"Romanın vurgulanması gereken temel bir özelliği, olay örgüsündeki, iç içe geçen, birbirine bağlanan hikâyelerdeki hareketlilik. Aksiyon bolluğu değil kastettiğim; olay örgüsünde dikkat çekici bir dinamizm var. Olay örgüsü, denebilir ki, ışıkla gölge arasında gidip geliyor. Daha önemlisi, bir şeyin aslıyla gölgesi de yalıtık değil bu hareketlilikten, gidip gelmelerden, yer değiştirmelerden! Romanın adının Gölge Kral olması boşuna değil."
14 Nisan 2022 19:00
Maaza Mengiste’nin 2020’de Booker Ödülü’nde kısa listeye kalan romanı Gölge Kral’daki[1] olayların büyük bölümü 1935’te başlayan 2. İtalya-Etiyopya Savaşı sırasında geçiyor. Etiyopya’da doğan, ama dört yaşındayken ülkesinden kaçmak zorunda kalan Mengiste, romanın sonundaki “Yazarın Notu”nda büyük büyükannesinin de bu savaşa katıldığından bahsediyor. Aynı notta büyükbabasının savaş hikâyelerini yıllarca dinlediğini, büyük büyükannesinin savaşta neler yaptığını çok sonraları öğrendiğini ekliyor.
“Savaş hikâyeleri her zaman erkeğe özgü bir dille anlatılan hikâyeler olagelmiştir. Fakat Etiyopya için bu geçerli değil. Etiyopya’nın savaşı asla böyle bir mücadele olmadı. Kadınlar da oradaydı ve bugün biz de buradayız.” (s. 424)
Gerçekten de Gölge Kral’da anlatılanlar bildiğimiz savaş anlatılarından hayli farklı. Fark sadece metnin odağında savaşçı kadınlar olması değil (bu durum kuşkusuz çok önemli, ama sadece bu değil); roman sesiyle, ritmiyle, akışıyla, odaklandığı ayrıntılarıyla da erkeklerin nasıl savaştıklarının anlatıldığı metinlerden ayrılıyor. Şu noktanın da altını en baştan çizmek şart. Roman Etiyopyalıların Faşist İtalya’nın işgaline karşı nasıl direndiklerinin aktarılmasından da ibaret değil, Etiyopya’daki kölelik düzeniyle, sınıf yapısıyla, erkeklerin –köle ya da “eşit”– kadınlara uyguladıkları şiddetle, topluma hâkim geleneksel anlayışın kadına yönelik şiddeti ya da küçük kızların erkeklerle evlendirilmesini nasıl olağan görüldüğüyle de ilgili; kuşkusuz varlıklı kadının işçi kadına tahakkümü de işin içinde. Mengiste’nin Gölge Kral’da anlattığı, bu uğrakların hepsinin dahil edildiği bir hikâye.
Etiyopya (ya da uzun yıllar boyunca anıldığı isimle Habeşistan) bize hem yakın hem uzak bir coğrafya. Romanı okumaya başlamadan önce, ne yalan söyleyeyim, internette Etiyopya tarihi üzerine bir şeyler okuma ihtiyacı duydum, bilhassa da Mussolini İtalyası’nın Etiyopya işgali ve İtalya’yla Etiyopya arasındaki iki savaş hakkında. Wikipedia’daki şu cümleler özellikle dikkatimi çekti. Bugünleri de hayli hatırlattığı için!
“Milletler Cemiyeti, Etiyopyalıların başvurusu üzerine işgali kınayan ve İtalya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanmasını öngören bir karar aldı (1935). Ama Doğu Afrika’daki çıkarlarının zedelenmesinden çekinen Britanya dışındaki büyük devletler işgale ciddi bir tepki gösteremediklerinden, yaptırımlar çok az ülke tarafından uygulandı ve önemli bir etkisi olmadı. İtalya’nın emperyalist yayılma politikasının somut bir örneği olan savaş, II. Dünya Savaşı öncesinde uluslararası gerilimin artmasında önemli rol oynadı.” [Vurgu eklenmiştir.]
Gölge Kral’daki olaylar ağırlıklı olarak işte bu dönemde geçiyor. Faşist İtalya’nın Etiyopya’yı işgalinin ardından imparator Haile Sellasie İngiltere’ye kaçmıştır, ama Etiyopya halkı İtalyan ordusuna karşı mücadele etmeyi sürdürmektedir. Romanın başkahramanı Hirut, imparatora bağlı Kidane ismindeki bir komutanın evinde hizmetçi olarak çalışan genç bir kadın. Bir zaman önce annesini ve Etiyopya’nın zaferiyle sonuçlanan 1. İtalya-Etiyopya savaşında savaşmış olan babasını kaybetmiş, bu kayıpların ardından annesinden iyilikler görmüş, abla bilen Kidane onu yanına almıştır. Babasının ölmeden önce kızına bıraktığı savaştan kalma tüfeği de gizlice yanında getirmiştir Hirut, yegâne malvarlığıdır. Ne var ki işgalin ardından imparator Etiyopyalıların bütün silahlarını orduya teslim etmesini emrettiği için, rastlantı eseri varlığını öğrendiği bu silaha Kidane el koyar. Beri yandan Kidane’nin karısı Aster de Hirut’un evdeki varlığından ve komutanın ona “iyi” davranmasından rahatsızdır. Kidane, hastalanıp vefat eden oğullarının yas döneminin bittiği gün eve getirmiştir Hirut’u. Aster hem bu nedenle, genç kızın oğullarının yerine ikame edilir gibi olmasından hem de kocasının Hirut’a gösterdiği ilginin farklılaşabileceği kaygısıyla Hirut’tan hazzetmemektedir. Nitekim, eline geçen ilk fırsatta –Hirut’un, Kidane’nin kaybettiği Aster’e ait kolyeyi bulduğunda ona vermeyip birtakım değersiz eşyayla birlikte sakladığını öğrenince– onu öldüresiye döver, pek fena yaralanmasına neden olur. Hirut’un kolyeyi saklamasının tek bir nedeni vardır; babasından kalan, önceki hayatından yanında getirdiği tek şeye, tüfeğe el konmuş olmasına karşı bir tavırdır bu. Bir açık vereceğini, yakalanacağını düşünememiştir. Nitekim Hirut’un kendisi de yaptığının aptallık olduğunu anlayacaktır.
