"Kulüp, gayrimüslim toplulukların sadece kurbanlar olmadıklarını, kendilerince 'dövüştüklerini', bazen kolektif, bazen de bireysel olarak içerisine hapsedildikleri o tahakküm döngüsünü kırmaya çalıştıklarını hatırlatıyor. Gayrimüslimlerin bile bazen unuttuğu, hatta çoğu zaman unutmaya zorlandığı bir şey bu."
16 Kasım 2021 23:48
Kulüp dizisi gösterime girdiği andan itibaren yoğun bir ilgiye mazhar oldu. Zeynep Günay Tan ve Seren Yüce’nin yönettiği diziyi övenler –bazen göklere çıkaranlar– kadar eksikliklerine, hatta kimi tutarsızlıklarına dikkat çekip yerenler de oldu. Devamı geleceği belli olan bu dönem dizisinin yarattığı heyecan hiç de haksız değil aslında. Gerçekten de, kusurları ne olursa olsun, sanat yönetmenliğinden oyunculuğa, iddialı, etkileyici ve titiz bir çalışmayla karşı karşıyayız.
Hemen baştan söyleyeyim: Muradım dizinin şümullü bir değerlendirmesine girişerek artı ve eksilerini teraziye vurmak, böylece de kendimce bir hüküm vermek değil. Dönemin İstiklal Caddesi’nin ya da Kuledibi’nin beyazperdeye aksettirilmesindeki özene ya da dizinin temel hikâyesindeki (vahim sıfatını hak eden) kronolojik tutarsızlığa falan takılacak değilim. Sefarad toplumunun kimi gelenek ve âdetlerinin aksettirilmesindeki başarıyla ya da çoğu karakterin biraz sathi, bazen de ikna edicilikten uzak oluşuyla da ilgilenmiyorum. Ne Varlık Vergisi’nin müsebbibi olduğu adaletsizliğin gündeme getirilmesini dert ediyorum ne de Orhan’la Selim arasındaki ilişkinin en hafif tabirle pek ikna edici olmayışını. Raşel’in, gerçek ismini öğrendikten sonra bile kendisine Aysel diye hitap etmeye devam eden İsmet’le olan “aşkına” da, Orhan’ın aslında (şimdilik bilmediğimiz nedenlerle) Niko olmasına da hiç değinmiyorum.
Tüm bunlar önemsiz değil elbette. Lakin tayin edici olan husus başka. Dizi Türkiye popüler sinemasında gayrimüslimlerin temsili açısından radikal diyebileceğim bir yeni istikamete, potansiyellere işaret ediyor. Bu onun günahlarından da, sevaplarından da çok daha mühim. Hatta kaygım, ağaçlara odaklanırken ormanın, yani bu hususun gözden kaçması. O nedenle bu (nispeten) kısa yazıda esas olarak dizide gayrimüslimlerin temsil ediliş biçimleri açısından çarpıcı bulduğum birkaç hususu vurgulamakla yetineceğim. Bu arada baştan söyleyeyim: Dizi ne kadar yenilikçi olsa da, gayrimüslimlerin geleneksel temsil biçimlerinden tam anlamıyla sıyrılamıyor elbet. Bir örnekle izah etmek en iyisi: Mesela Tasula karakteri, Türkiye sinemasının adeta bir klişesi sayılabilecek Rum femme fatale’i, bir başka deyişle “Rum dilberi” tiplemesini açıkça yeniden üretiyor. Bu tür misalleri sayıp dökmek mümkünse de, niyetim bunlara değil, dizinin tam da bu alanda açığa çıkardığı olanaklara yoğunlaşmak.
