Medyatikleşen Kültürler kitabı özellikle de ağ toplumu, enformasyon toplumu gibi kavramlar arasında yaşadığımız günü nasıl tanımlayacağımızı, kültürü, ulusu ve daha birçok kavramı nasıl anlamlandıracağımızı düşünürken bize rehberlik ediyor...
15 Ekim 2015 14:50
Hayatımız medyatikleşiyor. Hayatlarımızdan belirli fragmanları tereddütsüz bir şekilde birbirimizle paylaşıyor, gündelik davranışlarımızı ve tüketimimizi medyatikleşen yaşamlarımızın gereksinimleri üzerine kuruyoruz. Selfie yanında selfie çubuğunu getiriyor. Kısa zaman içerisinde birçoğumuzun yüzünün poz verirken bazı kaslarını daha fazla geliştirebileceği ortada. Peki ne oldu da böyle büyük bir değişimle karşı karşıya geldik? Ne oldu da “medyatik” olduk? Mehmet Pişkin’in ve Jim Carrey’nin eski kız arkadaşı Cathorina White’ın intiharları hayatımızın ne denli medyadikleştiğini ve bu medyatikleşmenin ne denli kritik bir karakteri olduğunu gösteriyor.
Medyatik kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğünde iki anlamını görüyoruz: Birinci anlamı “iletişim araçlarına özgü olan” şeyler için kullanılanı, ikinci anlam ise günlük dilde daha sık kullandığımız anlamı yani “medyada sıklıkla yer alan, çok görülen, çok bilinen” şeklinde tanımlanmış. İki anlam farklı metinlerde birbirlerinin yanlış anlaşılmış versiyonlarıyla defalarca anlaşılsalar da kesiştikleri noktalar da var, özellikle teknolojik belirlenimci perspektifte iletişim araçlarına özgü, onlara ilişkin teknolojilerin kültür içerisinde yukarıdan ya da aşağıdan ne denli büyük değişiklikler yarattığına ilişkin sayısız örnek var.
Andreas Hepp’in Çiğdem Bozdağ ve Elif Posos-Devrani tarafından çevrilen Medyatik Kültürler isimli Dipnot Yayınları’ndan çıkan kitabı aslına bakıldığında, “medyatik” kelimesinin her iki anlamı arasında bir ilgi olduğunu da gözden kaçırmayarak günlük hayatımızı yöneten ikincil iletişim araçlarının (örneğin cep telefonlarımızın, Twitter hesaplarımızın vs.) günlük yaşamı ve kültürümüzü hangi boyutlarıyla etkilediğine göz atıyor. Ama yazarın da ikinci baskının önsözünde itiraf ettiği üzere bir kurumsal yapısalcılıktan ziyade toplumsal etkilere yoğunlaşan bir anlatım ve yöntem söz konusu.
Kitap iletişim alanında çalışanlar için kavramlar konusunda harcanmış uzun bir eforu doğru şekilde açıklayabilmek adına ayrıntılı bir giriş bölümüyle başlıyor. Bu aslında iletişim çalışmalarının ruhuna oldukça uygun, zira gelişen teknoloji karşısında yaklaşımlar kadar kavramlar da eskiyebiliyor ya da muğlaklaşabiliyor. Tam da bu yüzden kitabın daha en başında, iletişim, medium (iletişim aracı olarak) ve kültür kavramlarının kendi kullandığı tanımlarını yapıyor yazar. Yakın zamanda Türkiye’de ortaya çıkan iletişim metinlerinde de siyasal metinlerde de yeterince karşılaşamadığımız bu özen kitap boyunca okura yardımcı oluyor.
