Genç bir yazar ve ilk kitap. Emirhan Dağkan G. ile öfkeli ve bir o kadar da muzip romanı Ruhaltı Çocukları'nı konuştuk
06 Mayıs 2015 03:00
Emirhan Dağkan G. ilk kitabı Ruhaltı Çocukları’nda içindeki boşluğu dolduramayan, geçmişin acı anılarını hafızalarından silemeyenlerin zaman zaman ağlatan zaman zaman da güldüren dostluklarının hikâyesini konu edinmiş. 1991 doğumlu genç yazar; babasızlığı, hiç dolandırmadan en çıplak haliyle anlatıyor. Baba geçmişinde saplanıp kalırken, oğlu ihtimaller zincirine kapılıp gidiyor. Emirhan Dağkan G. ile kitabının yaratım sürecini, baba ve evlat ilişkisini, kötü kaderli karakterlerini, öfkeli ama bir o kadar da muzip üslubunu ve edebiyatta argoyu konuştuk.
İlk olarak kitabın adıyla başlamak istiyorum. Neden Ruhaltı Çocukları gibi bir isim seçtiniz? Hayatın ya da romanın akışı içinde farklı duran, durmak isteyen ya da dışarıda tutulan birilerini mi kastediyorsunuz?
Hikâyenin ortaya çıkışında, başta İhsan ve Kenan olmak üzere, karakterlerin kendi iç dünyalarında kaybolmaları yatıyor. Meselelerin halledilemeyeceğini bildikleri halde, dertlerine ya muadil bulma, ya da “bir olur yükleme” ümidiyle bir şeyler yapmaya, bir şeyler düşünmeye çalışıyorlar. Haliyle ister istemez dışarıda kalıyor, farklı bir noktada duruyorlar. Romanın akışı içinde, elbette bu karakterlerin “farklı” kelimesine bir uygunluk yarattığı söylenebilir ama hayatın akışı içerisinde bu tip insanların, en azından bizim nazarımızda “farklı” bir noktada durduğunu söylemek abartı olur. Mahalle delileri basit insanlardır bizler için.
Romanda sorunlu bir baba-oğul ilişkisi anlatılıyor “Annemin eşi” Kenan ve babası, İhsan ve babası vs.Bu karakterler oğullarına iyi bir baba olamamışlar mı?
“Oğullarına ve kızına” demek biraz daha doğru olur sanki. Çünkü Sermet diye bir adam da var o hikâyede. O da yine kesinlikle iyi bir baba olamamış evladına. Babalarıyla araları iyi olmayan evlatların yolları kesişiyor metinde. Bu biraz da benim, bütünü yaratırken araya sıkıştırdığım, “Baba nedir? Kimdir?” sorusuyla alakalı. Biyolojik olarak “baba” sıfatını kazanan ama bunu olmayı başaramayanlar, asıl öykünün ortaya çıkışını sağladılar. Bunun dışında, hepimizin mahalle ağzıyla, “çok baba adam” dediğimiz karakterler de bir nevi derz görevi gördüler metinde. İhsan için Erol, Erol için Rüstem gibi. Tabii benim için kitaptaki “en baba” karakter Yaşar’dır. Yaşar’ı olayları karıştırmak için kullanmışım gibi gözükmesi gayet normal fakat “Baba nedir?” sorusunu da yine onunla cevapladım.
Karakterlerinizin her birinin trajik geçmişleri var. Bu geçmişleri hayatlarına yön veriyor ve bir şekilde birbirleriyle yollarını kesiştiriyor. Öte yandan Nuh’un Gemisi gibi karakterlerin hepsini kucaklayan bir mahalle de ortaya çıkıyor. Kadim dostluklar kuruluyor, birbirlerinin ailesi oluyorlar. Bu durum okuyucu açısından kitaba kolayca kaybedenler hikâyesi demenin önünü kesiyor sanki. Siz ne dersiniz?
Bizim, “tarihten” yahut “efsaneden” bildiğimiz o meşhur gemide, kurt ile kuzu arkadaş olmuş, birbirlerini öldürmemişler ölümden kaçabilmek için. Tufandan sonra ise düşmanlık ve dert kaldığı yerden devam etmiş. Kitaptaki Nuh’un Gemisi’nde de farklı bir boyut yok açıkçası. Dert sahibi insanlar, kurtulabilme ümidiyle oraya doluşuyorlar ve iyi insan ilişkilerinin nimetlerinden olabildiğince faydalanıyorlar. Yine İhsan da, Erol’un tavsiyesiyle, bu nimetlere hayatının belli bir bölümünde nail olmayı başarıyor. Fakat tufan dinmeden gemiden inince işler biraz karışıyor. Güzel bir gemide, çok az bir süre yaşamış olması veya olmaları, kötü kaderli insanlar oldukları gerçeğini değiştirmiyor bence.
Öfkeli ve bir o kadar da muzip bir üslubunuz var. Karakterleriniz de sanki bu dilin vücut bulmuş hali gibi. Üslubunuz mu onları şekillendirdi yoksa onlar mı üslubunuzu etkiledi?
Öyküye göre ve işime yarayacak karakterler yaratıyorum öncelikle. Bunların son halini alması ise üslubumla alakalı sanırım. Başka bir yazar, elbette bambaşka bir şekilde anlatırdı bu hikâyeyi.
Edebiyatta argo ya da daha açık biçimde küfür kullanımına karşı çıkanlar var, daha doğrusu bir tartışma olduğu söylenebilir. Siz hikâye gerçekliği adına gerekliyse kullanılabileceğini mi düşünüyorsunuz yoksa edebiyatın sokaktan ve sokağın dilinden beslenmesi gerektiğine mi inanıyorsunuz?
Bu önce yazara, sonra da hikâyeye ve onunla ilişkili olarak yaratılan karakterlere bağlı. Ben ne küfretmek için yazarım, ne de küfretmemek için çabalarım. Eğer ki otuz yıl boyunca Tarlabaşı’nda yaşamış ve oranın ağası olmuş bir adamı olduğu gibi anlatmaya kalkarsam, illa ki işin içine küfrü de sokarım argoyu da. Tabii sonuçta, “Ben kullanmam” diyen kullanmaz, “okumam” diyen de okumaz. Birikim, deneyim, mizaç ve zevk meselesi bir yerde.
Son soru biraz edebiyat magazini. Kimleri okursunuz, kimleri seversiniz? Veya tersten soralım, edebiyatta sizi rahatsız eden şeyler neler mesela?
Reşat Nuri Güntekin’i ve Oğuz Atay’ı çok ayrı bir yere koyarım. Onları okumasaydım, muhtemelen yazma isteğine sahip bir insan olamazdım. Yine Hubert Selby’den metin matematiği ve kurgu adına öğrendiğim çok şey olmuştur. Tabii böyle isimleri önem sırasına göre sıralamak zor. Elbette elimden geldiğince herkesi okumaya ve bir şeyler kapmaya çalışıyorum. Rahatsızlık meselesine gelince; yazmaya ve düşünmeye iten her eserden, olumlu manada rahatsızlık duyarım. Temel anlamda rahatsızlık mevzusunda ise, okur oranından daha fazla yazar ve şair olması, biraz kafamı karıştırıyor açıkçası.