"Sergiye küratörün dahice buluşu sayesinde bir ‘iş’ olarak dahil edilen bu katmanlı manzara, kitsch’in neredeyse bütün aşamalarını ve türlerini içeriyor ve serginin belki de en açıklayıcı, en ‘yerel’ işi."
29 Mart 2021 20:59
Pera Müzesi’nde, Ulya Soley küratörlüğünde Zevk Meselesi başlıklı, ‘kitsch’ kavramının ‘bugünün görsel kültürüyle kurduğu ilişkiyi ve beğeninin şekillenmesindeki rolünü’ konu edinen ilginç bir sergi var. Tıpkı çevrede Nietzsche’nin Nietsche şeklinde yazılması, Johnny Depp’e ısrarla Johnny Deep denebilmesi gibi sık sık yanlış olarak kitch diye yazılan ya da ironik olarak, okunduğu gibi kiç şeklinde kullanılan Kitsch, tahminen Almancadaki ‘ucuza elden çıkarmak’ ya da ‘bulaştırmak, sıvaştırmak’ anlamlarına gelen kitschen fiilinden devşirme. Kelime, tınısıyla, Almancadaki benzer bir fiili, gıdıklamak anlamına gelen kitzeln fiilini de hatırlatıyor. Yukarıda anılanların hepsi uygun, hepsi de kitsch’le alakalı. Çünkü kitsch başka şeylerin yanı sıra doğru grameri ti’ye alma, ciddiyet karşısında ironiye başvurma, farkına varmadan ya da bile isteye karşısındakini gıdıklama arzusuyla da tanımlanabilir. Kitsch’in geleneksel değer yargılarıyla, seçkin beğeniyle, saptanmış doğrularla, dolaylı da ya da dolaysız o kadar derinden derdi var ki, ayrıca küratörün de belirttiği gibi günümüz internet kültürüyle öylesine dirsek teması halinde ki, ‘kitsch’in ortasındaki ‘s’yi unuttunuz’ ya da hani şu meşhur ‘ayrı yazılan de’yi bitişik yazdınız’ diye ses yükseltecek olsanız, internet deyişiyle ‘gramer polisi’ olmanız işten değil. Hatta öyle ki, bizzat kitsch’i, hele de bu kadar farkına varılmış, adı konmuş, tadına varılmışken, ‘kötü zevk’, ‘düşük beğeni’ falan gibi tanımlamanın kendisi bugün kitsch sayılabilir – ciddiyet kitsch’i!
Ortaya attığı tartışmaların yanı sıra kitsch’in tatlı bir tarafı da var ki, o da aşırılığa ve ‘olabilemezliğe’ yaptığı vurgu. Sergi kataloğunun kapağına üstelik kabartma olarak basılması uygun görülen, yegâneliğiyle açıklayıcı nesne, şu hepimizin bildiği ve önümüze çıktığında hayret, dehşet ya da cür’etine hayranlıkla gözümüzü diktiğimiz ya da kaçırdığımız yapma çiçek, kırmızı gül goncası olmuş. Üzerinde ‘serpme’ ‘çiy taneleri’ olan bu ‘kırmızı’ ‘gonca’ ‘gül’ yerinde bir seçim gerçekten de; seri olarak üretiliyor, kırmızısı gerçek çiçeğinki kadar hatta belki daha kusursuz, bir çeşit sentetik kumaştan üretilmesiyle hesapça sonsuza kadar dayanıklı (gerçi toz tutuyor). Ayrıca, üzerindeki bir-iki değil tam on yedi tane yapay çiy damlasıyla sahicisinin temsil ve vaat ettiği şehvet + masumiyet duygusunu ve alev alev + ıpıslak duyumunu seyredene bol bol tattıran bir görsel. Serpme kahvaltı ya da Beyoğlu’nu tarihinin şu noktasında ele geçiren baklava kitsch’inden bile daha lezzetli.