Elbette yeni medya teknolojilerine bağlı medyatikleşmenin kültürel sonuçlarını ölçtüğünüz bir kitapta Frankfurt Okulu’nun daha önce yıkandığı nehirde tekrar yıkanamasanız da o dönemin ve takipçisi olan dönemlerin metinlerine takılıyorsunuz. Yazarın Frankfurt Okulu’nun üstünde durduğu kitle kültürü ile yeni medya araçlarıyla birlikte ortaya çıkan kültür arasında bir ayrım yaptığını görüyoruz. Üretici-tüketici ilişkisini aşan, tüketici ve meta kavramlarını tam olarak olmasa da dönüştüren yeni iletişim teknolojilerini ele alıyor. Kitlesel medyanın bize sattığı “sahte-bireyselliklere” yönelik eleştirel bakışı vurgulayıp Adorno ve Horkheimer’in kendi tabiriyle “kasvetli” perspektiflerinden kaçınıyor. Bu özellikle de Almanya çıkışlı bir metin açısından pek de alışıldık bir tutum değil.
Hepp’in medyatikleşen kültür üstüne yazdıklarında belirgin olan noktalardan biri teknolojinin rüzgarına kendini çok kaptırmayışı ve bunun konservatif bir tutumla değil, teknolojinin ve “siber” kültürün karakterine hakimiyeti. Yani medyatikleşme ve nihayetinde kültürün “siber kültürleşmesi” şeklinde bir dizi durumun gerçekleşmesi üstünden siber kültür kavramı üzerine kurulan bir kavram bekleyenler yanılıyor. Bu kitap özellikle de “siber kültürler” konusunda ahkam kesmeden önce içinde bulunduğumuz durumun anlamlı bir analizini içeriyor. Ona siber demiyor; ama teknolojik olarak şekillendirilmiş olma durumunun hakkını veriyor. Açıkçası Hepp’in bu yaklaşımı başta bilgi toplumu olmak üzere birçok kavram konusundaki tezcanlılığımıza da bir dur diyor. Frank Webster’in Enformasyon Toplumu Teorileri isimli kitabında da değindiği bu tezcanlılık, gerçekten de dünyayı ve kültürü anlamadaki batı merkezci teknolojik belirlenimci yaklaşımlara biraz da olsa kendilerine çekidüzen verme fırsatı tanıması bakımından önemli.
Medya kültürü olarak tanımladığımız kültür teknik iletişim medyası yoluyla şekillenen ve bu süreçler tarafından spesifik olarak farklı yönlerde şekillendirilen bir kültür olarak tanımlanıyor kitapta. Medya kitabın anlatısına göre ikincil, araçsal pozisyonundan daha merkezi birincil bir pozisyona gelmiştir. Bu noktada McLuhan’ın tezlerine benzer bir yaklaşım ağırlaşıyor. Zira televizyon ve radyo programları ya da yeni medyadaki uygulamalar tamamıyla içerik üstünde belirleyici oluyor, kendi altkültürlerinin oluşumuna aracı oluyorlar. Medya bir merkez olarak gelişen teknolojiyle birlikte daha belirgin bir şekilde yapılandırılır.
Luckmann’ın “küçük yaşam dünyaları” olarak tanımladığı ve medyatikleşen kültürler içerisinde yerleşen dünyaları anlatan Hepp, yarı-zamanlı gerçeklikler ve “gündelik hayat dilimleri” olarak tanımladığı bu süreçler üzerinde duruyordu. Gerçekten de geçtiğimiz günlerde yazının başında değindiğimiz ve Ekşi Sözlük’te de önemli bir başlık haline gelen “intihardan önce instagram’da fotoğraf paylaşmak” başlığı ise gündelik hayat dilimlerimizin belirleyicisi olarak yeni medya kültürünün nelere mal olabileceğini önemli bir faktör olarak karşımıza çıkarıyor.
