They: Korku üzerine kayıp bir distopya

“Geleneksel anlatılarda karmaşa, tehlike, kaygı ve korkuyu temsil eden kentlere zıt olarak huzuru, barışı ve güvenliği simgeleyen kırsal hayat Dick’in evreninde bu işlevini yitiriyor. Ne güneşin ısıttığı sakin ve berrak deniz ne de bütün haşmetiyle kendine hayran bırakan devasa orman güvenli bir sığınak olabiliyor karakterler için.”

08 Aralık 2022 21:00

Ölümünden yıllar sonra keşfedilen ve günümüz okuruyla buluşturulan yazarlar listesine geçtiğimiz aylarda bir yenisi eklendi. İngiliz yazar, editör ve eleştirmen Kay Dick. Yazarı edebiyat tarihinin tozlu raflarından alıp 21. yüzyıla taşıyan They adlı distopik romanı ilk kez 1977 yılında yayımlanmış olsa da, eser üzerine konuşabilmek için kırk beş yıl öncesine değil, 2020 yılına dönmemiz gerekiyor. Yayımlandığı dönemde yeterli ilgi göremeyen, birkaç yıl içinde de basımı tükenen ve kayıplara karışan roman pandeminin ortasında bir yaz günü Oxfam’da yürüyüşe çıkan yayıncı Becky Brown tarafından tesadüfen keşfedildi. Uğradığı kitapçının bir rafında bitap vaziyette bekleyen doksan dört sayfalık eski püskü kitabı fark edip elli peniye satın alan ve okuduğu şey karşısında nutku tutulan Brown’un çabalarıyla They, Amerika’da McNally Editions, İngiltere’de ise Faber tarafından 2022 yılının başında yeniden yayımlandı. Ann Quin, Anna Kavan, Leonora Carrington gibi çağdaşlarıyla benzer kaderi paylaşan Dick’in, unutulmuş yazarların, özellikle de unutulmuş kadın yazarların peşine düşüp onları ve eserlerini hayata döndüren yayıncılar sayesinde uzun yıllar sonra hak ettiği görünürlüğe kavuştuğunu söyleyebiliriz.

Her ne kadar günümüzde ismi kulağa bir hayli yabancı gelse de, Kay Dick’in dönemin edebiyat dünyasında geçirdiği vakit oldukça hareketli ve verimli olmuştur. Yirmi altı yaşında İngiltere’nin ilk kadın yayınevi yöneticisi olan Dick, yayıncılık kariyeri boyunca George Orwell, Stevie Smith ve Muriel Spark gibi isimlerle çalışmış, İngiltere’de yazarların yayın hakları için mücadele vermiş, editörlük ve gazeteciliğe ek olarak The Times ve The Spectator gibi gazetelerde eleştirmenlik yapmış ve farklı türdeki eserlerinin yanı sıra beş roman kaleme almıştır. Bu romanlar arasında belki de en dikkat çekenidir They. Lucy Scholes’un The Paris Review’da “kayıp bir distopik başyapıt”[1] olarak tanımladığı roman her ne kadar parçası olduğu tür bakımından 1984 ve Fahrenheit 451 gibi klasik distopya örnekleriyle karşılaştırılsa da, deneysel anlatımı ve konuya olan dolaylı ve muğlak yaklaşımıyla 1960’lı yıllarda B.S. Johnson ve Ann Quin gibi yazarların başını çektiği İngiliz avangard yazınına daha yakın görülmektedir.

Adı konmamış korkunun gücü

Tam adı They: A Sequence of Unease olan roman alt başlığına uygun olarak dokuz bölümden oluşan ve tekinsiz bir dünyayı tasvir eden kâbusvari bir anlatıma sahip. İngiltere’nin kırsal kesimlerinde geçen bu distopyanın merkezinde onlar olarak anılan, kim olduğu ya da kime, neye hizmet ettiği bilinmeyen, genel olarak bütün toplumu, özellikle de sanatçı ve zanaatkârları bir korku çemberine hapseden güçler bulunuyor. Bu evrende edebiyat, müzik, resim, heykel, mimari, seramik, akla gelebilecek her türlü sanatsal üretim cezalandırılıyor. Önce resimler, kitaplar, heykeller yok ediliyor, sonra failleri tedavi merkezi adı verilen korkutucu kulelerde hafızaları silinerek “tedavi ediliyor”. Ceza olarak ressamların gözleri kör ediliyor, yazarların elleri kesilip yakılıyor, müzisyenlerin kulakları sağır ediliyor. Direnenler ise öldürülüyor. Sanatın yanı sıra herhangi bir alanda yaratıcılık göstermek, insanlarla iletişim kurmak, duygularını ifade etmek, farklılığını göstermek, insanlara ve hayvanlara değer vermek de hoş görülmüyor. Bunun yerine toplumda duyarsızlık ve şiddet teşvik ediliyor. Roman böyle bir dünyada hayatta kalmanın ve kendini ifade etmeye çalışmanın ne anlama geldiğini irdeliyor.

