Korkut Boratav’ın Dünyadan Türkiye’ye, İktisattan Siyasete kitabı, elinde tahta kalemiyle anlayamayacağınız grafikler çizip sizi boğan akademisyenlerinkine benzemiyor. Kitabın günlük dili olan bitenden biraz uzaklaşıp bir şeyleri görmeyi kolaylaştırıyor
16 Temmuz 2015 14:20
İdealist biriyseniz, kendinizi sosyalist ya da anarşist olarak tanımlıyorsanız 21. yüzyılın şu ilk aşamalarında, hele şu son 5 yıl içerisinde oldukça heyecanlı vakitler geçirdiğinizi söylemek kolay. Podemos, Syriza, HDP derken farklı siyasal temellere ve örgütlenme mekanizmalarına dayanan partilerin yükselişlerine tanık olduk. Bu tanıklıklar sıradan tanıklıklar olmayı aştı. Bizi “kapatılmış” birçok tartışmaya geri döndürdü ve bu tartışmalar vaktiyle Ulus Baker’in de “ÖDP Yazısının Samimisi - Tanıl’a Mektup Gibi” (Birikim Yayınları, 2012) yakındığı gibi örgütlenmeden çok daha farklı konuları da tartışabilmemize yol açtı. Bu tartışmalardan biri de sadece ulusal değil, uluslararası bazda bir ekonomi tartışmasıydı.
Türkiye’de soldan bir yerden ekonomi tartışacaksanız, güncel siyasete ekonomik temelli müdahale etme arzusundaysanız, başvuracağınız referanslar belli gibidir. Ama o referansların arasında eğer garanticiyseniz, anlamlı ve tutarlı bir çalışma arıyorsanız tek bir isme yönelirsiniz: Korkut Boratav. Korkut Boratav bizim kuşağımız için (torunu yaşında olanlar) hocalarından öykülerini dinlediği bir hoca olma niteliği taşıyor. Ankara Üniversitesi’nde vaktiyle ortaya koydukları “yatay” iş bölümü de dâhil olmak üzere kendisini ve sol kanattaki yaşıtlarını olumsuz anana rastlamak pek güçtür.
Tam da bu nedenle sendika.org’daki yazılarını (gerçi şu an tatilde ama) düzenli olarak izlediğim Boratav’ı anlayabilmek ve onun çerçevesinden emek meselesini görebilmek özellikle de geçtiğimiz ay katıldığım Laborcomm konferansından sonra bir zorunluluk haline gelmişti. Bu tanışma ve hatta muhabbeti ilerletme işini görebilecek bir kitapla karşılaşmam ise tesadüfen oldu. Korkut Boratav’ın Dünyadan Türkiye’ye, İktisattan Siyasete isimli Yordam Kitap etiketini taşıyan kitabı, elinde tahta kalemiyle asla anlayamayacağınız grafikler çizip sizi onların köşelerine takıp boğan akademisyenlerinkine benzemiyor. Boratav’ın günlük dili ve kendisinin bazen kullanmaktan geri durduğu “söyleşiyi” andıran tarzı (ki Hoca anladığım kadarıyla bu türde söyleşi veren olmayı tevazu gereği pek kabullenmiyor) olan bitenden biraz uzaklaşıp bir şeyleri görmeyi kolaylaştırıyor.
Kitabın içerisindeki bölümleri sıralayarak başlayalım. Memleketin Haline Bakarken, Türkiye Ekonomisi, Dünyanın Hali ve Marksist İktisat. Ben yazımın ana ekseni olarak Korkut Boratav Hoca’nın daha güncel meselelere eğildiği kısımları almayı uygun görüyorum. Bunlar da bu dört kategorinin altında alt başlık olarak ele alınan kısımlar. Öncelikle kitabın ana ekseninden bahsetmekte fayda var.
Kitaptaki yazıların bazıları “tükenmiş baskılı” kitaplarında yer alıyor hocanın. Bazı yazılar ise Boratav’ın meslektaşları için hazırlanan armağan kitaplarında yayımlanmış. Yazarın dilinin tam bir istikrar içinde olduğunu bu nedenle söyleyemiyoruz, her ne kadar Boratav’ın alıştığımız tarzı baskın olsa da kitabın içerisinde elbette ekonomiyi ve uluslararası finans sisteminin nasıl işlediğini bilmenizi gerektirebilecek kısımlar da var.
Henüz önsözde Boratav’ın kullandığı bir ifadeyi ise burada alıntılamak kitabın ruh haline ilişkin önemli bir ipucu sağlıyor: “Marksist öğreti özümsenmişse, araştırıcının yöntemine, ürünlerine kendiliğinden taşınmış olur; damarlarında dolaşıma girmişse, ustalara doğrudan doğruya referansı gereksiz kılabilir. Ne kadar başarılı olduğumu bilemem; ama ben de elli küsür yıl boyunca çoğunlukla böyle çalıştım, yayınlarımın büyük bölümü de bu özellikleri taşıdı.”
