"Aslında neo-liberal ekonomi tam bir öznellik ekonomisidir ama öznellik burada makinenin tam bir parçası olmak anlamındadır, artık özne-nesne, insan-makine, canlı-cansız ayrımının kalmadığı, makine için var olan bir öznelliktir."
10 Kasım 2022 21:30
Agamben, ilk kitabından başlayarak yasanın bu mantığının –içererek dışlama ya da dışlayarak içerde tutma– gerek dil gerek siyasi alanda nasıl işlediğini çok iyi gösterir. Örneğin hayvanlardaki gibi acıyla hazzı belirten seslerden eklemlenmiş seslere, başka bir deyişle anlamlı sesler üretmeye geçerim. Bununla birlikte anlam sesi tümüyle içine alamaz, ele geçiremez. Daha doğrusu anlam sesi içine alır almasına ama ses içteki dışarısı gibi varlığını sürdürür. Yine de bu bizi yanıltmamalıdır, “doğanın” ölmeyip diyelim “kültürün” içinde varlığını bir biçimde sürdürmesi değildir söz konusu olan; tam tersine, iki terim ayrım kurulduktan sonra ortaya çıkar: kültür dediğimizden önce doğa diye adlandırdığımız şey yoktur, ya da doğa diye adlandırdığım “doğaya” karşılık gelmez. Benzer biçimde eğer ses anlama indirgenemiyor, ele geçirilmez bir boyutu hep kalıyorsa bu ilkin anlam etkinliğine uğradığı içindir, başka bir deyişle ele geçirilmez ses bir sonuçtur, ne kadar çabalarsam çabalayayım ele geçiremediğim başlangıç değildir. Sesi anlama indirgemeye çalışırım ama elimde indirgenmez bir biçime bürünen ses kalır. Bu ikinci sesin maddeselliği yoktur, bu açıdan duyulabilir değildir, sessiz, soyut bir sestir.
Siyasi düzeyde ise hayvanı insandan ayırırım. Bazı ikilikler kurarım: düşünen/düşünmeyen, konuşan/konuşmayan, vs. Bu indirgeme bana hayvanı (dolayısıyla insanı da) vermez, aksine bitmeyen bir “hayvan sorunumu” ortaya çıkarır, yani indirgenmez, ele geçirilmez, soyut başkalık dediğimiz bir hayvan kalır elimde. Burada işlem geri dönerek kendini bir kısır döngü içinde besleyip durur. İndirgenmez hayvan, ayrımlarımı (bu insan, bu değil, şu kadar insan ya da bu artık insan değil – mesela bir ara çok sık duyduğumuz terörist lafı) sürekli işletmemi sağlar.
Agamben’e göre bugün antropolojik makine seçme, ayıklama, belirleme işlevini yerine getirmek bir yana artık körlemesine çalışmaktadır. Tıpkı Kafka’nın artık kurbanlarını ayırt edemeyen işkence makinesi gibi.[1]
Foucault klasik egemen toplumundan disiplin toplumuna –aşağı yukarı kapitalizmin sanayi aşamasına–geçerken yasanın gerilediğini, yasanın daha çok bir norm gibi çalıştığını söylemişti. Anımsanacağı gibi, egemenin yasası öldürme hakkına dayanıyordu, bu yasa temelde yapılmaması gerekenleri söylüyor, diğer alanları serbest bırakıyordu. Norm ise hayat alanının bütününe yöneliyordu, mekân ile zamanları düzenliyor (fabrika, okul, hastane, akıl hastanesi, kışla, vs.) bu düzenlemelere uygun, uyum içinde davranan bedenler (işçi, öğrenci, hasta, deli, asker) üretmeyi hedefliyordu.