“Onlara sahip olduğunu sanması aptallıktı. Onun gibi bir kızın –sırf toprağın altına gömüp sakladı diye– birkaç eşyaya sahip olabileceği bir yer yoktu bu dünyada. Başından beri biliyordu bunu. Tıpkı tüfeğini bir daha göremeyeceğini bildiği gibi. Bazı insanların kendine ait eşyalar edinmeye hakkı vardı. Bazılarınaysa sadece bu eşyaları hak ettikleri yere koyup temizlemek düşüyordu.” (s. 49)
Aynı evde çalışan aşçı kadını da anmak lazım. İsmi yoktur, kendisinden hep “aşçı” diye söz etmiştir, başkaları da öyle anmıştır, anmaktadır. Onun hayat hikâyesi de Etiyopya tarihinin bir başka boyutuna denk düşüyor. Onu ve ailesini “zenginlerin evinde çalıştırmak için kaçırmaya gelen insanlar baba[sını] öldürmüş[lerdir].” Hirut’a şunları söyler:
“Benim daha önce ailem olmadığını sanıyorsun. […] Dünyaya üzerimdeki yaralarla geldiğimi sanıyorsun. […] Bazılarımız buraya zorla getirildik. […] Bu savaş geri dönmemizi sağlayacak.” (s. 30)
İtalyanlar, Etiyopya’yı bütünüyle ele geçirdiklerinde köleliğe son vereceklerinin propagandasını yapıyorlardır, aşçı kadın için önemli olan sadece budur. Bir de Aster’e duyduğu yakınlık. Aster’in çocukluğunda çok yakınında olmuştur. Aster’in çocuk yaşta Kidane’yle evlendirileceği zaman birlikte kaçma planları yapmış, ancak yakalanmışlardır. Elbette cezalandırılan aşçı olmuştur. Gene de özel bir bağ vardır aralarında. Aster’in başına gelenlerin, çektiklerinin farkındadır. “Birçok şey için Aster’i suçlayabilirsin,” der Hirut’a, “ama her şey için onu suçlama.”
O dönem Aurelio Betriglia tarafından hazırlanan propaganda kartpostallarından biri. İtalyan askeri Etiyopyalıyı zincirlerinden kurtarıyor.
Köle değildir, hizmetçi değildir, soyludur, birçok konuda ayrıcalıklıdır (Hirut’la aralarındaki fark bedenlerinde yara izi taşımaları ya da taşımamaları üzerinden ifade edilir – “hayatları boyunca üzerlerinde yara izi taşımayan insanlara merhamet duyulması gerekirdi. […] Hirut gibi yara izi taşıyan bir kız, üzerinde bu yara izini bırakanlar karşısında yerini bilmeliydi.”) ama Aster de kadın olduğu için büyük acılar çekmiştir. Romanda küçük bir kız çocuğuyken tanımadığı, yetişkin bir adamla evlenmesine karar verildiğinde ve evliliklerinin ilk gecesinde yaşadıkları, duyduğu korku, bunlarla baş etme çabası ayrıntılı olarak anlatılır.
Gölge Kral, büyük oranda dış-anlatıcının ağzından aktarılıyor. Arada nadiren trajedilerde olduğu gibi “Koro” söz alıyor. “Koro” daha lirik bir dille, olan bitene daha yukarılardan, olup bitenlerin derinlerine vâkıf olduklarını hissettirerek anlatıyor, zaman zaman duymayacakları halde roman kişilerine sesleniyor. (Romanda Mengiste, kimi zaman roman kişilerinin de yokluklarında başkalarına, misal, ölmüş ya da nerede olduğunu bilmedikleri babalarına seslendikleri, hatta bazen onların verecekleri yanıtları hayal ettikleri bir anlatımı da yeğlemiş.) Aster’in evliliğin ilk gecesini mesela Koro’dan öğreniyoruz. “İşte genç Aster’i görüyoruz” diye başlıyor Koro anlatmaya, “Aster, bizim orada olduğumuzu bilmiyor” diyor yahut; ülkesinden kaçmak zorunda kalmış İmparator Sellaise’nin plaktan Verdi’nin Aida operasını dinlemesine de Koro’nun anlatımıyla tanık oluyoruz. Bir başka yerde, “Çaresizlik içindeki imparatora bakın” diyor Koro, “Garip, ümidini kaybetmiş bir kuş gibi gökyüzünde süzülen sese dönüşünü izleyin. Sırtı kederle bükülmüş.” (s. 172) Aida, kuşkusuz rastgele seçilmiş bir yapıt değil, bilindiği üzere Aida da Etiyopyalıdır, Etiyopya kralının kızıdır, Mısırlıların elinde esirdir. Âşık olduğu Mısırlı savaşçı asker, babası ve ülkesi arasında sıkışmıştır.