Dışarıdan bakıldığında tipik bir distopya anlatısı gibi görünse de, They geleneksel bir roman olmaktan hayli uzak. Elimizdeki kitabın dokuz bölümden oluşan bir roman olduğunu kabul etsek de, aynı şekilde birbiriyle bağlantılı dokuz hikâyeden oluşan bir öykü kitabı olduğunu iddia etmek de pekâlâ mümkün. Bölümlerin tek bir evrende, ortak bir konu etrafında şekillenmesine rağmen Dick’in anlatıcı seçimi bu durumu oldukça muğlaklaştırıyor. Her bölümde cinsiyeti asla belirtilmeyen, sadece bir köpek sahibi olduğunu, bir kulübede yalnız başına yaşadığını ve yazar olduğunu bildiğimiz bir anlatıcı çıkıyor karşımıza. Ancak bu hikâyeleri bize aktaranın tek bir kişi mi yoksa yukarıda bahsettiğim özellikleri taşıyan farklı anlatıcılar mı olduğu yoruma açık. Bu durum da kitabı roman ve öykü derlemesi arasında arafta bırakıyor. Bölümlerin kronolojik olarak birbirini takip etmediği kesin, ama hangi öykünün bu baskıcı düzenin başlangıcına, hangisinin ise sonuna ait olduğunu anlamak çok zor. Bu noktada Dick’in bizlere sunduğu bu tedirgin edici, belirsiz dünyayı yorumlamak ve şekillendirmek tamamen biz okuyucuların inisiyatifine bırakılmış durumda.

Romanı alışık olduğumuz distopyalardan farklı kılan bu belirsizlik, korkunun kaynağı ve şiddetin öznesi olan onların resmediliş biçiminde de ortaya çıkıyor. Orwell ve Bradbury’nin evrenlerinde tanık olduğumuzun aksine, Dick’in betimlediği kâbusta onlar, adını koyabildiğimiz bariz bir iktidar mekanizması ya da onun temsilcileri değil, isimsiz yabancılardan oluşan kalabalık bir grup. Dayattıkları düzenin yalnızca karakterler üzerindeki etkisini gözlemleyebiliyoruz, onu mevcut bir kurum ya da oluşum olarak görmemiz mümkün değil. Bu şekilde Dick korkuyu, hatları belirgin şekilde çizilmiş, açıklanabilir bir zemine oturtmak yerine adını koyamadığımız ama varlığını hep bir adım geride hissettiğimiz bir biçimde sunarak türe farklı bir bakış açısı getiriyor. Bütün bu muğlaklık korkunun doğasına odaklanmayı mümkün kılarak Madeleine Feeny’nin de dediği gibi, romanı “korku üzerine bir inceleme” olarak karşımıza çıkarıyor.

They'in yeni baskısı için yapılmış ve kullanılmamış kapak tasarımları.

Belki de romanın en tedirgin edici bölümlerinden biri olan “The Fairing” yaratılmak istenen bu etkiye iyi bir örnek. Diğerleri gibi bu bölüm de İngiltere’nin kırsalında köpeğiyle birlikte yaşayan yazar-anlatıcının güzel bir günde çıktığı doğa yürüyüşüyle başlıyor. Limon sarısı bir güneş, masmavi bir gökyüzü, ıslak çimenlerde yuvarlanan köpeğin tasviriyle başlayan ve huzurlu, sakin bir anlatı vaat eden bölüm gezinin amacı netleştikçe karanlık bir hal alıyor. Yolda karşılaşılan kasaba sakinleri, çocuklar, patikalar tehditkâr bir havaya bürünüyor tedirgin anlatıcının gözünde. Yaratılan tekinsiz hava, adı tam olarak konamayan bir tehlikeyi ensemizde hissetmemize yol açıyor. Büyük birader ya da itfaiyeciler gibi somut ifadelerle tanımlayamadığımız bu kimliksiz yabancıların muğlak varlığı, yazarın oluşturmak istediği etkiyi daha güçlü kılıyor. Korku inkâr edilemeyecek denli keskin, ancak bir adı yok. Yalnızca satır aralarına serpiştirilmiş yorum ve diyaloglarda onların kim olduğuna, ne yaptıklarına, kimi, ne şekilde tehdit ettiklerine, kurulan düzeni nasıl sürdürdüklerine dair bilgi sahibi olabiliyoruz. Örneğin bir bölümde ayakkabı giymediklerini, bu yüzden yaklaştıklarını anlamanın mümkün olmadığını öğreniyoruz. Anlatıcı, onlar ilk ortaya çıktığında ciddiye alınmadıklarını, bir parodi olarak görüldüklerini, şimdi ise kimsenin fısıldayarak bile onlardan bahsetmeye cesaret edemediğini söylüyor. Bir başka bölümde sadece sanatı değil, her türlü duygu ve düşünceyi ifade etme biçimini, yürüyüş yapmayı, denize girmeyi, bahçe düzenlemeyi, uyumsuz davranmayı ve yalnız yaşamayı da hoş görmediklerini öğreniyoruz. Bu kâbusun henüz ilk zamanlarını anlattığını varsaydığımız kimi bölümlerde insanlara yazıp çizebilecekleri, üretebilecekleri sınırlı alanlar tanıdıklarını, bahçelere giremediklerini, kitapları ve sanat eserlerini çalıp yok etmediklerini; ilerleyen dönemlerde baskının yayıldığını ima eden bölümlerde ise insanlara nefes alacak hiçbir yer bırakmadıklarını ve şiddetin sıradanlaştığını, korkunun bir norma dönüştüğünü görüyoruz. Baskı öyle bir noktaya geliyor ki, “Hallo Love” adlı bölümde ayak bileğini inciten anlatıcı çektiği acıyı dışavurabilmek için doktordan iki haftalık izin alıyor. Roman boyunca asıl öğrenemediğimizse tüm bunların neden, ne amaçla yaşatıldığı. Bu da Dick’in yaratmayı amaçladığı gerilimi had safhaya çıkarıyor.

