla, hayatıyla ne yapacağını, savaşlarla, erkeklikle, heteronormativiteyle nasıl başa çıkacağını bilmeyen, bilemedikçe daha da hırçınlaşan bir grup "Homosapiens yarım yamalak bir yaratık, olmamış… Yazık," olarak buluyoruz. Ümit Ünal’ın Mahlukat Bahçesi adı altında sergileşen çizimlerinin bir devamı olarak görülebilecek mahlukatlar da bu yarım yamalaklık, olmamışlık hissini kuvvetlendiriyor. Abuk’ta yer alan tüm çizimler, şiirler için özel yapılmış ya da tam tersi, Ümit Ünal’ın desenlerine şiirler yazmış Mehmet Yaşın. Burada Abuk’u şiirleşen görseller ya da görselleşen şiirler olarak okumak bize kalmış, çünkü ikilinin çalışması kitabın her iki şekilde de okunmasına olanak sağlıyor.

Abuk, Mehmet Yaşın, Desenleyen: Ümit Ünal, Doğan KitapAbuk, Mehmet Yaşın’ın Türkçedeki 10’uncu şiir kitabı. 2013-2017 arası İstanbul, Lefkoşa, Atina, Londra, Berlin, Rodos, Kudüs ve daha birçok farklı şehirde yazılmış (ya da bir şehirde başlayıp bir başkasında bitirilmiş) şiirler, dili de göçebeleştirmenin imkânlarını arıyor. Hem yalnız hem kolektif deliliği, tutulan ve tutulamayan yasları, sürekli bir kayıp hissiyle yaşayan ama aradığının ne olduğunu da bilmeyen, yani her yere izini bırakmak isterken giderek daha da silikleşen öznenin şiiri bu. İnsanın yumuşak karnına bir yumruk atıp onu iki büklüm yere seren, ardından “iyisin iyisin, yok bir şeyin, haydi ayağa kalk” diyen şiirler ve desenler bunlar.

Abuk’un hikâyesini Mehmet Yaşın ve Ümit Ünal’dan dinledik.

Mehmet Yaşın’la yollarınızın kesişmesine geçmeden önce, Ümit Ünal’ın hayatında çizmek nerede duruyor? Hasan Ali Toptaş’ın öykü kitabı Gecenin Gecesi için de desenler çizdiniz. İllüstrasyon hep bu kadar merkezinde değildi sanki üretiminizin, yanılıyor muyum?

Ümit Ünal: Çocukluğumdan beri aslında ressam olmayı istedim. Resme belli bir yeteneğim vardı. Ama üniversiteye girerken o günler için bir çılgınlık yaparak sinema okumayı seçtim ve ilk yıldan itibaren kaderimin bu olduğunu, sinemada hikâyeler anlatarak kendimi daha iyi ifade edebileceğimi anladım. Yıllarca iyi bir resim izleyicisi olmaya çalıştım, sanat tarihi üzerine çok okudum ama ressam olmak bir hayal olarak kaldı. Sinemada yönetmen olmadan önce senaryolar yazmaya başladım, yazı işleri (senaryolar, hikâyeler, 10 yıl kadar reklam) hayatımın merkezine yerleşti ve hem zevk için hem de geçimimi sağlamak için yaptığım bir şeye dönüştü. Yine de bir yandan sadece kendi kendime eğlenmek için sürekli bir şeyler çiziktirmeye devam ettim. Yıllar sonra, 2015'te çizmeye başladığım bir seri deseni sosyal medyada paylaşmaya başladım. Bunlar oldukça ilgi uyandırdı, hatta sergi açmam için cesaretlendirenler, satın almak isteyenler oldu. Yaklaşık bir yıl içinde, bu seri 2016 Nisan ayında, Zeki Coşkun ve İstanbul Concept öncülüğünde Mahlukat Bahçesi adında bir sergiye dönüştü.1 Sergi şahsen beklediğimden fazla ilgi gördü, desenlerin yarısı satıldı. Bu bana daha bir cesaret ve heves aşıladı. Artık yeni bir hevesle çiziyorum. Abuk'un ardından Hasan Ali Toptaş'ın beş öykülük Gecenin Gecesi kitabı için de severek beş desen çizdim. Grafik tasarımıyla da ilginç bir kitap çıktı ortaya. Şimdi 2018 başında yayımlanacak kendi romanım için bir seri çiziyorum. Bunlar bilinen manada illüstrasyonlar gibi romanın sahnelerini tarif etmeyecek ama hikâyenin atmosferini yansıtan desenler olacak, umarım.