Mengiste’nin ülkenin son imparatorunu bir roman kişisi olarak kurgulaması ilk kez yaptığı bir şey değil; 2010’da yayımlanan ilk romanı Beneath the Lion’s Gaze’de[2] de [Aslanın Bakışlarının Altında] Haile Sellasie bir roman kişisi olarak çıkar karşımıza. Gölge Kral’da, Hirut’un, Aster’in ve öbürlerinin hikâyelerinin arasında imparatorun 1935’te ülkeden kaçmak zorunda kaldığı kargaşa zamanında ve daha sonra İngiltere’deyken ülkesinden gelen şaşırtıcı haberleri öğrendiği sıradaki hallerini, iç hesaplaşmalarını, kaygılarını, umutlarını kısa bölümlerle romana katan Mengiste, ilk romanında da 1974’teki askerî darbe sürecinde bir ailenin yaşadıklarını anlatırken araya aynı imparatorun görevdeki son günlerinin ve darbeyle görevden alınışının anlatıldığı bölümler katmıştır.
Gölge Kral’daki bir önemli karakter de İtalyan ordusundaki Yahudi fotoğrafçı Navarra Ettore. İtalyan ordusunun emrinde fotoğrafçılık yapan bir askerdir, ona verilen görevler arasında asılmış bir Etiyopyalı gencin fotoğraflarının yanı sıra, uçurumdan atılarak öldürülen sayısız Etiyopyalının fotoğraflarını çekmek de vardır. Keza esirlerin de… Gelgelelim, bir yandan da İtalya’da Yahudi karşıtlığı yükselmiştir o sıralarda ve ordudaki Yahudiler ülkeye çağrılmaktadır, akıbetlerinin ne olacağıysa belirsizdir. Ettore emir kuludur, öyle olduğunu düşünür, isyana, kaçmaya mecali, cesareti yoktur, ama gün geçtikçe Afrika’da bulunuşunu, askerliğini, verilen görevleri sorgulamak zorunda kalır – ama sadece sorgulamak! Babasından o günlerde gelen ilk, tek ve son mektupla babasının Ettore’nin doğumundan önceki hayatı hakkında bilmediği birçok şeyi, mesela başka bir ülkede, başka bir isimle yaşadığını, başka bir ailesi olduğunu, kaçmak zorunda kaldığını, kendisine İtalya’da yeni bir hayat kurduğunu öğrenmesinin ardından iç dünyasındaki kargaşa çoğalır. Romanın belli başlı karakterleri arasında Ettore’nin komutanı olan faşist ve sadist Albay Fucelli ve albayın sevgilisi, Etiyopyalı fahişe Fifi’yi de anmak lazım. Yukarıda kısacık değindiğim aşçı kadının ya da imparatorun kızının hikâyelerini de… Görüldüğü üzere kadrosu hayli kalabalık bir roman Gölge Kral, bununla beraber kadınların hikâyelerinin daha önde olduğunu vurgulamalıyım.
Okuma zevkini kaçırmamak için Gölge Kral’ın olay örgüsünü aktarmayacağım, gene de kişilere dair yaptığım döküm bir ölçüde ipuçları vermiş olmalı. Şu kadarını söylemekle yetineceğim. Faşist İtalyan ordusunun işgalinin ardından Kidane halktan topladığı kişilerle bir direniş ordusu oluştururken, biri asil, öbürü hizmetçi olan iki kadın, Aster ve Hirut ayrı ayrı bu orduda yer almak isterler, ne var ki Kidane bu konuda çok katıdır. Kadının yerinin cephenin gerisinde yaralıların bakımı ve beslenmesi olduğunu ısrarla yineler. Olaylar, tahmin edileceği üzere, Kidane’nin öngördüğü biçimler ilerlemez. Hirut’un dikkatli gözleri Etiyopyalılara bambaşka bir taktikle mücadele imkânı sağlar. Kidane’nin inadı da bu sayede kırılır. Bu arada işgalcilere karşı savaşma konusunda bütün kadınlar Hirut gibi düşünmemektedir, özgürlüğün işgalcilerden geleceğini umanlar da vardır. Aster’le Hirut hemfikirdirler, ama bu iki kadının arasına da Kidane’nin Hirut’a gösterdiği ilginin yön değiştirmesi girer. Üstelik bu yön değiştirme her ikisi açısından da kabul edilebilir değildir. Aster kocasını kıskanmaktadır, Hirut’unsa iradesi hiçe sayılmaktadır, açıkça şiddet görmektedir. Ne ki her ikisi için de Kidane komutandır. Roman, bir boyutuyla savaşta kadınların neler yaşadıkları üzerine bir metin, ama aynı zamanda savaşın onlar için İtalya’nın işgaliyle başlamadığının da altını kalın kalın çiziyor. Kadınların kendi aralarındaki sınıfsal ya da feodal ayrımları ihmal etmeksizin…
Maaza Mengiste’nin romanının özgün yanı ise, büyük ölçüde Afrika’ya özgü olduğu söylenebilecek kimi temel noktalar üzerinden olayları, kişileri, durumları, meseleleri aktarmasında. En önce ses ve ritim anılabilir. Bir başka odaksa ışık ve gölge. Bunlara, bir kişiye, nesneye isim koymaya, adlandırmaya verilen önem, biçilen değer ve anlamlar eklenebilir. Romanı Afrikalı kılan olayların Etiyopya’da geçmesinden önce belki de bunlar.