Boratav önsözünde son olarak Marksist öğretinin de zaman zaman doğrudan doğruya tartışılması gerektiğini söylüyor ve zaten kitabının son bölümünü de yeni prens Piketty’yi de içermek üzere bu meseleye ayırıyor. Şimdi kitabın neden ilginç olduğuna bakalım.
Bir yazarın “emek hikâyesi” o yazarın şahsi hikâyesi konusunda ne kadar fikir verebilir? Boratav’ın bunca yıl hocalarımca örnek gösterilen ve üstüne konuşulan bir şahıs olmasının sebeplerini açıkçası ben de kendisi hakkında Ekşi Sözlük’te yazılanları değil, Boratav’ın babası ve kendisini anlattığı “Üniversitelerde İki Kuşak” başlıklı, daha önce Legal Hukuk Dergisi’nde yayımlanmış yazısı vesilesiyle kavradım. Boratav, baba oğul hikâyelerini (Pertev Naili Boratav) ve siyasi irade ile yaşadıkları “uyumsuzlukların” benzerliklerini basit bir dille anlattığı bu kısımda, aslında Cumhuriyet sonrası ve 27 Mayıs sonrası Türkiyeli entelektüellerin yaşam çizgisindeki kırılmalar arasında ilginç benzerliklere işaret ediyor.
Bu beklentilerin en önemlisi babasına da kendisine de rejim tarafından uygulanan “uzaklaştırmalar” ve bu “uzaklaştırmaların” her ikisinin de entelektüel ve kişisel hayatlarında yarattığı kırılmalar. Bir başka önemli mesele ise bugün Korkut Boratav ve çağdaşları arasındaki kırılmalar teorinin belirli kısımlarıyla ilgili olurken, Pertev Naili Boratav ve çağdaşları arasındaki tartışmaların “fikriyat” boyutunda olması ve netice olarak onları bambaşka kamplara savurması. Neden kastettiğimi anlatabilmek için bu isimleri yan yana yazmam sanıyorum ki yetecektir: Pertev Naili Boratav, Nihal Atsız, Ayşe İlhan ve Enver Niyazi. Onların arasındaki farklılıkların temel yörüngesi elbette ki Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin ideolojik krizinin temel meselesi olan milliyetçilik. Boratav’ın bu meseleyi anlattığı bölümde Türkiye edebiyatının en mühim figürlerinden Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet ve Nihal Atsız’ın yollarının nasıl kesiştiğini görüyoruz, burada yer alan nazirede Nihal Atsız Nâzım’a oldukça ilginç şekilde sesleniyor:
“Üç serseri var; biri sen, biri ben, biri Sabahattin Ali denilen deli,
Sen dalları bulutlara ulaşmak isteyen bir ağaç.
Ben kendini buğday ambarında sanan bir aç.
Sabahattin Ali denilen deli her önüne gelen ekmeğe bulaşan bir bulamaç.”
Bu nazireyi Nâzım Hikmet’e ulaştıranın Sabahattin Ali olduğu düşünüldüğünde, o dönemin “küçük” Türkiye entelijansiyasının bugünkünden dahi küçük (geçen haftalardaki dosya konusu olan arkadaşlık meselesine referansla) olduğunu görebiliyoruz. Bu kısımdaki tarihi detayları okurla yazar arasında sır olarak bırakıyorum; ancak öğrenileceklerin bununla sınırlı olmadığı sanıyorum anlaşılmıştır bu küçücük nazireden dahi. (Nazire’nin yapıldığı şiir için bkz. İki Serseri)
Bu bölüm kısaca Boratav’ın kendisiyle ve ailevi geçmişiyle bir tanışma niteliği taşıyor. Sol tandanslı akademisyenlerin hikâyesine dair kısa ama genelgeçer özet haline gelen bir anlatı söz konusu olan.
Kitabın her bölümü üstünde elbette tek tek durmayacağım; ancak Yunanistan’ın ve Türkiye’nin ya da özetle gelişmekte olan ülkelerin neoliberalizm adına yaptıkları özelleştirmelerin tarihçesine dair yapılan onca çalışmaya değip geçen “Kuşbakışı bir tarihçe” bölümü Türkiye’nin özelleştirme tarihini ve özelleştirme mantığının temelindeki arazları gözler önüne seriyor.
Boratav’ın bu konudaki en önemli iddiası ve uyarısı aslında fazlasıyla görülebilir olan hâkim sınıfların kamu hizmetinin ticarileştirilerek tasfiyesi konusunda yolu henüz tamamlamamış olmaları. Burada hem bir uyarı hem de bir teşhis söz konusu. Boratav Neoliberalizm tanımını yaptığı ileri bölümlerde tanımlayacağı sermayenin bu açlığını tanımlamadan önce özelleştirmeye dair Türkiye’de bir “bilmeme” durumunun hâkim olduğunu belirtiyor: “Direneceksek sürecin işleyiş biçimini incelemek gerekiyor. Bunu özelleştirme düzleminde de yapmak gerekli ve yararlıdır.”