Bugünse –küresel kapitalizm ya da finans aşamasında– normal ile normal dışı çiftinin sınırlarının uzun süredir bulanıklaştığına tanık oluyoruz. İstisna hali ya da Türkçeye çevrildiği biçimiyle olağanüstü hal gitgide kural haline gelmiş, kuralın kendisi olmuş görünüyor. Kurallı zamanların içinde ara sıra baş gösteren genel krizler değil, sürekli bir kriz hali söz konusudur artık. Bir zamanlar üçüncü dünya merkezden –Batıdan– uzakta, diyelim güneyde, yakın ya da uzak doğuda ya da merkezin içinde gettolar gibi belli yerlerde yoğunlaşmıştı. Birinci ile ikinci dünya ayrımı ortadan kalktıktan sonra, üçüncü dünya yok olmak şöyle dursun, dünyanın giderek üçüncü dünyalaştığına tanık olduk.[2] (Ya da üçüncü dünyanın zaten önce geldiğini anladık.)
Coetzee’nin ilk yazıda sözünü ettiğimiz “Karanlık Oda” makalesi eski bir yazı olabilir. Coetzee de herhalde eskimesini isterdi. Ama daha 2007’de çıkardığı Kötü Bir Yılın Güncesi’nde Güney Afrika’daki uygulamaların tüm dünyaya yayılışını –kurmaca içinde– yer yer hüsran ve öfkeyle dile getirmişti. O tarihlerden sonra daha da kötüye doğru gittik: Karanlık Oda olarak Dünya. Ama kim bilir, belki Beckett çoktan en uygun başlığı atmıştı: Worstward Ho!, Orhan Koçak’ın bir yerde başlığı çevirisiyle: İstikamet En Kötüye!
Bu söylediklerimizin siyasi içerimleri tam nedir? Egemen kavramı bugün niçin geri dönmüş görünüyor? Ayrıca bu hangi makinedir? Körlemesine çalışması, kurbanlarını ayırt etmemesi tam ne anlama gelir? Makinenin adını biliyoruz: küresel kapitalist sistem ama onu adlandırmak yakaladığımız anlamına gelmiyor. Körlemesine çalışmasının ise hedefinin artık herkes, hatta her şey olduğu, ayrıca her zaman bir yok etme, giderek kendini yok etme mantığıyla çalışan faşizmlerin yeni biçimlerinin boy göstermesine denk düştüğünü söyleyebiliriz. Bir de körlemesi sözcüğünü herhalde sözcüğü sözcüğüne anlamalıyız, yani hem bir sonraki adımını görmeden, bilmeden, hem de bakmadan umursamadan çalışmaktadır.
Peki bu soyut makineyi, yani küresel kapitalizmi gerçekleştiren, bütün bir toplumsal alanda işlemesini sağlayan somut aygıtlar hangileridir? Devlet mi? Küresel şirketler mi? Medya mı? Algoritmalarla çalışan yapay zekâlar mı? Tanrı, İnsan, İnsandan sonra şimdi de Para mı? Borçluluk terimleriyle koyarsak önce Tanrı’ya borçlu insan, sonra topluma ya da ulusa borçlu insan, şimdiyse en somut haliyle kredilerini ödemekle didinen, geleceğine çoktan el konmuş “borçlu insan” mı? (Elbette öteki tarafta “borçlanamayacak kadar yoksul” ya da çoktan iflas etmiş, dolayısıyla pek “insandan” sayılmayan, ancak şiddet araçlarının nesnesi olabilecek giderek çoğalan kalabalık bir yığın.)[3] Bugün zaten yoğun biçimde tartışılan bu sorular bizi konumuzun çok dışına sürükler, yine de bir iki yazar aracılığıyla birkaç noktaya dikkat çekmek isteriz.