Ses ve ritim, romanda insanların başkalarıyla iletişiminin çok ötesinde anlamlar taşıyor, işlevler görüyor. Başkalarından önce kişinin kendisiyle arasındaki bir teması da sağlayabiliyor. Keza yeryüzüyle de… Elbette başkalarıyla da… Bir örnek:
“Hirut, bir gerçeği ritme dönüştürüp hafızasına kazımak için şarkı söylerdi. Bir şarkı uydurarak olanları değiştirebilir, olayların akışını tersine çevirebilir, hatta olan biteni unutturabilirdi.”(s. 51)
Roman kişilerinin sese, ritme verdikleri özel anlamlar söz konusu, bunlar inançlarıyla, insanı, doğayı nasıl bir ontoloji içerisinde algıladıkları konusuyla doğrudan ilişkili, bu nedenle onların hikâyelerini sesten, ritimden yalıtık almak eksik olacaktır, beri yandan anlatılan hikâyelerin ses/ritim boyutuna verdiği önem ve çektiği dikkatle Mengiste’nin roman okurları için de kendi algı kapılarını aralayan yeni bir perspektif sunduğu da söylenebilir.
Bir kutlama sahnesi var Gölge Kral’da. Zafer kutlaması değil, tam tersine daha savaşın başlarında, hatta en başında, “Kidane İtalyanları ülkeden kovmak için savaşmaya devam edeceklerini ilan ettikten sonra” başlayan bu kutlamada kamp ateşi çevresinde kadınlarla erkekler dans ederler. Hirut, usta bir eskesta dansçısının hareketleriyle kendisini dansa çağıran Aklilu’ya eşlik eder.
“Hirut öne doğru adım attı. Göğsü Aklilu’nun göğsüne yaklaşmıştı. Sonra kendisini serbest bıraktı. Vücundaki kemiklerin ve kanın ağırlığı yokmuş gibi omuzlarının kendi kendine hareket etmesine izin verdi. Dans edip havaya, daha yükseğe zıplıyorlar, kendilerini coşkuya ve sevinç çığlıklarına kaptırıyorlardı. Minim, Hirut’a bakıp başını salladıktan sonra büyük savaşçı Aklilu’dan, onun kalbini fetheden kadından, ikilinin Etiyopya Ana için birlikte nasıl dans ettiklerinden bahseden bir şarkı söylemeye başladı.” (s. 189)
Bu dansın sonunda Hirut, “Yeryüzündeki bütün ışıkların toplandığı yer burası, diye düşün[ecektir]. Hirut karanlıkta debelenirken ışık hep buradaydı.” Omuz figürlerinin baskın olduğu bir yerel dans olan eskesta’dan Mengiste’nin ilk romanı, Beneath the Lion’s Gaze’de de söz edilir. Bu kez sekiz yaşındaki oğlunun öfke nöbetini yatıştırmaya çalışan Selam'dır dansa başlayan. “Kalp hareket edemeyeceğini düşündüğünde beden dansa başlar,” der oğluna.
“Kolunu kaldırdı, hayali bir silahı sımsıkı kavradı, belini doğrulttu. Babam savaşa gitmeden önce dans edermiş; kalp bedeni takip eder. Dans et, bütün gücünle dans et. Dawit’in kendisi kadar hızlı hareket etme çabaları karşısında gülmekten kendisini alamıyor, coşkuyla alkış tutuyordu. […] Ellerini kalçalarına götürerek ve omuzlarının aşağı yukarı hareket ettirerek, Bunun gibi, diye emretti. Bunun gibi. Şimdi daha hızlı. Düşünme, kalbinin istediği gibi hareket et, bedeni görmezden gel. Kasları serbest bırak. Danslarımızda öfkeye yer yok, suymuşsun gibi kemiklerinin üzerinden ak.”
Aynı zamanda ses bir silah da olabiliyor, ya da kurtarıcı – bazen gücü yetmese de. Romandaki savaş sahnelerinden birinde “bir yerden kadınların ince sesleri duyul[ur]”. Bu sahneyi önce Albay’ın dürbününden görürüz, İtalyan tanklarını seçer gözleri.