Yazara göre uzlaşmadan kutuplaşmaya, ilişki ve bağlantı kurmaktan bu bağlantıları yıkmaya dek küçük ağ parçaları ve büyük ağlarda ortaya çıkan birçok yeni durum isterseniz Castells’inki gibi bir ağ analiziyle ele alabileceğiniz bir durum. Yani birlikte oluşturulan gizli ibadet gruplarından cinsellik temalı gruplara dek mahreme ilişkin olan gruplara dahi sadece araç temelli de yaklaşabilirsiniz, uzun vadeli, neden sonuç ilişkilerine bakarak ve aracın etkilerini göze alarak da. Hepp’in bu tespiti birçok bağlamda günlük hayatımızda kendini doğruluyor. Medyatikleşen kültürümüz içerisinde “paylaşmak” üzere kurduğumuz fragmanlar sosyal yaşamımızdan farklı bir gerçekliğin değil, bizzat medyatikleşmiş sosyal yaşamımızın sonucu üzerine ortaya çıkıyor. Mehmet Pişkin’in “intihar mektubundaki” Youtube’dan dinlediği şarkı da aslında iç içe geçmiş, hem içerik, hem mesaj hem de araç haline gelmiş bu yeni medya teknolojilerinin çok boyutluluğunun temsili değil miydi?
Sahte benliklerimiz kadar topluluklar halinde kendimizi yeniden örgütlememiz de kitabın tartışma konularından. Bir “ağ toplumundan” bahsediyor olabilir; buna bağlı olarak da karşımızda bu “ağ toplumunun” bazı bileşenleri var. Geçicilik ve akışkanlık ağ toplumunun yeni teknolojilerle öyle karakteri haline gelmiştir ki bugün oluşan topluluklar ne topluma ne de geleneksel anlamda topluluk dediğimiz kavrama benzemektedir. Ortada gelenek-sonrası olarak adlandırabileceğimiz, hızlı ve akışkan biçimde şekillenen bir kültür vardır ve sürekli bir değişim halindedir. Kitabın topluluk ile ilgili bölümü, daha önce Gerard Delany’nin topluluk kitabı ile ilgili olarak yine K24’te ele aldığımız topluluğa ilişkin düşünceleri bu kez medyatikleşme kavramı ve teknolojik belirlenimler üzerinden tartışmaya açıyor. Kitle medyası “kitle kültürünü” yaratarak nasıl topluluğu öldürememişse, yeni medya teknolojileri ve medyalaşmanın da yerel ayrık toplulukları öldürmediği ve hatta aksine beslediği yönünde bir kanaati benimsiyor. Ancak tabii ki topluluklar “yerel” olanlarla sınırlı değiller.
Hepp, yerel ötesi toplulukları da topluluklar arasında ele alırken bölgesizleşmiş ve bölgesel ayrımına başvuruyor. Bir tarafa ulus, bölge, ulusal federasyon gibi kavramları koyarken öte yana da diasporaları, mezhepleri ve dini grupları, popüler kültür gruplaşmalarını (Belieberlar, Apple fanları vb.) ve toplumsal hareketleri koyuyor.
Medyatikleşen yaşamlarımız medyanın “merkezileşmediği” aksine gayri-merkezileştiği ama ironik olarak önemini arttırdığı ve bu gayri-merkezilik içerisinde daha belirleyici olduğu bölgeye/coğrafyaya bağlı olmayan bir konuma oturduğu noktaya evriliyor. Hepp’in buradaki önermesi, aslında benim kuşağım açısından en önemli sosyalleşme tecrübesi anlamına da geliyor. Küreselleşme, güçsüzleşen ulus fikri ve benzeri faktörler düşünüldüğünde medyatikleşen kültürde bu yeni bölgesel olmayan aidiyetlerin ortaya çıkmasının tesadüf olmadığını görebiliyoruz.
Dipnot yayınlarından çıkan bu kitap özellikle de ağ toplumu, enformasyon toplumu gibi kavramlar arasında yaşadığımız günü nasıl tanımlayacağımızı, kültürü, ulusu ve daha birçok kavramı nasıl anlamlandırabileceğimizi düşünürken bize rehberlik edebilir. Özellikle de iletişim öğrencileri bu kitaba bir literatür taraması olarak da bakarak kitap üstünden bir düşünce ağacının farklı dallarında gezinme imkânına sahip olabilirler. Her ne kadar Türkiye’nin mevcut siyasal koşullarında düşünülmesi dahi lüks gibi görünse de hayatımızın, ilişkilerimizin ve en önemlisi aidiyetlerimizin nasıl şekillendiğini görmek için Hepp’in çalışması ideal bir alan sunuyor.