Ötekinin vatanına yaklaşmak: Matmazel Anjel 

İlk olarak, Arap harfli Türkçe olarak yazılmış, yazarı Müslüman olmasına karşın içerisinde Müslüman/Türk’e rastlanmayan, kahramanlarının tamamı Ermeni olan Matmazel Anjel, 1915’e tarih olarak ne kadar yakın olsa da zihnen bir o kadar uzaktadır...

01 Ağustos 2019 10:00

Çünkü ufak bir hatayla büyük bir felakete uğramaklığım muhakkaktı. Nitekim emsali her gün vuku buluyor. Her gün birçok haneler kapanıyor, birçok masumların boyunları bükülüyor (…) Biz bunları her gün işitiyor, her gün görüyor; vicdanen ağlıyor, kalben meyusane (ümitsizce) kan döküyorduk (…) İşte ben de artık hakiki, hem de müthiş bir tehlike altına düştüğümü anlamakta tereddüt etmedim.
Setrak, s.52

Osmanlı romanı ve hikâyesi içerisinde Ermeni varlığına dair bulgular yok denecek kadar az. Özellikle Arap harfleriyle kaleme alınmış Türkçe metinlerde Ermeniler ikincil rollere sahip, romanın kurgusuna katılmayan kişiler olarak kalırlar. Ahmet Mithat Efendi’nin başta Müşahedat[1] olmak üzere birkaç romanını istisna tutarak Arap harfli Türkçe edebiyatta hâkim anlayışın ötekine ses vermekten sakındığı söylenebilir. Bu bağlamda, kendisine dair herhangi bir bilgiye ulaşamadığımız İrfan’ın yakın zamanda Latin harfleriyle yayımlanan romanı Matmazel Anjel (1912)[2] bu sakınımdan vazgeçen, dışarıda bırakılanı merkeze alan bir roman olarak dikkate değerdir. Romanın hikâyesi, 1908 öncesinde II. Abdülhamid yönetimi esnasında geçmektedir. II. Meşrutiyet sonrasından, önceki yönetimin sosyal ve siyasal ilişkilerine bakan romanın ehemmiyeti iki temel noktadan doğmaktadır: İlk olarak, Matmazel Anjel Arap harfli Türkçe yazılmış, yazarı Müslüman olmasına karşın içerisinde Müslüman/Türk’e rastlanmayan, kahramanlarının tamamı Ermeni olan bir metindir. Öte yandan, romanın yazılış tarihi, Osmanlı Ermenilerinin kaderini değiştirecek 1915 tarihine çok yakındır. Bu yazıda her iki noktaya dikkat çekmekle birlikte, romanın içerisinde bulunan olumsuz şartlar, Ermenilik meselesi bağlamında değerlendirilecektir. Bu doğrultuda romanın merkez hikâyesini oluşturan Setrak Efendi’nin trajik çatışmasına yaslanılarak romandaki politik söylem tartışılacaktır.

Roman, anlatıcının çektiği aşk acısı ile başlar. Anlatıcı, İstanbullu bir beyefendinin otelinde konaklamaktadır. Otelin sahibi ile anlatıcının aralarında geçen sohbet, Setrak Efendi’nin, yani otel sahibinin hikâyesinin açığa çıkmasına imkân sağlar. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde tahmini olarak 125.000 ile 150.000 Ermeni nüfusuna sahip olduğu bilinen[3] İstanbul, romanın önemli mekânlarındandır. Setrak Efendi de İstanbul’da, kendi hâlinde yaşayan orta sınıf bir ailenin mensubudur. İyi bir eğitim almış, İngilizce ve Fransızca öğrenmiş ve bu sayede de farklı işletmelerde çevirmen olarak çalışmaya başlamıştır. Setrak Efendi, hikâyesinde ilk olarak Matmazel Anjel’e duyduğu aşka odaklanır. Aynı mahallede oturan iki genç birbirleriyle uzun süredir görüşmekte ve evlenmeyi düşünmektedir. Buraya kadar basit bir aşk hikâyesi okurken, Mösyö Alber isimli gencin ortaya çıkışıyla hikâye dönüşmeye başlar.

Mösyö Alber, Matmazel Anjel’in babasının çalıştığı ticarethanenin sahibinin oğludur. Bu yüzden, Anjellerin evini sıklıkla ziyaret etmekte, Anjel ile arkadaşlık kurmaktadır. Bir gün Setrak ile Mösyö Alber, Anjellerin evinde karşılaşırlar. Daha ilk bakışta Setrak Efendi, Mösyö Alber’den hoşlanmamıştır. Fakat burada bir parantez açmak gerekir: Setrak Efendi henüz Mösyö Alber’in varlığından haberi yokken dahi kendisine doğru bir felaketin yaklaştığını söyler. Dolaştığı mekânlar, ona neredeyse gaipten haber verirler. Mekânsal boyutun ruha etkisi ile sık sık karşılaştığımız romanda,[4] Setrak Efendi’nin kendini bir melankoli içerisinde bulması, bu bağlamda mekândan bağımsız düşünülemez.