“Çelikten, lastikten yapılmış bu tanklar mühimmatla doluydu ve insanoğlu buna rağmen mucizeler yaratabilirdi belki, ama bu sahnede kadınlara ve şarkılara yer yoktu.” (s. 167)
Ne var ki az sonra dürbününü daha net ayarlayınca yanıldığını anlar. “Kadınlar, yerçekiminden etkilenmiyormuş gibi, yumuşak ayaklarına batan keskin taşların bir önemi yokmuş gibi tepeden aşağı koşturuyordu[r].” Gördüğünün bir yanılsama, bir serap olduğunu düşünür Albay. Sesler devam edince yanıldığını anlayacaktır. Bu sırada Kidane’nin askerleri tanklara doğru koşmaya başlarlar. Artık Kidane’nin gözünden görmekteyizdir.
“Adamların bunu [tankları durdurmayı] tek bir kılıçla, bir kurşunla yaptığını biliyordu. Bu ânın şarkılara konu olacağını, bir milletin hafızasına sonsuza kadar kazınacağını biliyordu. […] Yukarıda şarkı söylemeye başlayan kadınların sesi gökyüzünden yağan yağmur gibiydi.” (s. 167-168)
Peşinden Hirut’a geçer anlatıcı. Hirut, Aster’in bağırarak kadınlara daha yüksek sesle şarkı söylemelerini emrettiğini fark eder.
“Daha yüksek sesle söyleyin ki sizi duysunlar. Bedenler, nefesler, şarkılar dalga dalga yayılırken Hirut durmaksızın yükselen seslerden başka bir şey düşünemiyordu. Cesaretten, düşmanlardan bahseden şarkıyı söylerken gökyüzünün kayıp gittiğini, ahenkten yoksun gürültülerin yumuşayıp uğultuya dönüştüğünü, yeşil, bereketli vadinin dayanılmaz güzelliğiyle önünde açılıp uzadığını hissediyordu.” (s. 168)
Etiyopyalı kadın askerlerden biri. Mengiste'nin arşivinden.
Ses gibi romanda sessizlik de bir sorunsal olarak çıkabiliyor karşımıza, bu sonuncusu daha çok fotoğrafçı Ettore’nin çocukluğunu ve babasını hatırladığı bölümlerde öne çıkıyor. Babasının yıllarca süren sessizliği (hiç konuşmuyor değildir ama söylemediği, anlatmadığı ne çok şey olduğu bellidir) şöyle tanımlanıyor romanda:
“Leo [Ettore’nin babası] sessizliği bozuyor gibi görünürken sessizliği inşa ederdi. Ettore’nin babası, duyulması neredeyse imkânsız olan ve farklı bir frekansta anlam ifade eden sözler söylerdi. Ettore, […] çocukluk yıllarını söylenmeyen sözleri anlamaya ve içine hapsolduğu karanlığı tanımlayan bir dünyayı gözünde canlandırmaya çalışarak geçirdiğini bir kez daha fark ediyordu.” (s. 83)
Bu sessizliğin de bir sesi olduğunu ve bu şekilde babasının ne söylediğini, ne anlattığını anlamaya babasından gelen mektupla başlar Ettore, ama esas olarak savaşta tanık oldukları, başına gelenler, gördükleri (ve fotoğrafını çektikleri) yol gösterici olacaktır.
Keskin Afrika güneşi altında ışık kadar gölgeler de çok belirgindir; ışık-gölge eksenine romanda özellikle Ettore’nin fotoğrafçılığı bağlamında değiniliyor. Bu bahse geçmeden Maaza Mengiste’nin romanındaki bir noktaya dikkat çekeceğim. Mengiste’nin romanını “şiirsel” kılan bir yan var, o da nesnelerin, görüntülerin çokanlamlılığı. Düz anlamların ötesine açılan başka anlamlara da işaret eden bir üslup dikkat çekiyor. Işık-gölge ekseni de, romanda hem Afrika’nın keskin ışıklı (ve dolayısıyla keskin gölgeli) atmosferini güçlendirirken aynı zamanda iyilik-kötülük ve benzeri ikiliklerin kaçınılmazlığıyla bireyin seçme/seçmeme iradesini sorunsallaştırıyor.
Gölge Kral, görsel yanıyla da dikkat çeken bir roman. Görüntüler, sahneler çok canlı. Bazen (Koro’nun “bulunduğu” yer dolaylarından) yukarılardan, kuşbakışı, bazen de ayrıntıların görülmesine imkân veren yakın bir mesafeden aktarılıyorlar. Roman kişilerinden biri fotoğrafçı ve romanın kimi bölümleri bazı fotoğrafların kuru, dolaysız tasvirinden ibaret. Bununla beraber, görselliğin romanda öne çıkması sadece biçime dair bir mesele değil, fotoğrafçının uğraşı, vazifesi ve yaşadığı kriz de görsellik ya da görme biçimi üzerinden sorunsallaşıyor. Ettore’ye verilen görev çoğunlukla öldürülürken, katledilirken ya da bunların sonrasında Etiyopyalıların fotoğraflarını çekmesi. Doğrudan tetiği çeken kişi olmaması (ki bunun doğruluğu-yanlışlığı bile tartışmalı bir mesele olarak ortada bırakılır romanın bir yerinde) bir nebze ruhunu kurtarabilir, gelgelelim propagandaya alet edilmesini bile bir kenara bıraksak, fotoğrafını çektiklerini seyretmesi hiç kolay değil. Kameranın vizöründen bakmakla çıplak gözle bakmanın aynı duyguyu yaratmamasına sığınır Ettore. Kamera, görmekte olduğunu bir nebze kabul edilebilir hale getiriyordur.