Matilda’nın intikamı
O zaman başlayalım: Matilda, Yahudi toplumunun (elbette biraz dışarlıklı) bir üyesi. Türk sinemasındaki yalnız ve izole olmuş, çoğu zaman yaşlı ve bir başına (akrabasız ve ailesiz), dolayısıyla da geleceksiz gayrimüslim tiplemesinden bir hayli uzak. “Ailemizin” bir parçası olan ama kendine ait bir ailesi olmayan yaşlı pansiyoncu madam ya da yine yaşlı zanaat ustası değil. O bir topluluğun, dolayısıyla da belli kurumların, kuralların, geleneklerin, düşünüş ve davranış kodlarının bir parçası. Yani Matilda geçmiş güzel günlerin hoş bir yadigârı olarak nostaljikleştirilmiş, ait olduğu toplumdan izole edilerek hatıralaştırılmış bir figür değil. Onunla birlikte, başrole, ister istemez ait olduğu topluluk da çıkıyor. Matilda’nın, dili Ladino olan bir sosyalliğin, bir mahallenin içinden tasviri, diziyi bu alanda yapılmış birçok işten farklılaştırıyor. (Bir bölümü daha bir kuşak evvel Trakya’dan sürülmüş, Varlık Vergisi’nin ya da “Vatandaş, Türkçe Konuş!” türü milliyetçi seferberliklerin hedefi olmuş Yahudi toplumunun dizide daha çok bir “kültürel arka plan” muamelesi görmesini, gelenek ve göreneklere indirgenmesini şimdilik geçelim.)
Durmayalım, bir ama büyükçe bir adım ileriye gidelim: Matilda babasının ve erkek kardeşinin Varlık Vergisi zamanında Aşkale’de çalışma kampına gönderilerek orada öl(dürül)melerinin intikamını alıyor. Yani babasının ve kardeşinin Aşkale’ye gönderilmesine neden olan kişiyi öldürüyor. Dizinin olay örgüsünü başlatan kurucu hadise bu intikam eylemi. Bilebildiğim kadarıyla beyazperdede örneğine pek rastlamadığımız bir durum bu. Türkiye sinemasında gayrimüslimler en iyi durumda sempati duyulması, anlayış gösterilmesi gereken kurbanlardan, mağdurlardan ibarettir genellikle. Kendi kaderlerine sahip çıkan, hesap soran, Matilda gibi bireysel temelde de olsa adalet arayan özneler olarak yansıtılmazlar. Bu tip anlatıların gündeme getirdiği “tarihle yüzleşmelerde” de gayrimüslimler pasif kurbanlar olmaktan öteye gidemezler.
Bu sadece bize özgü bir durum değil elbet. Günümüzde hâkim olan “tarihle hesaplaşma” pratikleri sadece kurbanlar hakkında konuşmakla yetinir. Enzo Traverso’nun hatırlattığı üzere, bu devirde gulagın anısı devriminkini, Yahudi soykırımının anısı büyük anti-faşist mücadelelerinkini, köleci barbarlığın anısı sömürge karşıtı mücadelelerin hatırasını silmiştir adeta. Muktedirlerin denetim ve gözetimindeki “yüzleşmelerde” kurbanların-mağdurların anıları yâd edilir, onların zafer ve yenilgilerinin anısı değil. Geçmişte kurbanlar kadar sömürüye ve tahakküme karşı mücadele edenler de olduğu ve kurbanların çoğunun aslında bu ikinciler olduğu unutulur, hatta unutturulmaya çalışılır. Böylece geçmiş mücadelelerinin anısı silikleştirilir ve geçmiş ancak pasif biçimde anılacak bir felaketler ve kurbanlar toplamına indirgenir.
Kulüp bu hâkim yüzleşme anlatısının kalıplarını neredeyse daha başta kırıveriyor. Sonrasında genelgeçer “kardeşlik” temalarına prim verse de, intikam eyleminin ağırlığı neredeyse tüm bölümlerin üzerine çöküyor. Matilda kişisel düzeyde hesap sormakla yetinmeyen, çalışma arkadaşlarıyla dayanışan, adalet arayan, güçlü bir kadın. Türkiye popüler sinemasındaki (olumsuz figürleri zaten geçtim de) neredeyse tüm olumlu gayrimüslim tiplemelerinin ötesine geçen bir faillik atfedilen bir tipleme.