Aslında Setrak Efendi’nin korkusu yersiz de değildir. Çünkü Mösyö Alber de Anjel’e ilgi duymakta ve iki sevgiliyi ayırmaya çalışmaktadır. Bu yüzden, Setrak üzerinde planlar kurmaya başlar. İlk olarak onu işten attırır. Setrak, başına gelen felaketin sorumlusunun Alber olduğunu çok sonradan anlar. Ancak iş aramayı da sürdürür. Çünkü iyi bir iş bulması, Anjel ile evlenmesini sağlayacaktır. Setrak Efendi bir iş tutmaya çalıştıkça önüne engeller çıkmaktadır. Son olarak, bir gün polisler evini basar ve vatana ihanet suçlamasıyla onu götürürler. Herhangi bir dayanağı olmayan bu suçlamanın sebebi sonradan ortaya çıkar: Setrak Efendi, Hınçak Cemiyeti’ne mensup biridir ve II. Abdülhamit aleyhtarıdır. Kendisinin Hınçak Cemiyeti’nin Londra şubesine gönderdiği mektuplar, onun ihanetle suçlanmasına sebep olmuştur. Setrak Efendi suçunu kabul etmez. Ancak Anjel’in şahitliği, onun durumunu değiştirir. Matmazel Anjel, bu mektupları Setrak’ın kaleme aldığını tasdik eder. Hatta çok beğendiği için Mösyö Alber’e de mektuplardan bahsetmiştir. Eline fırsat geçen Alber de bu mektupları iki sevgiliyi ayırmak için bir araç olarak kullanmıştır. Bu olaydan itibaren hikâye bir kez daha dönüşür. Roman burada bitebilecekken, Setrak’ın politik kimliği ortaya çıkar ve onu bu kimliğiyle okumaya devam ederiz. Roman boyunca Setrak Efendi kendini savunur, nasıl bir vatanperver olduğunu anlatır. Asıl ihanette olanların Yıldız erkanı[5] olduğunu söylemekten geri kalmaz. Böylelikle, roman giderek politikleşen bir sürgün hikâyesine dönüşür.

Son olarak romanda Meşrutiyet ilan edilir. Mösyö Alber ve onun gibileri cezalandırılır. Gerçek vatanperverler için adalet yerini bulmuş ve Setrak’ın masum olduğu anlaşılmıştır. Ancak Setrak yaşadığı acılar ve hadsiz hudutsuz söylemlerle ortada kalmıştır. Peki, Setrak Efendi’nin yaşadıklarını bir trajedi olarak okumak mümkün müdür? Öncelikle bir trajedide var olması gereken trajik çatışma ve trajik kahraman Matmazel Anjel’de de bulunmaktadır. Metin boyunca felaket olarak adlandırılan olaylar dizisinin ardı arkası kesilmez. Setrak, en sonunda vatana ihanetten tutuklanınca zaten özgür olmayan ruhuna, şimdi bedeni de eşlik eder. Fakat romandaki asıl felaket, Anjel’in gelmesiyle başlar. Setrak ihanetine şahitlik için getirilen Anjel karşısında mahcubiyet yaşarken, aslında tutuklanmasına yol açan kişilerden birinin Anjel de olduğunu öğrenir. Üzerine, polisler Setrak’tan Anjel’in anlattıklarını doğrulamasını isterler. Bu durum kahramanda büyük bir gerilime yol açar. Bu gerilim iki kanattan kendini gösterir: Ya Matmazel Anjel’i seçecektir (Böylelikle sevgilisi karşısında dürüst bir adam olmaya devam edecektir) ve suçunu kabul edecektir ya da Anjel’i yalanlayacak ve onun güvenini kaybedecektir. Fakat ikinciyi seçmesi durumunda vatanî görevini de yerine getirmiş olacaktır. Kahramanın zor seçimi metne şöyle yansımaktadır:

“Fakat ben neyi söyleyeceğim? İdamıma, ebedi mahkûmiyetime bais (sebep) olacak mesaili mi? Haydi söylesem ben kurtulamadıktan sonra birçok kimselerin evleri benimle beraber mahvolacaktı. Bunu bildiğim ve zaten hayatımı feda edip bu esrarı itiraf etmemeye; namusuma, vicdanıma yemin ettiğim için söyleyemezdim.” (s. 58)