Mehmet YaşınMehmet Yaşın’ın şiirleriyle Ümit Ünal’ın desenlerinin buluşmasıyla devam edersek, nasıl kesişti yollarınız?

Mehmet Yaşın: Herhalde çeyrek yüzyılı aşmıştır tanışıklığımız Ümit’le. Uzun süre görüşmesek de karşılaşınca sanki araya zaman, mesafe girmemiş gibi olduğumuz eski dostlardanız. Belki birbirimizin ne yapıp ettiğini filmler, kitaplar yoluyla izlediğimizdendir... Ortak arkadaş çevrelerimiz, benzer dünyalarımız, edebiyattan sinemaya bizi buluşturan ilgilerimiz vardı hep. Yalnızca İstanbul’da değil, ben Cambridge’deyken, o da yakınlardaki Hitchin kasabasındaydı. Aynı hatla Londra’ya gittiğimizden gecenin bir vakti karşılaştığımız vakidir trende. İlk kez desenler çizmeye başladığında, Facebook üzerinden görüyorum ya, heyecanlandım. Hemen Skype’dan aradım. Dedi ki “Azizim bu işe bizim Serra’ya (Yılmaz) doğum günü hediyesi olsun diye bir fil resmi çizerek başladım!” Ben de kitaba bir dipnot koydum resimlerin Serra Yılmaz ile başladığını, şiirlerin de onunla bittiğini belirten. Kitaptaki şiirlerin son okumasını da Serra yaptı çünkü. Onunla daha bile eski dostluğumuz var. Araya uzun zaman girer, sonra gene sarmaş dolaşsın. Hatta bir keresinde, Lille’de, İstanbul için Fransa’nın düzenlediği etkinlikler dizisinde olmadık şekilde karşılaşmıştık mesela. Orada Türk şiiri hakkında bir konuşma yapacağımı bildiği hâlde sürpriz olsun diye bana haber vermemiş. Bir de bakıyorum, şehrin ortasına kurulan konser sahnesinde Babazula ile sahnede bir çeşit şarkı söylüyor Serra. Edip Cansever’in, daha başkalarının, o arada benim de şiirlerimi Fransızcaya çevirmiş. Emprevizyondan müziğe göre seslendiriyor. Öyle, Abuk’un son okumasını hem beni yakından tanıyan hem doğrudan edebiyat içinde olmayan ama şiiri bilen, hem de kadın bir arkadaşım yapsın istemiştim.

Ümit Ünal: Mehmet'le yıllardır tanışıyoruz. Araya uzun kesintiler girmiş olsa da, 90'ların başından beri ortak arkadaş çevrelerinde bulunduk ve birbirimizin işlerini takip ettik. Mahlukat Bahçesi konusunda beni en çok destekleyen insanlardan biri oldu. Mehmet daha çok Kıbrıs'ta yaşıyordu ama Facebook ya da Instagram üzerinden her desen için güzel yorumlar yapmayı ihmal etmezdi. Sonra serinin içindeki bir tilki deseninden ilham alarak bir şiir yazdı. Sonra bir tane daha. Derken çok ortak duyarlıklar taşıdığımızı, yazdığı başka şiirlerin de benim desenlerle örtüştüğünü fark ettik ve Mehmet, Mahlukat Bahçesi'ndeki desenleri kullanarak ortak bir şiir-desen kitabı yapmayı önerdi. Ben elbette bu fikre çok sevindim ve gurur duydum ama Mahlukat Bahçesi'nin zaten kendi içinde bir bütün olduğunu, her desenin bir espriye yönelik yapıldığını söyledim, sadece bu kitaba ve yeni şiirlere özgü yeni desenler çizmeyi önerdim. Aslında sonuçta Mahlukat Bahçesi'nin mahlukları Abuk'taki desenlerin atası oldu diyebiliriz. İki tanesi hemen hemen aynı hatta.