Bu bölümde Dünya Bankası, Kamu İktisadi Teşebbüsleri ve benzeri birçok aktör ve organizasyona referans veriliyor. Türkiye’nin geleceği belirlenirken veritabanlarının ve verilerin nasıl tahrip edilerek yorumlandığını ve kullanıldığını vurguluyor yazar. Özelleştirmenin mantıksızlığını da büyük grupların büyük devlet işletmelerini satın alırken ülkenin sermaye stoku ya da üretken altyapısını genişletmiş olmayışı ve aslında yalnızca birikmiş varlığın devredilmesi gibi bakımlardan eleştiriyor. Türkiye’de özelleştirme tartışmalarının direniş boyutunun özelleştirmenin ne demek olduğu konusunun önüne geçtiği ve emek mücadelesinin ekonomik okumalarının devletin kârlılığı ya da ekonominin sürdürülebilirliği gibi temel ölçülerden ne kadar uzakta verildiğini böylece okurun da görme fırsatı oluyor.
Neoliberalizmden ve onun ideallerinden de bahsediyor Boratav. Bu bölüm boyunca Türkiye’nin neoliberalleşme adımları kadar iktisat teorisi içerisinde neoliberalleşmenin tam olarak neye denk geldiğini, neolibrelalizm fikriyatının kapitalizmin en ilkel biçimlerini nasıl yeniden canlandırdığını görme şansı buluyoruz.
Burada Türkiye’nin AKP öncesi dönemi ekonomik yapısına ilişkin bir makale de var. AKP ekonomisi olarak adlandırılan ekonominin 1980 darbesi sonrası atılan adımlarının tek tek izi bu bölümde sürülüyor. 1990’larda bugün “koalisyon” olduğu için lanetlenen hükümetlerin asıl lanetlenmesi gereken meseleler bu bölümde mercek altına alınıyor. IMF ile imzalanan Yakın İzleme Anlaşması ve benzeri anlaşmaların tarihsel izleğinin olduğu bu bölümden yola çıkarak ciddi bir sonuç elde etmek mümkün. Büyümenin nasıl bir bahis olduğu gibi bahisler ise yine bu bölümde ele alınabilir.
Bazılarımız Piketty Almanya’nın tarihinde borç ödememiş olması meselesini Die Zeit muhabirine hatırlatıp Yunanistan’a yönelik AB baskısını kıyasıya eleştirirken bunu muzaffer bir edayla dinlemiştik. Röportajı okurken heyecanlanmış, alternatif bu tarih okumasına bayılmıştık. Açıkçası Piketty’nin kendi ülkesinde (Fransa) çok ses getirmemiş ama İngilizce baskısıyla kendisine “yeni Marx” denmesine neden olmuş Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli eseri bambaşka sonuçlara yol açtı. Bugün “Yeni Marx” olarak adlandırılan, bu isimle gururlandırılan mı demeli, Piketty’nin de Boratav’ın eleştirilerinden kitabında nasibini aldığını görüyoruz.
Veriler konusunda Piketty’nin ortaya koyduğu Marx eleştirisine benzer; ama bana kalırsa biraz da muğlak kalmış bir şekilde karşı çıkan Boratav’ın Piketty’ye asıl eleştirileri ise Piketty’nin kavramları kullanışı üzerine kurulu. Piketty’nin kitabının radikal yorumlarına ilişkin endişeleri de Boratav tarafından tespit ve tenkit ediliyor. Gerçekten de Piketty’nin söylemlerini alıntıladığı noktalarda Boratav’ın pek de haksız olmadığına tanık oluyoruz.
Boratav aslında Türkiye’nin modern iktisat tarihinin canlı tanığı. Olanları anı anına yorumlama fırsatı bulduğundan ve Türkiye’nin ekonomisine ilişkin tespitlerini siyasi partilerin hesabına yazarak değil bir sürerlik içerisinde ele aldığından sağlam bir ekonomi eleştirisi okumuş oluyoruz.
Boratav’ın günlük ekonomi ve politika yazılarındaki üslubu ve fikriyatını pek değiştirmediğini söyleyebiliriz. Bu istikrar yalnızca farklı şeyler duymak isteyenler için “sıkıcı” olabilir. Ama bu sıkıcılık emin olunabilir ki Türkiye’nin en iyi yetişmiş hocalarından birini anlamak için alışılması gerekilen bir şey.
Özellikle Yunanistan’ın kemer sıkma tartışmaları gibi tartışmaların öne çıktığı dönemde yaşadığımız akıl tutulmalarını yaşamamak için tarihi göz önüne alan bir perspektiften kaçamayacağımızı unutmamalıyız. Ancak bu şekilde önümüze çıkan tüm yeniliklere olumlu ya da olumsuz bakmak gibi önyargılı tespitleri bir kenara bırakabiliriz.