Böylece Kulüp, istese de istemese de gayrimüslim toplulukların sadece kurbanlar olmadıklarını, kendilerince “dövüştüklerini”, bazen kolektif, bazen de bireysel olarak içerisine hapsedildikleri o tahakküm döngüsünü kırmaya çalıştıklarını hatırlatıyor. Gayrimüslimlerin bile bazen unuttuğu, hatta çoğu zaman unutmaya zorlandığı bir şey bu. Bunda şaşıracak bir şey de yok aslında. “Gâvurlar” bu ülkede ölüsünün yasını tutmanın, hele hele Matilda gibi cinayete kurban gidenler için adalet istemenin dahi “Türklüğe hakaret” sayılabileceğini bilirler çünkü.
1927 yılında Elza Niyego adlı Yahudi genç kadının kendisinden yaşça hayli büyük bir erkeğin, eski bir subayın “aşkına” yanıt vermediği için katledilişi buna “iyi” bir örnektir. Osman Ratıp adlı şahıs, Elza’yı uzun bir dönem taciz ettikten sonra, Elza’nın nişanlandığını öğrendiğinde genç kadını işinden evine dönerken, sokak ortasında bıçaklayarak öldürür. Elza’nın cenazesine 20.000 kişi katılır, cenazede “adalet istiyoruz” sloganları atılır. Basın hemen durumdan vazife çıkartır ve cenazenin “Türklüğe” bir “hakaret” teşkil ettiği temasıyla bir tezvirat kampanyasına girişir. Öyle ya, bir gayrimüslim öldü diye ortalığı velveleye vermeye gerek yoktur. Cenazeye katılan birçok Yahudi gözaltına alınır; dahası, Yahudilerin ülke içinde serbest dolaşımına kısıtlar getirilir. Mesaj nettir: “Gâvur gâvurluğunu bilmeli”, fazla ses çıkarmamalıdır.
Hal böyle olunca, gayrimüslimler olumlu tipler olarak temsil edildiklerinde dahi onlardan bir nevi “Tom Amca” olmaları beklenir. Tom Amca malum, Harriet Beecher Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi’nde, romana adını veren siyah köledir. Aslında kölelik karşıtı bir romana ismini vermiş olsa da, “Tom Amca” tabiri zaman içerisinde yerini ve haddini bilen, yumuşak başlı, uysal, sadık, efendisine karşı sempatik ve iyiliksever siyahları tarif etmek için kullanılır olur. İşte beyaz perdedeki gayrimüslimler de genellikle birer “Tom Amca” olarak çıkarlar karşımıza. Oysa Matilda “Tom Amca” olmayı, Türkiye sinemasında “olumlu” gayrimüslim temsillerine has “iyi mağdur” gibi davranmayı kabul etmiyor. Kendisine ve ailesine karşı yapılan haksızlık karşısında başını eğmekle yetinmiyor, eyleme geçiyor. Kulüp, kendi kaderine sahip çıkan, böyle güçlü bir kadın figürüyle geleneksel gayrimüslim temsillerinin ötesine doğru devasa bir adım atıyor.
“Psikolojik ücretler” ve ırkçılık
Ancak dizi sanki hemen sonra bu adımın olası sonuçlarından ürküyor ve mevcut iktidar ilişkilerini sorgulamayan bir genelgeçer kardeşlik temasına doğru kaçmaya çalışıyor. Bunu da taşradan İstanbul’a gelip kulüpte çalışmaya başlayan genç Hacı’yla Matilda arasında gelişen dostluk aracılığıyla yapıyor. Daha en başta kulübün despotik tavırlı yöneticisi Çelebi, Matilda’yı Şabatından, Hacı’yı da Cumasından eder. İkili arasındaki güven ve dostluk pekiştikçe, Matildalarla Hacıların “kader ortaklığı” vurgusu giderek öne çıkar. Matilda’nın mahallesindeki Sefarad şarkısıyla Hacı’nın köyündeki ninni ne kadar da birbirine benzemektedir! Zaten koşullar ne kadar farklı olsa da, ikisi de İstanbul’a gelmek durumunda kalmış “göçmenler” değil midir? Dizinin ilerleyen bölümlerinde ikili arasındaki arkadaşlık aracılığıyla bu kardeşlik temasının daha da vurgulu hale geleceği tahmin edilebilir.