Desenlerin şekillenme süreci nasıldı, nasıl çalıştınız, ne kadar süreye yayılan bir çalışma oldu bu?

Mehmet Yaşın: İki üç yıl sanıyorum. Benim Abuk şiirleri ile Ümit’in Mahlukat Bahçesi’nden itibaren bu kitaptaki desenler ile şiirler birbirlerini besleyerek tamamlandı diyebilirim. Açıkçası tamamen spontane, hiç hesapta olmayan bir şeydi bu. Keyif için, öyle canımıza değsin, eğlenelim, iyi hissedelim diye karşılıklı yaratıcı alışveriş içinde yaptığımız özel bir iş. İlk önce tilki ile boğa geldi. Ümit “Bönürtü” adlı şiir için üç boğa çizdi. Ama en sevdiğim boğayı Mahlukat Bahçesi’nde sergileyip sattığından, ikincisini, o Abuk’un “Dipgörseller” bölümündeki boğayı ise, altına adımı yazdığı hâlde sergileyip neyse ki satamadığı için alelacele ona ben el koyduğumdan, üçüncü bir boğa çizdi. Kitap için yeni şeyler yapmak istiyordu, şiirlerle paralel gidecek ya da tersten örtüşecek şeyler. Ben de, kitapta Ümit’e ithaf ettiğim “Yok Aslında” adlı şiiri onun Mahlukat Bahçesi’ndeki tilki deseninden esinle yazdım. O desen de kitabın “Dipgörseller” bölümünde var. Memleketin şu gergin, karanlık döneminde, benzer kültürel ortamlardan çıkmış iki yakın insanın yaptığı işlerdeki ruh hâllerinin örtüşmesi, birbirini çoğaltıp zenginleştirmesi çok doğal... Zeki (Coşkun), ki o da eski ortak arkadaşımız, ta 1980’lerden Vedat Günyol’un evindeki sofralardan tanışırız, Ümit’in resimlerine küratörlük yaparak sergilenmesini sağladı. Ben de bir iki günlüğüne İstanbul’a açılışa geldim. O sırada Lefkoşa’daydım, ardından Atina’ya taşındım. İstanbul’da Ümit’le konuştuk, ortak bir kitap yapalım diye anlaştık. Abuk ortak teklifle çıktı. Modernist, avangart şairlerin kitaplarını sonradan meşhur bir ressam arkadaşlarının resimlemesi gibi bir iş değil yani. Zaten Ümit bu kitabımızı resimledikten sonra “meşhur ressam” oldu! Şimdi bakın bütün yazarlar, yayıncılar peşinde, bizim kitabımızı da desenler misin diye. Fakat bana yaklaşan hiçbir galeri, küratör, ressam yok. Kimse, bizim görsel sanat eserimizi de şiirle demiyor.

Ümit Ünal, Fotoğraf: Muhsin AkgünÜmit Ünal: Yanılmıyorsam iki yılı aşkın bir süreç oldu. Çoğu şiirin tek tek yazılışına ya da tamamlanışına şahit oldum. Mehmet sık sık bana biten şiirleri gönderdi. Ben de deneme amaçlı desenler çizdim, farklı malzeme ve üsluplar denedim. Mesela “Bönürtü” şiiri için yaptığım iki üç farklı boğa çalışması var. Mehmet farklı üsluptaki işlerin bir kısmını pek beğenmedi, bir kısmını zaten kimseye göstermeden kendim yırtıp attım. Tabii araya son uzun metraj filmim ve onun çok yoğun işleri, başka meşguliyetler girdi. Derken, geçen yaz bitmiş kitabı derinlemesine okuyup alıntılar çıkardım ve bir desen listesi yaptım. Her gün kararlılıkla masa başına oturup A3 kâğıtlara akrilik ve mürekkep kullanarak çizmeye başladım. Bazılarında kuru çiçek, yara bandı ya da kumaş vb gibi kolaj malzemeler de var. Kitaptaki desenler bir ay gibi bir sürede tamamlandı. Her birini bitirdiğimde fotoğrafını yollayıp Mehmet'le paylaştım. Şu an kitap haricinde, bir sergi ya da serginin parçası olabilecek desenler var elimde. Bunu da bir fikir olarak değerlendiriyoruz. Belki şiirlerin baskılarıyla ortak bir sergi...

