Kurmacanın gölgesindeki gerçeklik algımız ve COVID-19

"COVID-19’la mücadele günlerinde, sanırım bir şeyle daha mücadele içindeyiz. Gerçeklik algısı diye tanımlanabilecek bu diğer mücadele, en az ilkiyle yapılan kadar çetin geçiyor. Çünkü bastığımız zemin oynamaya başladığında, yani gerçeklik algısı sarsıldığında insan hemen rasyonalizasyon peşine düşüyor."

08 Nisan 2020 22:11

Edebiyat ya da genel anlamda sanat, kriz dönemlerinde nasıl bir işlev üstlenebilir? Sanatın illa bir işlev üstlenmesine gerek yok elbet, ancak yaşadıklarımıza benzer felaket dönemlerinde insanlar doğal olarak hayata daha pragmatik bakma eğilimindedir. Bunda şaşılacak ya da garipsenecek bir durum yok. Böyle dönemler yükte hafif pahada ağır eşyaların seçildiği zamanlardır. Sanat tehlike anında atılacak ilk şeylerdendir. En azından büyük çoğunluk için diyelim.

Elbette genelde sanat özelde edebiyat istendiği zaman taşınan, lüzum görüldüğünde bırakılan bir unsur değil. Sanat onunla yaşayan, dünyaya onun penceresinden bakmaya alışmış bir hayata içkindir daima. Batmakta olan bir gemide bile etrafındakilere ezberden şiir okuyan birileri olacaktır. Fazla mı ütopik? Belki de değil.

COVID-19’la mücadele günlerinde, sanırım bir şeyle daha mücadele içindeyiz. Gerçeklik algısı diye tanımlanabilecek bu diğer mücadele, en az ilkiyle yapılan kadar çetin geçiyor. Çünkü bastığımız zemin oynamaya başladığında, yani gerçeklik algısı sarsıldığında insan hemen rasyonalizasyon peşine düşüyor. Zira zemini yeniden sağlamlaştırmanın en temel yolu bu. Yanıtı aranan soru basit. Bu hastalık durup dururken nereden çıktı?

Bugünlerde her birimiz birer enfeksiyon uzmanı olduğumuz halde, yukarıdaki soruya verilen bilimsel yanıtlar bizi tatmin etmiyor. Çünkü bilim, özellikle yeterli deney sayısına ulaşmadan kesin ifadeler kullanmaz. Üstelik bilimde kesinlik, ontolojik olarak problemlidir de. Klasik neden-sonuç ilişkisiyle düşünen bizler için, hele böyle dönemlerde yeterince pragmatik değildir bilim. Salgının biyolojik bir silah olduğu yönündeki teoriler çok daha hızlı ve rahat alıcı bulur. Üstelik DNA dizilimine bakıldığında dışarıdan bir müdahalenin olmadığını söyleyen önemli çalışmalar olduğu halde… Peki ama neden?

Muhtemelen en temel neden, biyolojik silah teorisinin geleneksel düşünme biçimimize son derece uygun olması. Belirsizliğe tahammülü olmayan bizim gibi canlılar için rahatsız edici boşluklar bırakmıyor. Kötüler yüzünden acı çeken iyiler senaryosu. Oysa yaşadığımız salgın, içinde tıbbi, siyasi, ekonomik, davranışsal unsurların olduğu çok boyutlu bir sorun. Ama aynı zamanda belki edebi de bir sorun.

Kurmacayı yaşanan hayattan ayıran şey, gerçekliğin eksikliği değil rasyonelliğin fazla oluşudur, der Poetika’da Aristoteles. Klasik bir kurmaca eserde olaylar rastgele meydana gelmez. Birbiriyle bağlantılı, açık bir nedensellik vardır hep. Paris, Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen’i kaçırdığı için Akhalar Truva’ya saldırmıştır. Seferin altında yatan daha komplike politik nedenler destanda, yani klasik kurmacada talidir. Ortada bir aşk öyküsü vardır. İlahi kudretlerin insanlara dayattıkları yazgıların yanında kurmaca eser, sorumluluğu insana verir. Her felaket belirli bir nedensellik çerçevesinde gelişir.