Mamafih, Beyoğlu ya da isterseniz Pera, tarihi boyunca hiç de kitsch’den - son kuşakları saran eski kelime kitsch’ine başvuralım - ‘azade’ olmamışa benzer bu ‘meşakkatli’ süreçte. Her metropol gibi denebilir. İstanbul ise Doğu ile Batı arasında kalmış olmasıyla, Batı’nın Doğu’ya, Doğu’nun da Batı’ya dair hayallerini bünyesinde toplamasıyla ayrı bir yere sahip. Bu bakımdan Pera Müzesi, böyle bir sergi için ideal. Moda sanat akımlarının, özellikle de seri üretimin bağrında boy atmış olanlarının barındırdığı kitsch (ve de ‘camp’, bkz. katalog yazısı) potansiyelini daha stilize Art Deco iç dekorasyonundan başlayarak kabullenmiş, bir zamanlar bir Pera oteline ev sahipliği yaptığını ‘hatırlayan’ bir bina bu. (Biraz ötesindeki benzeri Londra Oteli’nin de tıka basa ve eğlenceli biçimde kitsch’le dolu olduğu bilenlerin malumudur.) Müzenin Batı ile Doğu’nun kitsch’te buluşup kucaklaştığı oryantalist resim koleksiyonuna özel bir bölüm ayırması da göz ardı edilemez. Osman Hamdi Bey’in ‘en büyük, en değerli Türk resmi’ fikrini cisimleştiren ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ tablosu da bu koleksiyona dahil; bu resim söz konusu olduğunda oryantalizmin beslendiği Doğu imgelerinden öte, tablonun etrafını saran değerlilik ve biriciklik bulutunun kitsch’inden de bahsedilebilir.
Sergi kataloğunun kapağı ve sergideki işlerden biri (Volkan Aslan)
Hal böyle olunca, Zevk Meselesi sergisinin sergilediklerini taçlandıran dahice bir eser/buluş karşısında soluksuz kalmak mümkün. Bu bir ‘manzara’; sergiye binanın en üst katından, beşinci kattan başlamak isterseniz sağdan ya da soldan sergi mekânına girdiğinizde gözlerinizin önüne seriliyor. Binanın ön cephesi sıyrılarak açılmış - böyle bir şeyin mümkün olduğu anlaşılıyor - ve gözlerimizin önünde bir Haliç ya da Altın Boynuz manzarası uzanıyor; katman katman Beyoğlu ve şehir kitsch’i… En önden başlarsak, Adolf Loos’a nihayetinde ‘süsleme suçtur’ dedirtecek olan zamanın sanat akımı Art Nouveau ya da Jugendstil nakışlarını ihtiva eden binanın iki taş elemanıyla, iki kütle ile karşılaşacağız. Elbette, geriye doğru uzanan tüm manzarayı tam salona girdiğiniz yerde durup bütün sinemaskop film şahaneliği ve şahaneliğin kaçınılmaz olarak sınırlarından taşıp kırmızı gül kitsch’ine doğru döküldüğü noktadan seyretmek mümkün. Ama eğer meraklı bir tipseniz ve manzaraya yaklaşacak olursanız, kuşbakışı olarak Yunus Emre Teras Cafe’yi de göreceksiniz. Önünde otopark da var ve tesis, ismiyle tarihi ve kültürel şahsiyetleri garip güncel fonksiyonlarla donatma yollu kitsch kentsel politikalarının seçkin örneklerinden biri. Manzaranın sağında yıllardır inatla orayı mesken bellemiş, kırmızı, yeşil ve mavi plakalardan ve filmli dış cephe camlarından oluşan abide, TRT binasının tanıma sığmaz kitsch’i duruyor. Esrarengiz bir Rübik küpü olarak yakında kitsch’likten kült’lüğe geçmesi muhtemel bu binanın gerisinde bütün tıkış tıkış kentleşme dokusuyla sahile kadar bir hat uzanıyor.