Mehmet Yaşın şiirinde devletler, dinler ve iktidarın en küçük ama en güçlü birimlerinden aile hep ateş altındadır. Ümit Ünal’ın da senaryolarından, filmlerinden benzer iktidar aygıtlarıyla bir derdi olduğunu biliyoruz. Bu ortaklıktan biraz bahseder misiniz?

Ümit Ünal: Mehmet yaşça benden biraz büyük olsa da aynı kuşaktanız. Benzer dertlerle boğuşmuş, benzer yollardan geçmişiz. Benzer şeyleri okuyup sevmişiz. Tabii ki onun Kıbrıslı benim İzmirli olmamızdan başlayarak, ayrı dünyaların insanlarıyız aynı zamanda. Yine de tuhaf biçimde benim tüm işlerime yayılan kara mizah duygusu onun da yazdıklarında var mesela. Bence bizi bu kitapta buluşturan o kara mizah duygusu oldu. Bir de az önce anlattığım gibi bu, ortak paslaşarak üreyen bir kitap oldu. Mehmet benim desenlerden yola çıkarak yazdı, ben onun sözlerinden yola çıkarak çizdim. Bu bir yazarın tamamen bitmiş bir kitabını alıp desenler çizmek gibi bir iş değildi. Şiirler desenleri, desenler de şiirleri besledi. Şiirlerin gergin, karanlık havasına tezat oluşturacak bir hava yakalamaya çalıştım desenlerde. İntihar üzerine bir şiire neşeli bir tilki eşlik ediyor mesela. Hayvan başlı, insan vücutlu figürler deforme ve acı çekiyor gibiler ama süslü yapraklar, çiçekler içinde ve karikatürize bir dünyada yaşıyorlar.

Abuk’ta tüm bu dünyaya, iktidar aygıtlarına karşı sesi daha da yükselen şiirler var, yanılıyor muyum?

Mehmet Yaşın: Eeee, karşı tarafın abuk sabuk sesi bu kadar kabadayı, astığım astık ve de küfürbaz şekilde yükselerek bütün diğer sesleri bastırsa bile, şiir bastırılmayı kabul edemiyor. Herhalde o nedenle Abuk’taki şiirlerin karşıt sesi de yükselmiştir ister istemez.

Abuk’ta yer alan şiirlerin çoğu son üç yılda yazılmış. Tek bir şehirde, hatta ülkede tamamlanmamış üstelik çoğu. İstanbul, Lefkoşa, Londra, Atina ve daha fazlası. Bu kadar hareket hâlinde olmak nasıl etkiliyor hem şiirinizi hem de onun üretim sürecini?

Mehmet Yaşın: Bu baştan beri, 1970’lerin sonundan beri, yani varolan bir durum şairlik hayatımda. Hiçbir şiir kitabım tek bir ülkede yazılmış değil. Şimdi 10’uncu şiir kitabımı yayımladığımdan artık alıştım. İlk bakışta olumsuz görünse de giderek olumlu sonuçları oluyor hatta. Şiirimdeki farklı edebiyat kaynaklarını, deneyimleri, izlekleri ve duyarlıklarını, kültürel arka planları güçlendirmiş olmalı. Ama en önemlisi beni özgürleştirmesi. Siyasî ya da toplumsal sistemlerden ziyade, Türkiye’nin şiir kanonundan, her yerdeki yerleşik edebiyat ve şiir kurumlarının icazetinden özgürleştirmesi... O saydığınız şehirlerin (İstanbul, Lefkoşa, Londra, Atina) muhtelif edebiyat kurumları tarafından kıskaca alındığımda diğer bir şehirde nefes alabiliyorum.

Abuk'tan bir Ümit Ünal deseniBir tarafta İstanbul ve Lefkoşa gibi ırk, din, cinsellik konularında birçok tabunun olduğu, giderek de muhafazakârlaşan iki şehir. Diğer tarafta Londra. Bu farklılıklar şiirinizi de uçlarda dolaşmaya yaklaştırıyor olabilir mi?