Setrak Efendi’den istenilen itiraf, onun Hınçak Cemiyeti[6] içerisinde faaliyet göstererek vatana ihanetini kabul etmesidir. Fakat Setrak Efendi vatanın selameti için susmayı tercih ettiğini belirtir. Böylece Setrak’ın vatan ülküsü, aşkının önüne geçmiş olur. Trajik çatışma tam da bu seçimle kahramanı çıkmaza sokmuştur. Burada Anjel’in pozisyonuna da değinmek gereklidir. Anjel, roman boyunca Setrak Efendi’nin gözünden anlatılır. Setrak’ı neredeyse ölüme götürecek olan bu oyunda Anjel’in de katkısı yadsınamayacak derecede büyüktür. Anjel’in bu ihanetinin bilinçli olup olmadığı tartışma konusudur. Çünkü Anjel, Setrak Efendi tutuklandıktan sonra -kendi rızasıyla- Mösyö Alber ile evlenmiştir. Bu bağlamda, Setrak’ın aşkına ihanet ihtimaller dahilindedir. Romanda geçen bu aşk üçgenine dair hakikat muğlaktır. Ya da başka bir şekilde söylersek, kahramanların her birinin eylemlerini meşrulaştırıyor olması, onlara dair bilinmezliği kuvvetlendirmektedir. “Suçlu kim” sorusunun cevabı bu yüzden yoktur. Belirsizlikleri, karmaşıklığı ve yoğunluğu ile açık bir okumaya imkân sağlayan burada Matmazel Anjel’in ta kendisidir.

Öte yandan, daha önce de değindiğimiz anlatıdaki politikleşme, romanın akışını kesen de bir araçtır. Setrak Efendi’nin tutukluluğunun kesinleşmesiyle birlikte, Matmazel Anjel ve Mösyö Alber’le olan münasebet tamamen unutulur. “Memleketin fedakâr evladı” (s.76) olarak anılan Setrak’ın tek derdi vatanın selametidir artık. İstibdat dönemi fâillerini karşısına alarak hikâyesini oluşturan Setrak Efendi’nin itirafı neredeyse kabul ettiği gözlemlenmektedir. Evet, “neredeyse.” Çünkü Hınçak Cemiyeti’nden olmayı suç olarak görmek, vatana ihanet ettiğini onaylamaktır. Ancak göze çarpar bir şekilde Setrak Efendi hain olmadığını vurgulamaktadır:

“Elbet bir gün hakikat, güneşin şuâat-ı rezini (ışığı) gibi meydana çıkar, bu kadar evlad-ı memleketin fedakarâne bir azimle mücahedeleri (uğraşmaları, didinmeleri), bir netice-i haseneye (güzel bir sonuca) iktiran eder (ulaşır); Elbet bu idare-i müstebiteye (baskı uygulayan idareye) galebe çalar (mağlup eder). İşte o zaman bizim bu merdane mücahedatımız semere-dar olduğunu görerek göğüslerimiz kabarır (…) alkışlara mazhar oluruz (erişiriz, ulaşırız)” (s.76)

İhanetle suçlanan gençler, hakikatin elbet ortaya çıkacağı ve her bir vatan evladının onlarla gurur duyacağı kanaatindedirler. Bu noktada vatan tahayyülü üzerinde durmak gereklidir. Murat Cankara (2018), Osmanlı’da Gayrimüslüm Basından[7] başlığı altında ötekinin vatan kavramına dair bir örnek verir:

“İnsanın vatan-ı hakıkesi, üzerinde sakin olduğu (oturduğu, yaşadığı) kürredir (dünyadır). Ve bu kürrede temellük ve teayüş itmek [mülk edinip yaşamak] haklarında her insan müsavidir (…) Her ne cinsden, her ne dinden olur ise olsun, her insanın kürre-yi arzın her kıtasında tevattun [yurt edinme] ve temellük ve teayüş cihetlerinde müsavat (beraberlik, birliktelik) üzre hakkı vardır (…) Gerek hakiki olsun gerek itibari olsun vatanını sevmek, menafi [çıkarları] ve imarına çalışmak her insanın vazifesidir” (s.8-9)

Cankara’nın atıfta bulunduğu Vatan[8]  başlıklı yazının ilerleyen bölümlerinde, vatanın düşman istilasından ancak bölünmeyerek kurtulabileceği (9) vurgulanmaktadır. Setrak’ın vatan tahayyülü ile örtüşen bu ifadeler, Yıldız erkanının ve Mösyö Alber gibilerinin aksine bir söylem geliştirmektedir. Sözde ihanetin, hainin diliyle aktarılmasının tercih edilmesi, olayların seyrine öte taraftan bakılmasını sağlamaktadır.