Bu noktada şiddet, korkunun doğasını irdelemeyi hedefleyen bu anlatının önemli bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Romanın en etkileyici bölümlerinden biri olan “Pocket of Quietude”da yakılmakta olan kitabını gayri ihtiyari kurtarmaya çalışan bir şairin, eli sekiz dakika boyunca ateşe tutularak cezalandırıldığını öğreniyoruz. Öğreniyoruz diyorum, çünkü okuyucu olarak hiçbir bölümde şiddete doğrudan tanık olmuyoruz. Yaşanan zorbalıkların ve şiddet eylemlerinin ya sonuçları ya da bireyler üzerindeki etkisi bize aktarılıyor. Böylece Dick tıpkı şiddetin öznesi olan onları ele alış biçiminde yaptığı gibi, şiddetin kendisini de bir sis perdesinin arkasından gösteriyor. Karakterlerin bu tür olaylara karşı verdiği sakin ve kimi zaman da umursamaz tepkiler şiddetin ne kadar normalleştiğini gösterirken, bir yandan da okuyucuyu detaylı ve grotesk bir işkence anlatımından çok daha fazla etkiliyor. Yaşananların korkunçluğu karşısında değil, karakterlerin bu şiddete alışıp duyarsızlaşması karşısında dehşete düşüyoruz. Onlar tarafından uygulanan ve toplumda da teşvik edilen şiddet en çok da çocukların eylemlerine yansıyor. Neredeyse her bölümde özellikle hayvanlara eziyet edip onları öldüren, empatiden yoksun, öfkeli ve saldırgan çocuklara rastlıyoruz. Birini ya da bir şeyi sevip ona değer vermenin cezalandırıldığı bir dünyada çocuklar şiddetin en önemli aktörleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda Dick’in, kurduğu evrenin geleceğiyle ilgili karamsar bir tablo çizdiğini söylemek çok da yanlış olmaz.


Kay Dick

Bu karamsar tabloyu pekiştiren bir diğer unsur da Dick’in her bölümde özellikle ayrıntılı bir biçimde tasvir ettiği doğa. Geleneksel anlatılarda karmaşa, tehlike, kaygı ve korkuyu temsil eden kentlere zıt olarak huzuru, barışı ve güvenliği simgeleyen kırsal hayat Dick’in evreninde bu işlevini yitiriyor. Hikâyelerde arka plan olarak betimlenen pastoral dünya ironik bir şekilde saf kötülüğün yuvası, zorbalığın merkezi haline geliyor. Ne güneşin ısıttığı sakin ve berrak deniz ne de bütün haşmetiyle kendine hayran bırakan devasa orman güvenli bir sığınak olabiliyor karakterler için. Böylece hiçbir canlının hiçbir yerde şiddet ve nefret sarmalından kaçamayacağı gerçeği vurgulanmış oluyor.