“Vizörden bakınca Hirut’un küçük, yalnız bir figür olduğunu gördü. Hirut, odaklanıp bir araya getirdiği dağınık parçalardan ibaretti.” (s. 351)
Bu, fotoğrafçı için geçici bir rahatlamadır en nihayetinde. Çok yakın olduğu için net görüntüler alamayacağını bildiği halde Hirut’un gözlerinin fotoğrafının çekmeye kalktığında, “görebileceği tek şeyin utanç ve korku arasında gidip gelen bir öfke olacağının [da] farkında[dır]”. Bu noktada sadece yokluğunda babasıyla konuşarak nedamet getirmeyi dener.
“Bana emredileni yapıyorum, baba. Emirlere boyun eğen bir hayvanım. Hizmet ederek ayakta duran bir yaratığım ben.” (s. 352)
Birdenbire ortaya çıkan bir huzursuzluk değildir Ettore’nin içini kaplayan. Babasının geçmiş hayatına dair bir şeyler öğrenmesinin ardından şiddetlenmiştir. Sadece babasına seslenmez, bazen de onun söylediklerini işittiğini hayal eder. Bu hayalî diyaloglardan çarpıcı biri, ağaca asılan genç bir Etiyopyalının fotoğraflarını çekmesinin ardından başka askerlerle beraber gittikleri barda kulağına dolar. “Mahkûm hâlâ ağaçta asılı[dır]”, “Ettore’nin fotoğraf makinesi hâlâ boynunda sallanıyordu[r].” Evinden uzakta, Etiyopya’da bir barda olduğunu bilmekle beraber “babasının elinde bir yığın fotoğrafla bara girip cevap beklediği o görüntüyü yok edemiyordu[r] […] babasının sesinden başka şey duyamıyordu[r]”.
“O beden gölgede mi yoksa ışıkta mı duruyor? Unutma oğlum, evde değilsin. Burada şiire yer yok. Bu duvarlar arasında onurlu bir bakış yok. Genç bir adam bir ağaçta sallanırken bu barda gözlerini bu kıza diken askerler karşısında ne söylemek istersin oğlum? Gözler gölgede kalan bir nesneye bakmaktansa ışıltılı bir bedene bakmayı tercih eder diyebilirim, baba. Gözler bakmaya güç yetirebildiği şeylere bakar, diyebilirim. Gözler doyumsuzdur. Gözler, keskin bir ışığın açığa çıkardığı gölgeleri bulup yutmak ister.” (s. 211)
Işık-gölge ikiliği çok zaman iyilik-kötülük ikiliğine koşut yerleştirilir ve iyilikle ışık denk görülür, kötülükle de gölge. Mengiste ışıkla gölge arasındaki çekişmeyi başka bir gerilime taşıyor, güçlüyle güçsüz arasındaki karşılıklı konumlanışa. Gizli saklı, gölgede değil ışığın altında yapılanların, ilk anda tahmin edileceğinin aksine, bir tür görünmezlik perdesiyle kuşatılacağı durumları işaret ediyor. Muktedirlerin aleni ve aşırı şiddeti neden yeğledikleri sorusuna da bir yanıt değil mi bu? Gözlerin bu kadarına bakmaya güçlerinin yetmeyeceğini biliyor olmalarından.
İsimler bahsine verilen öneme pek çok geleneksel kültürde rastlanır, Mengiste bu isim bahsini isimlerin söylenmesiyle, bir anlamda “ses”lendirilmesiyle, karşılık geldiği öngörülen öznenin ya da nesnenin yanı sıra ismin bir ses olarak da varlık kazanmasıyla ilişkilendiriyor – havada hareket eden, gırtlaklardan, ağızlardan kulaklara ilerleyen bir varlık olarak isim! Bu izleğe romanda farklı bağlamlarda değiniliyor, dikkat çekiliyor. En çarpıcısı, öldürüleceklerini anlayan Etiyopyalıların bir başkaldırı biçimi olarak kendi isimlerini haykırmaları. Bunu, tam da Ettore onların fotoğraflarını çekerken yaparlar.
“Bağırarak söyledikleri adları boşlukta yankılanıp yükselirken ve bu isimler kulakları sağır eden bir koronun nakaratı gibi tekrarlanırken Ettore’nin yapabildiği tek şey uçurumdan düşen bu bedenlerin fotoğrafını çekmekti. Uçurumun kenarından su altına dalıyormuş gibi, hava almak için çırpınıyormuş gibi dökülüyorlardı. Büyüleyici bir rüya ile insanı hareketsiz bırakan bir kâbus arasında dönüp duruyorlardı. Ağza alınmayacak hayalet kelimeler gibi, gökyüzünde koyu lekeler gibi dönüp duruyorlardı.” (s. 296-297)
İsim konusunun sesle birlikte ifadesini bulduğu bir başka örnek daha var: Kidane, bir gece Hirut’u iradesi dışında alıkoyduktan sonra genç kadına, “Adımı söyle, adımı söyle, hadi söyle” diye baskı yapar. Aralarındaki bağın niteliğinin değişeceğine mi inanıyordur bunu isterken, ya da Hirut bunu yaptığında Kidane’nin erkini tam anlamıyla kabul etmiş mi olacaktır, yahut bedeninden sonra, ağzından çıkacak seslere de hâkim olacağını mı düşünüyordur Kidane? Bunların yanıtı verilmez romanda, Hirut’un Kidane’nin arzusuna verdiği tepkiyse apaçık anlatılır.