Bu klasik neden-sonuç ilişkisine bağlı düşünme biçimi bir yönüyle beynin düşünme sistemine de fazlasıyla uygundur. İlk akla gelen basit düşünceye inanmayı, Psikoloji Profesörü Stuart Sutherland Bulunabilirlik Hatası diye kavramlaştırıyor. Zihinde güçlü duygular uyandıran, dramatik, sansasyonel ya da güvendiğimiz dünyanın devamını sağlayan olguları tercih etme eğiliminde olduğumuzu söylüyor. Hal böyle olunca, peşine düştüğümüz şey gerçek değil, düşünce dünyamızın devamını sağlayan olgular oluyor. Burada klasik kurmacanın neye tekabül ettiğine daha yakından bakmak faydalı olacaktır.

Kurmaca hayatımızın her alanına sirayet etmiştir. Hikâyeler içine doğar, hikâyelerle düşünür, hikâyelerle iletişim kurar ve yine arkamızda hikâyeler bırakarak ölürüz. Aristoteles bütün insanların doğaları gereği bilmek istediklerini söyler. Tanımadığımız biri hakkındaki önemsiz bilgiden kâinatın sırlarına kadar her şeyi öğrenmek isteriz. Ancak bu bilgi toplayıcılığı gelişigüzel değildir, bütüne ulaşmak belli bir nedenler zinciri vasıtasıyla olur. İşte bu noktada, ister sofistike ister çok basit bir günü betimleme eylemi olsun, hikâyeler devreye girer. Hikâyeler tüm insanlık tarihi boyunca bilmenin ve öğrenmenin en doğrudan yolu olmuştur. Aristoteles’in basit nedenler zincirinden oluşan örüntü mantığı klasik kurmacanın temelini oluşturur. Elbette burada Aristoteles’e haksızlık etmemek gerek. Platon’un sanatın tamamıyla bir taklit olduğu görüşünü ele alıp, taklidin bilme ve öğrenmeyle bağlantısını ortaya koymuş, bugün bizim olay örgüsü dediğimiz zincirleri geliştirerek klasik kurmacanın temellerini atmıştır. İşte aslında bu poetika, Platoncu anlamda insanın düşünme biçiminin mimesisidir. Taklididir yani.

Ancak bugün modern anlatılar manzum tragedyalar değildir. Hayat hiçbir dönemde olmadığı kadar karmaşıktır. Apaçık ortada olan anlam, görüntülerin arkasından buradayım diye parlayan öz artık çok uzaktadır. Neden ve sonuçlar arasında doğrudan değil paradoksal bağlantılar vardır. Dünyayı yeniden dizayn etmek isteyen kötü adamlar tarafından laboratuvar ortamında geliştirilen bir virüs ve bu yüzden acı çeken insanlar kurgusu, manzum tragedyalar için son derece uygundur. Aynı zamanda sofistike olmayan, rahatlatıcı bir düşünme biçimidir. Ama hayvandan hayvana geçen ve insan vücudunda etkisizken mutasyona uğrayıp çoğalarak varlığını sürdürmeye başlayan, dahası mutasyona devam etme özelliği bulunan bir virüs ve doğanın düzenini bozan ve oluşan bu entropiden kendisi de etkilenen insan hikâyesi, olsa olsa modern ve girift anlatıların konusu olabilir. Çünkü bu hikâyede neden ve sonuç sarmal şeklindedir. Baş ve son yoktur. Klasik anlatı penceresinden bakacak olursak, giriş-gelişme-sonuç üçgeninde, gelişme aşamasına ebedi bir tutsaklık söz konusudur belki de.

Hal böyle olunca, yaşanan bu küresel krizde, adına haber denilen bazı ilkel kurmacaların büyük çoğunluğu bahsi kazanması en olanaklı ata, bulunabilirlik hatasına oynar. Basit bir neden sonuç ilişkisiyle ayağımızın altından kayan zemini sabitler. Kötü adamlar kötülük yapmaktadır. Oysa özelde edebiyat, genelde sanat yerküreyi ve oradaki hayatta kalma mücadelesini daha derli toplu ve derinlikli bir şekilde değerlendirme olanağı sunar. Onun içindir ki, batan bir gemide okunan bir şiir bazen bir can simidi işlevi görebilir. Zira o şiirin arkasında kadim bir gelenek, deneyim ve derin bir içgörü vardır.

 

GİRİŞ RESMİ:

Titanik (1997, James Cameron) filminde, geminin batış sahnesinde çalmaya devam eden orkestra.