‘Bu tepelere eskiden petit champs des morts denirmiş ve Batılı gezginlere ilham veren, taşları sağa sola eğilmiş mezarlarla dolu bir yermiş’ diyerek nostalji/Pera kitsch’i topuna girmeyebilir ve burada durup ‘aşırı güzel’ şeylerin ‘aşırı güzelliklerinin’ altının çizile çizile nasıl kitsch’e dönüştüğü üzerine düşünebiliriz. Çünkü sergiye küratörün dahice buluşu sayesinde bir ‘iş’ olarak dahil edilen bu katmanlı manzara, kitsch’in neredeyse bütün aşamalarını ve türlerini içeriyor ve serginin belki de en açıklayıcı, en ‘yerel’ işi. Soldaki Pera Palas’a, 19. yüzyıl Batı işi şehir mimarisinin bugüne kadar gelmeyi başarmış Peralı örneğine kitsch diyecek miyiz bilmiyorum. Zamanında, o zamanın terimleriyle benzer bir eleştiri yapılmış olduğu düşünülebilir. Bu ve benzer binalar, ‘nedret’ten, az bulunurluktan dolayı kitsch’le özlem arasında kalakalmış İstanbul binalarına örnektir; mesela şehirde birer arkeolojik kalıntı gibi araya taraya bulunan Art Nouveau binalar da bu gruba girerler. Belki bu ikinciler de üzerlerindeki silme iri güller ve histerik filiz ve dal motifleriyle kendi zamanlarının kitsch’i idiler. Benzer ve farklı bir binanın, bugün gözümüzün bebeği olan Haydarpaşa Garı’nın da yapıldığı zamanda ‘müstekreh bir ambar’ sayıldığını hatırlayabiliriz. Her şey her zaman güzellikle tarif edilmemiş, zamanın meşrebince çoğunun kitsch olduğundan dem vurulmuş olabilir. Bunun sebepleri arasında şehirle olan ilişkimizin değişmesi, şehri idare eden güçlerle hemfikir olmamamız gibi güzellik fikrini aşan duygusal, hemşehrilikle ilgili, nedenler var. Bugün ‘mazi kitsch’i de bunlardan biri olabilir. [1] Pera, Boğaziçi mehtapları, çocuklar gibi şen akıncılar vb. Hatta belki Huzur? O konuda kararsızım.
Ve de… tabii en arkada da nice resme, edebi esere, binlerce seyyahın hayranlık dolu tasvirine, tonlarca kitsch hatıralık eşyaya ilham veren, bütün Altın Boynuz/Haliç/ Golden Horn/Eyüp Sultan/Piyer Loti sıfatları ve çağrışımlarıyla bazen bir Pera Gesamtkitsch’i halinde üzerimize üzerimize gelen, hatta bazen şehrin çirkinliklerini ve yolunda gitmeyen şeylerini affettirmeye yarayan o ebedi manzara uzanıyor boylu boyunca. Özellikle bazı akşamüzerleri, batan güneşin her yeri altın bir ışığa boyayarak yarattığı etki dolayısıyla hâlâ şahane olan bu güzellik, sonuçta ‘bendini çiğneyip aştığı’ için mi ara ara kitsch, yoksa biz onun üzerine kurduğumuz bol çiy taneli anlatıyı kullana kullana aşındırıp eskittiğimiz için mi? Kitsch’in sırları.
•
NOTLAR:
[1] Gül, kitsch, mimari ve şehir silüeti sözkonusu olunca Beşir Ayvazoğlu’nun ağzından Mazhar Osman’ın ağzından Tevfik Fikret’in ağzından şu satırları buraya almadan edemedim:
“Galatasaray hadisesinden bir müddet sonra bir sonbahar günü Kadıköyü’nde vapur güvertesinde birbirimize tesadüf ettik. Elinde koyu kırmızı bir gonca vardı. ‘Acıbadem’den, kayınpederimden geliyordum, bahçesinde şu gülü gördüm, ne güzel renk, değil mi doktor?’ diye bana ikram etti. O zaman Haydarpaşa Garı’na baktı: ‘Şu bina mimari noktasından pek mükemmel... Lâkin şu güzel, bulunmaz koyun tabii letafetini bozduğu için yazık değil mi? Almanya’da olsa bu binayı burada yaptırmaya müsaade ederler mi? Haydarpaşa ve Kalamış koyları bakınız ne müstesna güzellik... Gelişi güzel koca binalarla bu güzel koylar sakilleştirilirse yazık değil mi?”
Beşir Ayvazoğlu, Haydarpaşa Garı ve Tarihi yazısından.