“Hirut bunu yapmak [Kidane’nin adını söylemek] yerine hiçbir şey söylemeden kendini öylece bıraktı. Kidane ona başka bir seçenek, bir şans, bir umut, bir kaçış yolu bırakmadığı için böyle davranıyordu. Hiçbir şey olmadığı için ve söyleyecek hiçbir şey kalmadığı için ağzını açtı. İlk başta kendisiyle, içindeki boşlukla dalga geçiyormuş gibiydi ama sonra ağzı kendi kendine açıldı, boğazındaki kabarcık kafasına kadar yükseldi. Sonra esnedi. Bu hem saçma hem de rahatlatıcı bir hareketti. Hem sarsıcı hem hafifleticiydi. İçinde açılıp yayılan bir yumruk gibi, öfkenin yakıp şekil verdiği uzun, geniş bir soluk gibiydi.” (s. 231)
Kidane bu hareket ve sessizlik karşısında şaşkınlığa uğrar, böyle bir şey beklemiyordur.
“Kes şunu, dedi Kidane. Şaşkınlığı yüzüne yayılmıştı. Gözlerini kapattı ama artık çok geçti. Gücünü kaybetmişti. […] Kidane çabalıyordu ama artık çok geçti. Hirut’un yüzüne yayılan umursamaz ifadeyi görmezden gelemiyordu. Hirut gözlerini kaçırmadı. Artık Kidane’nin sert kabuğunun üzerindeki çatlakları, zayıflığını ele veren hassas noktaları görebiliyordu. […] Aslında Kidane, Hirut’un savaşmasını bekliyor, karşı koyarak ona kazanabileceği yeni bir savaş vermesini istiyordu.” (s. 231-232)
Kidane’nin öfkelenip üzerinden kalkmasının ardından, Hirut “gözyaşlarının kurumasını, kelimelerin geri dönmesini bekle[r]”, ne ki sesi çıkmaz. Hirut da şaşkındır.
“Hayatta kalmak için direnen bedenine öfkelenmişti. En sonunda ayağa kalktı, panik içinde sallanıp tökezleyerek geriye dönüş yolunu buldu. Kaçış yoktu. Savaştan kurtulmak için savaşın içinden geçmekten başka çare yoktu. Bir asker olmaktan, hiçbir işe yaramayan Wujigra’sını [babasından kalan eski tüfek] alıp düşmana doğrultmaktan, ölümün merhametine sığınmaktan başka şansı yoktu.” (s. 232) [Vurgu eklenmiştir.]
Vurguladığım cümle romanda bir laytmotif gibidir, aynı cümleye ya da benzerine romanda başka bölümlerde de rastlarız. İlk olarak Kidane’yle evlendikleri gece Koro, Aster’e, “İçinden geçmeden bundan kurtulamazsın” (s. 55) diye seslenir. Bir başka sahnede Hirut’un ağzından duyarız. Yukarıda aktardığım, kadınların dağlarda şarkı söyledikleri sahnenin devamında. Kadınların dağlarda dimdik koşarak şarkı söylemelerini İtalyan uçaklarından serpilen hardal gazı takip etmiştir. Daha sonra o günü anlatırken, “Koşarken ayaklarımız yanıyordu, diyecekti[r]” Hirut.
“Çığlık atarken boğazımız tıkanıyordu. Gözümüzü açtığımızda canımız yanıyordu. […] Kadınlar, diğerlerini yola devam etmeye zorluyordu, diye anlatacaktı sonradan. Çünkü içinden geçmeden oradan kurtulamazdık; savaşın içine girmeden, hiç düşünmeden adamlara doğru, o uçaklara doğru koşmadan oradan kaçamazdık.” (s. 169)
Romanın sonlarına doğru da, Etiyopyalıların İtalyan birliğine saldırması sırasında bu kez Albay Fucelli askerlerine, “İçinden geçmeden buradan kurtuluş yok,” diye bağırır, “İleri gitmekten başka kaçış yolu yok.” (s. 392)
Bu cümle gibi romanda birkaç kez karşılaştığımız bir önerme daha var. Ettore’nin babasının bir sözü olarak çıkar karşımıza: “Hayattaki en önemsiz şey bedenlerin sınırlarıdır.” Romanın sonlarına doğru Hirut aynı cümleyi içinden geçirir. Aslında benzer bir düşünce çok önce gene Hirut’un aklından geçmiştir. Katledilen Etiyopyalıların yasını tutmaya gelen kadınların ölenlerin isimlerini haykırdıklarına tanık olduğunda aklına Beniam gelir. İtalyan ordusunun saldırısında ağır yaralan genç bir adam, hatta bir çocuktur bu. Hirut bir süre onun kollarını kollarına dolayıp beraber ilerlemiş, ama bir süre sonra bırakmak zorunda kalmıştır. Beniam’ın haykırışları kulaklarından gitmeyecek, “sonrasında yaşadığı [bu] anları unutmak için her gün çalışacaktı[r]”. Ama bu çok mümkün olmaz, çünkü “ölülerin fiziksel sınırları” yoktur. İşte, bu cümleyi uzun yıllar sonra çok tedirgin olduğu bir karşılaşmada yeniden hatırlayacaktır. Beniam’ın haykırışlarının fiziksel sınırları tanımaması gibi, kişinin kendisini de bulunduğu yerden başka yerlere taşıması, olduğu kişiden başkası olarak kurgulaması, yaratması, halihazırdaki sınırı aşması mümkündür, bunu yaşayarak öğrenmiştir – “içinden geçerek” öğrenmiştir. Esir düştüğünde ya da Kidane ona tecavüz ederken kendisini sadece bir askere dönüştürerek içinden geçebilmiştir, atlatabilmiştir. Yıllar sonra yaşadığı tatsız, hafızasındaki bütün kötü anıları dirilten karşılaşma anında da bu geçer aklından, yeniden “sadece bir asker olmak” ister ve bu cümleyi hatırlar: “Hayattaki en önemsiz şey, bedenlerin sınırlarıdır.”