Mehmet Yaşın: İstanbul’dan başka bir yer uçlarda dolaşmıyor aslında ve ben son yıllarda pek bulunamadım ne yazık ki burada. İstanbul’un uçlara savrulması Türkçenin savruluşu demek. Şiirimde uçlarla ilgili bir mesele varsa o da esasen Türkçeyledir, bunu Abuk’a uygun biçimde söyleyeceksek, Türkçenin şu son zamanlardaki boktan üslubuyla, ona buna emir kipinde haddini bildiren, anında yargılayıp infaz eden konuşma ve yazma tarzıyla, temsil ettiği o maço AMK kültürüyledir derdim. Lefkoşa derken, herhalde siz şehrin Türk kesiminde yaşayan Türkiye kökenli yerleşimcileri, işçi ya da öğrenci sıfatıyla bulunanları kastettiniz. Muhtemelen muhafazakârlaşmıştır onlar, ancak onlarla asıl Lefkoşa halkının paralel hayatları var, kaynaşamadılar hâlen. Kıbrıslı Türkçesinde “mahalle baskısı” sözcüğü bilinmez, bunu ilk kez işiten bir Lefkoşalı Türk “mahalle etkinliklerini duyuran gazete baskısı” gibi bir anlamı olduğunu sanabilir. Rum kesimiyle Türk kesimiyle Lefkoşalılar bencil bireylerden oluşur. Dolayısıyla muhafazakâr olanları, Türkiye’deki gibi başkasının giyim kuşamına, yatak odasına, şunu bunu demesine karışmaz, kendi bireysel çıkarlarıyla ilgilenirler. “Madem ki bana dokunmuyor, el âlemin adamından bana ne, isterse gitsin kuyuya düşsün, ben kendi işime bakarım” derler. Atina’yı belirtmediniz, oysa bir yılı buldu, oradayım. Elenlerin bazen düşüncesizce de sayılabilecek dobracı, isyankâr, açık saçık esprilerle dolu konuşma biçimleri de Abuk’a yansımış olabilir.

Çokşehirliliğin yanı sıra çokdilli de bir şiir sizinki. Her zaman öyleydi. Türkçe dizeler arasına Yunan alfabesiyle yazılmış dizeler giriyor. Bu da Yunanca bilmeyen okur için ilginç bir karşılaşma, bir dil bariyeri anlamına geliyor. Belki de dil bariyerinin etkisini anlatmanın en etkili yolu bu bir taraftan da. Biraz bu çokdilli yaşamdan, dolayısıyla bu dillerin şiire nasıl sirayet ettiğinden bahseder misiniz?

Mehmet Yaşın: Bu öteden beri soruluyor. Kim bilir kaç kez, ne cevaplar vermişimdir. Ne diyeyim şimdi? Kendimi tekrarlamak istemem. Daha farklı olacak mı eski cevaplardan bilemem, ama bana öyle geliyor ki şiirlerimdeki diğer dillerin değil, esasen Türkçenin gene Türkçeye çevrilmesi gerekir. Bırakın benim yatay anlamda Kıbrıslı Türkçesini, İstanbul azınlık Türkçesini, şimdi de Trakya Türkçesi, Azericeyi kullanmamı veyahut da dikey anlamda zaman zaman Karamanlıca, Osmanlıca gibi eskinin Türkçelerini kullanmamı, siz mesela, Türkiye’deki ezici çoğunlukla aynı Türkçeyi konuştuğunuzu mu düşünüyorsunuz? Belki yabancı dil öğrenenlerle aynı Yunancayı, aynı İngilizceyi filan konuşuyoruz, ama aynı Türkçeyi değil. Aynı kültürler aynı dilleri üretirler, benim ve bana benzeyen birçok kişinin Türkiye’deki çoğunlukla kültürel duruşları aynı mı, hatta örtüşebilmekte mi? “Hayır” derseniz feci bir duruma işaret etmiş oluyorsunuz, ama “evet” derseniz durum çok daha vahim...