Matmazel Anjel, bir aşk hikâyesi içerisine sıkışmış Setrak’ın yaşadığı tüm felaketleri içine alan bir metindir. Sadece Anjel’i ve kaybını anlatmakla kalmamış, bunun ötesine de geçmeyi başarmıştır. Sanki Setrak’ın Anjel ile olan ilişkisi asıl hikâyeye bir parantez açılarak dâhil edilmiştir. “Anjel” bir araçtır. Belki vatanın ehemmiyetini anlatmakta belki de Setrak’ın beslendiği kimliği vurgulamakta. Metinde politik söyleme dair açılan pencerenin kapatılıyor olması da bu yüzdendir. Aslında yazarın metni susturmak istediği noktalarda Anjel’i ve aşkını içeriye aldığı söylenebilir. Nihayetinde metin karmaşık ve belirsiz bir sonla bitmektedir. Bu durum okurun zihninde onlarca soruyla kalmasına yol açar. Peki, Matmazel Anjel’in hiçbir soruya cevap vermemesi nasıl yorumlanabilir? Bu sorunun önemi bir yana şu bir gerçektir ki, Osmanlı romanında yok saydıklarımıza can veren bir metindir Matmazel Anjel. “Ben beni büyüten, besleyen muhterem bildiğim bu topraklara, bu hâk-i mukaddesin aleyhine kıyam etmedim” (s.56) diyenlerin de vatanı olduğunu göstermektedir Osmanlı’nın.

Belki de bu yüzden yalnızca Setrak Efendi’yi konuşturmuş, onlarca soruyla okuru baş başa bırakmıştır. Bu bağlamda Matmazel Anjel, 1915’e tarih olarak ne kadar yakın olsa da zihnen bir o kadar uzaktadır.

 

 

[1] Müşâhedat (1890), Ahmet Mithat Efendi’nin natüralist bir roman yazmak amacıyla kaleme aldığı, yazarın da belirttiği gibi, “millî” değil fakat “yerli” bir romandır. Bu sıfata uygun olarak yazılması amaçlanan romanın merkez hikâyesinde Siyanuş ve Agavni isimli iki Ermeni kadın yer almaktadır. “Yerlilik” dairesine Ermenilerin de eklenmiş olması yazarın bilinçli tercihidir. Bu bağlamda Müşâhedat, Arap harfli Türkçe bir romanda, Osmanlı coğrafyasının diğer milletlerini tasavvur etmesi bakımından anlamlı bir metindir.

[2] Latinize edilmiş basımı için bkz. (Haz.) Ahmet Koçak ve Rabia Gezgin, Matmazel Anjel, İstanbul: Akıl Fikir Yayınları, 2018.

[3] Markar Eseyan, “20. Yüzyıla Girerken Ermeni Edebiyatında  Modernite, Yeni Burjuvazi ve Sınıfsal Çatışmalar”, 2010, s. 4.

[4] Romanda Setrak Efendi’nin yaşadığı hâl doğa ile birbirine eklentilidir. Denizin dalgaları kıyıya çarptıkça içindeki titreklik, korku ve ıstırap artar:

“ (…) Orada duramadım. Sanki bir hissikalbelvuku beni ikaz ediyor, beni uğradığım, münteha-yı sukut olduğum uçurumdan kurtarmak istiyordu. Kalbimde gizli bir acılık vardı. Oradan kalktım, Marmara’nın peri-i ilahesi olan güzel adaların menazır-ı bedia-perverisi şimdi nazar-ı haşyetime bütün hüznüyle çarpıyordu” (s.21).

[5] Setrak Efendi II.Abdülhamit taraftarlarını bu şekilde isimlendirmektedir.

[6] Hınçak Cemiyeti 1887 yılında kurulmuştur. Bölücü cemiyetler olarak genel bir görüş olmasına karşın, hem Hınçak hem Taşnaksutyun (1890) Cemiyeti’ne dair edindiğimiz bilgilerde,  Ermeni ulusal hareketinin ayrılıkçı  değil Ermeniler için reform talep eden, onların durumlarını iyileştirmeyi amaçlayan cemiyetler olduğunu söylemek mümkündür. Kendilerini Osmanlı modernleşmesinin bir parçası gören bu cemiyetlerden Hınçak Cemiyeti sosyalist düşünce altyapısı ile temellendirilmiştir. Romanın merkez kahramanı SetrakEfendi’nin romandaki kurguyu kesen söylemleri, Hınçak Cemiyeti’nin benimsediği görüşlerle örtüşmektedir. Bkz. s. 35

Kaligian, D. M. (2017), Taşnaklar ve İttihatçılar, İstanbul: Aras Yayıncılık

[7] “Osmanlı’da Gayrimüslim Basından: Ötekinin Vatanı,” Toplumsal Tarih, 294 , Haziran, 2018.

[8] 14 Ekim 1872 Cumartesi, Asya, sayı 2.