Bedenlerin sınırlarının aşılması, kuşkusuz, dönüşüm imkânının vurgulanması. Bu dönüşüm olumlu da olabilir, olumsuz da. Dönüşümün bir kerede olacağı, bir kez yaşandıktan sonra artık sabit kalacağı da kesin değil. Ettore’nin babasının mektubunda vurguladığı gibi.
“Sana daha önce de söylemiştim; var olan her şey ışık ve gölgeyle çevrilidir. Dünyada bu ikisinin arasında gidip gelerek hareket ederiz.” (s. 290)
Işıkla gölgenin varlığı kadar hareket de önemli burada. Üstelik hareket halinde olan sadece biz değiliz, Ettore’nin babasının cümlesini de hareket ettirmek lazım: Dünyada bu ikisinin arasında gidip gelip hareket ederiz, dünya da bu ikisinin arasında gidip gelir. Yeni başlangıçları, değişimi mümkün kılan, sınırların aşılmasına olanak sağlayan bazen de budur. Dans ettikleri akşam, Hirut’un, karanlıkta debelenirken ışığın hep orada olduğunu düşünmesini hatırlayabiliriz; bir şeyden kurtulmak için içinden geçmek gerektiği fikrini de.
Maaza Mengiste’nin romanının vurgulanması gereken temel bir özelliği, olay örgüsündeki, iç içe geçen, birbirine bağlanan hikâyelerdeki hareketlilik. Aksiyon bolluğu değil kastettiğim (ki bu yanıyla da “hareketli” bir roman Gölge Kral); olay örgüsünde dikkat çekici bir dinamizm var. Gidişat değişiveriyor, inişler çıkışlar, bir yerde olumlu yanlarına tanık olduğumuz roman kişisinin berbat yanlarıyla tanışmamız… kişiler değişiyor, dönüşüyor, ya da bunu başaramamanın sancısı içindeler, hain olduğu zannedilen kahraman çıkabiliyor, hasımlıklar dostluğa dönüşebiliyor, düştü artık kalkamaz denen kişi doğrulabiliyor (bu durum da romanın “iyi” kahramanları olduğu kadar “kötü”ler için de geçerli, burada da sabitlik yok). Olay örgüsü de, denebilir ki, ışıkla gölge arasında gidip geliyor. Daha önemlisi, bir şeyin aslıyla gölgesi de yalıtık değil bu hareketlilikten, gidip gelmelerden, yer değiştirmelerden! (Yazı boyunca hiç girmedim, ama romanın adının “Gölge Kral” olması boşuna değil. Bunu belirtmekle yetineyim.)
Yaşanmış bir savaş hakkında, büyük büyükannesinin yaşadıklarından esinlenerek kaleme aldığı, roman kişileri arasına imparatoru da kattığı, somut tarihî göndermelerle dolu Gölge Kral’da Maaza Mengiste, didaktik bir tarihî roman yazma tuzağına düşmemeyi başarmış. Daha önemlisi, anlattığı hikâyeyi, yerellikten, yerel öğelerden alabildiğine yararlanmasına rağmen evrensel kılmayı başarmış.
•
NOTLAR:
[1] Maaza Mengiste, Gölge Kral, çev. Esma Fethiye Güçlü, Timaş Yayınları, 2022, 426 s.
[2] Maaza Mengiste, Beneath the Lion’s Gaze, Vintage Books, 2010.
[3] Köleleştirilmiş Aşçı'nın ismini hiç zikretmemesi, kendisine "Aşçı" diye hitap edilmesini istemesi de isim konusunun taşıdığı öneme bir vurgu olarak değerlendirilebilir. İsim, bu kez özgürlüğe işaret ediyor.
GİRİŞ RESMİ:
Maaze Mengiste (ortada), Aster (solda) ve Hirut (sağda) isimlerini yakıştırdığı iki anonim figürle birlikte. Romana ilham veren arşiv fotoğraflarından.