Sanırım biraz da üzülerek “hayır” diyeceğim bu sorunuza. Yani bir örtüşmeme söz konusu ama bu kültürel farklılık doğal değil mi? Ya da her ülkede bu kadar uçurum var mı insanların konuştuğu dil, sahip olduğu kültür arasında? Yoksa sadece Türkiye ve benzeri ülkelerde mi bu farklılık bu kadar vahim bir derecede?

Mehmet Yaşın: Her ülkede ya da her dilde diyelim böyle farklılıklar, çeşitlilikler var elbet. Ama Türkiye’nin şu an bulunduğu durum, Türk vatandaşlarının Türkçe konuşarak iletişim kuramadığını, birbirinin ne dediğini anlayamadığı gibi anlamak da istemediğini gösteriyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde öteden beri dil üzerinden sürdürülen aidiyet kavgası, birbirinin Türkçesini ne pahasına olursa olsun susturma, gerekirse öldürmek yoluyla ötekinin sesini kesme noktasına vardı. Bu duruma bakınca, benim baştan beri Türkçenin, ya da Türkçelerin, birçok lehçe, aksan, sözlük ve alfabesini aynı anda şiirlerimde ve romanlarımda kullanmamın ne kadar isabetli bir sezgiye dayandığını görüp, buna kendim de şaşıyorum. Bizim çoğul bir Türkçeye ihtiyacımız var, ne militer ne dinî, ne de şu bu adına yasakçı, baskıcı bir dille yola devam edebiliriz. Böyle bir Türkçeden şiir çıkamaz.

Yine bu çokkültürlü ve dilli olmak üzerinden yola çıkarak; kitabın sonunda yer alan “DİP: Dipnotlar & Dipdizeler & Dipgörseller”e geleceğim. Bu bölümler okur düşünülerek mi hazırlandı yoksa o bölümleri şiirlerin bir devamı, hatta tamamlanması gibi mi gördünüz?

Mehmet Yaşın: Hepsi de, söylediğiniz bütün noktaların karşılığı var DİP bölümünde.

Abuk'tan bir Ümit Ünal deseniAbuk’ta yer alan “Geniş - Aile” şiiriyle birlikte aile konusundan biraz daha bahsetmek istiyorum. “Oysa kendi ailendir bir hak olarak tecavüz ed e n r u h u n a/ doğduğun andan ölümüne dek.” 2010 yılında Kitap-lık dergisinde yayımlanan bir şiiriniz vardı, “Başkasının Babası.” O şiirinizdeki yıllarca tekrar tekrar geri döndüğüm şu dizeleri hatırlattı bana “Geniş Aile” şiiri: “Kendi cemaatinden kendini koruyamazsan/ Koruyamazsın demektir hiçbir şerden.” Aileyi öldürmeden ne şair ne yazar olmak mümkün değil denir, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Mehmet Yaşın: Bana öyle geliyor ki, kimseyi öldürmemek için kendimi öldürdüm. Zaten o kadar yakınınız olan insanları öldürdüğünüzde onlarla birlikte siz de ölüyor, başka bir şeye dönüşüyorsunuz. Şiirlerime sık sık yansıdığı üzere bir hayalet olarak varolabildiğimi hissediyorum. Hayalet olmak bana dokunulmazlık veriyormuş gibi kendimi güvende sanıyorum, “Nasılsa bana bir şey yapamaz artık ne aile, ne kabile” diyerek... Aptalca bir yanılsama tabii, kafanızda esas din-devleti kurmuş bulunan aile, cemaat, vesaire vampire benzer. Öldükten sonra da kanınızı emmeye devam eder. Diyeceksiniz ki, öyleyse şiir yoluyla sürekli cinayete teşebbüs hâlinde mi olmalı şair? Bilemiyorum, ama şiir tarihine baktığımızda, şairlerin genellikle sürekli intihara teşebbüs hâlinde olduğunu görüyoruz.

Yaralı kalanı da öldürmüş Kürdistan’ın bodrum katında/ ambulans sürücüsü kurt sürüsü.../ Tamam da bu gece beni kurtaracak bir şiir hiç mi yok? Ş i i r h i ç m i y o o k ?” Kolektif olarak maruz kaldığımız şiddet, tutulamayan yaslar... Şiirin yokluğu ne anlam ifade ediyor bu dizelerde ve orada, Cizre’de?