Metni tersten okumak

Tam da burada kendimizle çelişme pahasına bir adım geri çekilip olaya farklı bir açıdan bakarsak, bu karamsarlığın romanla ilgili yapılabilecek sayısız değerlendirmeden yalnızca biri olduğunu fark edebiliriz. Adını bir türlü koyamadığımız ya da koymaya cesaret edemediğimiz, bu yüzden de onlar demekle yetindiğimiz bu korkunun birey olarak var olmayı neredeyse imkânsız kılacak şekilde hayatın her alanına yayıldığı doğru. Roman bundan kaçış olmadığını, saklanacak bir yer kalmadığını çok net bir şekilde gösteriyor. Örneğin “Pocket of Quietude” adlı bölümde anlatıcı Hurst isimli yaşlı bir adamın onlardan kaçan sanatçılara değirmenini açıp üretmelerine olanak sağladığından bahsediyor. Fakat bir müddet sonra bu yaşlı adamın onlarla bir anlaşma yaptığı, değirmenine sığınan sanatçıları teslim etmesi karşılığında üretilen sanat eserlerini saklamasına izin verildiği ortaya çıkıyor. Asıl şaşırtıcı olansa, onlar tarafından götürülmeyi bekleyen karakterlerin resim, beste, heykel ve şiirlerinin korunacak olmasının tesellisiyle bu durumu olgunlukla karşılaması. İşte bu noktada roman kimsenin dinlemediği, görmediği, okumadığı, takdir etmediği bir dünyada üretmenin amacını ve anlamını sorgulatıyor bize. Biz bu soru üzerine kafa yorarken, cevabı direnen bir avuç karakterden alıyoruz:

“‘Peki ya baskılar? Artan tecritler? Bıçak gibi keskin yalnızlık?’ diye birbiri ardına sıraladım aklımdakileri.

‘Özümsenecek, kullanılacak ve insanlara anlatılacak’ dedi Sebastian. ‘Dinleyecek, görecek, duyacak birileri her zaman olacaktır.’

‘Peki nasıl temas kurulacak?’ diye sordum biraz yenilmiş hissederek.

‘Yaratıcı hayal gücünün önünü açarak. Her zaman için bir yerlerde sunduğun şeyleri kabul edecek birileri olacaktır.”[2]

Bütün bu direnişin amacının karşıda birinin dinlediği umuduyla kendini anlatabilmek, iletişim kurabilmek olduğunu söylüyor roman. Bunun insan olmanın beraberinde getirdiği biricik bir ihtiyaç olduğunu vurguluyor. İliklere kadar işleyen korkuya rağmen romanda kimi insanların hâlâ denize girdiğini, bahçelerinde güller yetiştirdiğini, birileri alıp okur diye kapılarının önüne kitap bıraktığını, kayıplarının yasını tuttuğunu, insanlara ve hayvanlara değer verdiğini, en önemlisi de canla başla üretmeye devam ettiğini görebiliyoruz. Sekiz dakika boyunca sağ eli ateşe tutularak yakılan şair sol eliyle yazmayı öğrendiğini büyük bir sevinçle anlatabiliyor, öldürülme pahasına da olsa bir ressam kırlara gidip manzara resmi yapmaya devam edebiliyor. Dick’in distopyasında bir umut kırıntısı arayacaksak sanırım bunu resmettiği dünyada değil, yok olma pahasına inatla yaratmaya devam eden karakterlerinde bulabiliriz.

Kay Dick’in They romanını bu açılardan ele aldığımızda romanın akıbeti ile romanda anlatılan hikâye arasında bir paralellik kuran Carmen Maria Machado’nun yerinde tespitine hak vermemek elde değil. Machado, sanatçıları susturmak için onları kör etmeye, yakmaya gerek olmadığını, bu görevi yazarı ve eserlerini unutulmaya terk eden ilgisiz yayıncıların ve edebi çevrelerin de görebileceğini söylüyor. Gerçekten de Dick ve They’in edebiyat tarihindeki kaderi romanın ana fikrini onaylar cinsten. Bu unutuluşun arkasındaki sebep ya da etkenleri bilmiyoruz. Ölümünün ardından kaleme alınan yazıda bile queer kimliği üzerinden cinsiyetçi ve homofobik bir dille anılması bir ipucu olabilir; belki de yazarın özel hayatında karıştığı skandallar ve kişisel düşmanlıkları edebi mirasını gölgede bıraktı, yahut Dick zamanla unutulup giden nice üretken ve yenilikçi sanatçı gibi zamanının ötesinde bir yazardı ve anlaşılacağı gün henüz gelmemişti. Sebebi ne olursa olsun, yayımlandığı tarihten itibaren yayınevlerinin yeniden basmaya tenezzül etmediği, eleştirmenlerin üzerine ikinci kere düşünmediği, okurların yeterli ilgiyi göstermediği, ancak kırk beş yıl sonra kayıp bir başyapıt olarak anılan ve en ünlü distopya klasiklerinin yanında yerini alan bu roman, her şeye rağmen duyacak kulakların, okuyacak gözlerin olduğuna inanarak üretmenin en özel örneklerinden biri…

 

NOTLAR: 


[1] Yazıdaki tüm alıntıların çevirisi bana aittir.

[2] Kay Dick, They: A Sequence of Unease, McNally Editions, 2022, s. 66.