Irkçılığın yapısal karakterini es geçen, onu önyargılara indirgeyen ırkçılık karşıtı anlatıların bir klişesi bu elbette: Farklı kökenlerden gelen iki insan arasındaki yakınlık zamanla karşılıklı önyargıların aşılmasına neden olur; farklılıkların değil, ortaklıkların vurgulandığı bir kardeşlik anlatısı gelişiverir. Kulüp bu yolda devam eder-etmez, o ayrı konu ama dizi çok ilginç bir biçimde bu sade suya tirit kardeşlik temasının altını oyan bir temayı da işliyor. Dilim döndüğünce aktarayım: Kulübün sahibi Orhan Bey’den “Yılın En İyi Türk Müteşebbisi” ödülüne namzet gösterilmesi için gayrimüslim çalışanların işine nihayet vermesi talep edilir. Kendisi böylece eğlence sektörünün Türkleşmesine hizmet ederek milli bir vazife görecektir. İktisadi hayatın Türkleştirilmesinin bu boyutu, yani gayrimüslim işçi sınıfının tasfiye edilerek yerlerini Türk-Müslüman işçilere bırakmaya zorlanması Türkiye sinemasında pek ele alınmış bir konu değil. Gayrimüslimlere ilişkin edebi ya da sinemasal anlatılarda, hatta tarihsel çalışmalarda genellikle ele alınan, Varlık Vergisi ya da 6-7 Eylül Pogromu gibi “büyük” hadiselerdir, bu örnekteki gibi “sessiz şiddet” vakaları değil. Oysa bu süreklileşmiş ama düşük volümlü şiddet biçimleri (Türklüğe hakaret davaları, “Vatandaş, Türkçe Konuş!” kampanyaları vs.) ve onların yarattığı “güvercin tedirginliği”, bu toplulukların kaderini en az birinciler kadar belirlemiştir.
Çalışma hayatının ve dolayısıyla da işçi sınıfının Türkleştirilmesi, 1920’lerden itibaren Müslüman ve gayrimüslim emekçiler arasında bir sınıf dayanışmasının oluşmasını engellemiş, gayrimüslim toplulukların özellikle alt sınıfları açısından hayatı adeta yaşanmaz kılmıştı. Mesele sadece dizinin Türkleştirme politikalarının bu boyutunu gündeme getirmesi değil. Aslında kulübün gayrimüslim çalışanlarının kademeli tasfiyesi, Hacı’yla Matilda arasında başlayan dostluğun neden daha genel bir dayanışmanın başlangıcı olamayacağını gözümüzün içine sokması açısından önemli. Hacı, Matilda’ya ve kulüpteki Müslüman olmayan çalışanlara ne kadar sempati duysa da imtiyazlı bir konumdadır. Işıkçı Agop’un işine son verilmesiyle, daha çalışma hayatının başında hızla yükselecektir. Hacı “ezen” konumunda değildir ama ezenlerin tahakküm ve sömürü ilişkilerini berdevam kılmak için hayata geçirdiği maddi hiyerarşiler silsilesinde “objektif olarak” Matilda’nın, Agop’un ya da Yani’nin üzerinde yer almaktadır.