Mehmet Yaşın: Offf, evet! Şiirin yokluğu, insan açısından en korkunç durum, değil mi? Memleketin bugünkü hâlini ifade ediyor olmalı bu vaziyet, hele diğer bölgelerden Güneydoğu’ya bakıştaki insanlık eksikliğini... Eğer Cizre’yi sineye çekersek, o zaman hem ülkeden hem dünyadan şikâyetçisi olduğumuz bütün diğer şeyleri de sineye çekmek durumda kalacağız. Şiirsiz kalacağız.

...İnsan yalnızca uzak biriyle yakınlaşabilirmiş korkmadan/ bir yabancıyla kendinden özgürleşirmiş ancak/ orada sınırsızca yoğunlaşır ya duyular.” 70’li yılların sonundan beri şiirleri yayımlanan bir şair olarak, sosyal medyanın ilişkilere etkisi sizin şiirinize de giriyor. Mehmet Yaşın dünün şiirini de yazıyordu, bugünün şiirini de yazıyor hissi veriyor bu. Özellikle Abuk’ta, bugünün ilişkilerine yön veren sosyal medyanın etkisi çok yoğun, çok çarpıcı bir şekilde hissediliyor. Biraz sosyal medyayla ilişkinizden, bu ilişkinin yansımalarından söz eder misiniz?

Mehmet Yaşın: Çok doğru, bu şiir kitabı sosyal medya çağıyla bağlantılı. Ama bakın, ben zaten dün de yarının şiirini yazıyordum, bugün de öyle! Daha önce dediğim gibi, Ümit’le birlikte çalışabilmeyi bile sosyal medyaya borçluyuz. Dil kullanımı açısından da öyle. Sosyal medyadaki paylaşımlar, birçok farklı kesimden, bölgeden insanın neredeyse birebir örtüşen bazı ifade ve söylemler yaratması, bunun üstüne emojilerden ibaret bir dilin ilk çağlardaki gibi resimli dile dönüşmesi, sık sık verilen internet linkleriyle uzun anlatımların, referansların atlanıp geçilmesi ve sözün çoğaltılması, dünyanın birçok ülkesinden insanın internette dolaşan bir şiire ya da şiirle ilişkili bir paylaşıma aynı anda şu ya da bu biçimde tepkiler vermesi sonucu oluşan yeni yeni bakış açıları, okurlarla dolaysız, üstelik de uzun uzun sohbetlerle iletişim kurabilme imkânları... daha birçok unsur. Abuk’taki şiirler böylece, şairin tek başına kapandığı bir odada yazdığı dizeler olmaktan da çıkıyor. Bu yeni iletişim dilinden kaçmak imkânsız. Türkçe sözcükler mesela, SMS’lerdeki gibi birçok sesli harfi atılarak kısaltılıyor, yeni yeni söyleyiş biçimleri giderek farklı bir sözlük yaratılmasına yol açıyor...

İnsandan ümit kesilse de kesilmesin dünyadan/ Yeni bir soy doğar yarın/ kanatları olan.” Kitabın özellikle “Bönürtü” bölümüne yayılan kayıp, yas ve ölüm temalarının tam karşısında duruyor gibi hissettiren bu dizeler her şeye rağmen bir umudun varlığına inancı mı müjdeliyor?

Mehmet Yaşın: Ümitsiz de yaşanamaz ki... Ama gerek Türkiye’de, gerekse bölgemizde ve dünyada yaşananlar da Homosapiens denen yaratıktan giderek ümidimi kesmeme yol açıyor. Yani, bu kadar büyük kötülükleri birbirine yapan, yaptığıyla kalmayıp bu kötülükleri savunup sahiplenen, basbayağı kötülük ideolojileri yaratan ve bunu tüm topluma empoze eden adı “insan” mıdır, “homosapiens” midir nedir, bu korkunç mahlukat bana hiç ümit vermiyor açıkçası. İnşallah yakın zamanda uzaylılar gelir.

 

1 Mahlukat Bahçesi serisindeki desenler şu linkte görülebilir: http://asyadada.blogspot.com.tr/2015/03/mahlukat-bahcesi-garden-of-oddities.html