Amerikalı siyah aktivist ve yazar W. E. B. Du Bois, ABD İç Savaşı’nın akabindeki ırk ve sınıf ilişkilerini ele aldığı, 1935 tarihli meşhur çalışmasında, bu imtiyazlı olma halini ezilenler arası dayanışmayı ketleyen “kamusal ve psikolojik ücretler” olarak tanımlıyordu:
“Beyaz işçiler az ücret almalarına rağmen, kısmen de olsa kamusal ve psikolojik bir ücret türüyle telafi ediliyorlardı. Beyaz oldukları için onlara kamusal alanda saygı gösteriliyor ve nezaket unvanları veriliyordu. Kamusal fonksiyonlarında diğer tüm beyazlarla birarada olabiliyor, kamu parklarına ve en iyi okullara gidebiliyorlardı. Polisler onların saflarından alınıyor ve oylarına bağlı olan mahkemeler de onlara daha insaflı davranıyordu.”
Dizide Hacı’ya ödenen bu telafi nitelikli “psikolojik ücret” (belki de istemeden) bize onun neden Matildalarla bir dayanışma ilişkisi geliştirmesinin öyle kolay iş olmadığını hatırlatır. Müslüman/Türk çalışanı Müslüman olmayan emekçi karşısında imtiyazlı bir konuma sokan bu yapılar sorgulanmaksızın, soyut bir kardeşlik, hatta eşitlik söyleminin yetersiz kalacağını ima eder. Agop’un yerini Hacı’ya bırakması bize ırkçılığın önyargılarla alakalı, pedagojik bir meseleden ibaret olmadığını, insanların nerede ve nasıl yaşadıklarını, hangi işte ve hangi koşullarda çalıştıklarını, eğitim gördüklerini, vs. belirleyen, yapısal bir ilişki olduğunu gösterir. Dolayısıyla Hacı’nın Matilda’yla arkadaş olması ya da Agop’a saygı duyması, hâsılı “ırkçı olmaması” yeterli olmayacaktır; gerçek bir kardeşleşme ve eşitlik zemini, ancak Hacı’nın “ırkçılık karşıtı” olmasıyla, yani Hacıların Türkleştirme politikalarının sağladığı o “psikolojik ücretleri” sorgulaması ve reddetmesiyle mümkün olacaktır.
Bir başkadır kulüp…
Uzatmadan şöyle bitireyim: Kulüp özellikle sosyal medya mecralarında, yakın zamanlarda benzer hararetteki bir kamusal tartışmanın merkezinde yer alan Berkun Oya imzalı, Bir Başkadır dizisine benzetildi. İki dizinin de geçmişteki yaralarla hesaplaşma, yüzleşme, barışma ve “helalleşme” temalarına ilişkin benzer vurgulara sahip olduğu iddia edildi. Kanımca Kulüp, yukarıda andığım özellikleri nedeniyle Bir Başkadır tipi konformist bir barışma temasının çok ötesine işaret eden potansiyellere sahip. Ezenle ezilen arasındaki iktidar ilişkilerini sorgulamaksızın kotarılan o kolaycı barışma-yüzleşme anlatılarının kalıplarına şimdilik sıkışmayan bir çalışmayla karşı karşıyayız. Yani Kulüp, eksiği gediği ne olursa olsun, hiç değilse bir ayağını Tom Amca’nın kulübesinin dışına atmaya cesaret eden bir yapım. Dizinin sonraki bölümlerinde Kulüp o kulübeden çıkmaya cüret edebilecek mi, yoksa yeniden o kulübenin bildik sınırlarına mı dönecek, hep beraber göreceğiz.
•
GİRİŞ RESMİ:
Kulüp dizisinden bir sahne (Netflix) / Harriet Beecher Stowe tarafından Amerikan İç Savaşından 10 yıl kadar önce, 1853’te yazılan Uncle Tom's Cabin’in (Tom Amcanın Kulübesi) 150. yıl özel baskısının kapağından ayrıntı / Bir Başkadır dizisinden bir sahne (Netflix)