Ama önce şunu söylememiz gerekir. Bu belki en soyut makinedir, yakalamanın zorluğu burada, öyle ki klasik egemen toplumu, disiplin toplumu gibi önceki soyut makinelerin kendisini gerçekleştirmesi için bir dünyayı, belli bir yer ile zamanı kurması gerekiyordu, oysa bu soyutun da soyutu makine öncelikle her tür dünyayı, bir yer ile zamanı çözerek çalışıyor.[4] Marx onu belki henüz sanayi biçimi halindeyken, temel boyutunu hâlâ üretim oluştururken hem işleyiş mantığı –örneğin değer kuramı– hem de gerçekleşme aygıtları bakımından –devlet, altyapı-üstyapı ilişkisi, sınıflar, vs. – yakalamıştı. Ayrıca bu dediğimizi zaten söylemişti; kapitalizm önceki toplumsal ilişki biçimlerinin hepsini hızlı biçimde çözer, yok eder. Kuşkusuz aynı zamanda yeni bir toplumsallık alanı kurmak, yeni öznellik biçimleri icat etmek ya da eskileri başka kılıklarda canlandırmak –bir konum, rol, bunlara uygun ritimler, alışkanlıklar, davranışlar, duygular, görüşler vs.– zorundadır. Ancak bu iki hareket birbirine zorunlu olarak karşıdır, birleştirdiğini durmaksızın çözmeden yapamaz (ya da daha bildiğimiz bir ifadeyle tek sınır kendisi –kapital– olduğuna göre sınırlarını hep aşmak için sınırlar koyar, gözünü şimdi de uzaya, Mars’a dikmesi gibi). Bir bakıma daha baştan her zaman bir kriz rejimi olmuştur: ürettiğini bir yandan hep yok etmek zorundadır. Bugünse bir dünyaya sahip olduğumuz kesin değildir.
Argın, Express’de çıkan “Aşağı Katlarda Siyaset” başlıklı yazı dizisinde bugün devlet ile halk kavramının uğradığı dönüşümler üstüne düşünür. İçinde bulunduğumuz tarihsel ânı Makyavelci bir an olarak tanımlar. Burada iki önemli saptamayı anımsatalım. İlki, ulus-devletlerin doğuşunda devlet genel iradeyi, ulusu ya da ulus olarak birleşmiş halkı temsil ediyor, meşruiyetini buna dayandırıyordu. Bugünse “ulus-devletin akşamında” devletin “ulusla” bağı kopmuştur. “Yurttaş özne” artık yoktur ya da piyasanın insafına terk edilmiştir.[5] Buna bağlı olarak ikincisi, devletlerin gücü artık küresel güç ağı içindeki konumlarına bağlıdır. Meşruiyetlerini, sadece seçimden seçime gitmesi beklenen seçmenlerin yanı sıra –belki öncelikle– bu ağa da onaylatmak zorundadır.
Devletin egemenliği o halde nasıl bir egemenliktir? Argın, “mutlak” ile “meşruti” arasında salınan muğlak monarşiler diye adlandırıyor. Mutlak değildir, zira “başkan” tek adam gibi görünse bile iktidar aslında oligarşik (“ekonomi oligarşisi ile devlet oligarşisinin ittifakı”) bir iktidar biçimidir, “başkan” ise iktidarın sahibi değil, bu oligarşinin seçilmiş bir mümessilidir. Meşruti de değildir, zira “başkan” oligarşinin iradesini yasama ile yürütmenin, yani halk iradesinin üzerine çıkarma araçlarından biridir. Son olarak bu muğlak monarşi yerel değil küreseldir, despotikten totaliter ya da demokrasiye farklı biçimler alabilir. Aşağıda ise bunun karşı imgesini “müphem halk hareketlerini” buluruz.[6]
Böyle bir düzende görünürde yasa işler. Yasalar yürürlüktedir ama işlevsiz hale gelmiştir (sözgelimi parlamento ya da meclislerin yalnızca yürütmeye indirgenmesi ya da kararnamelerin kanun hükmünde olması, yani yasanın yerini alması). Yasayla yasadışı, tıpkı doğuşlarındaki bulanıklık gibi yeniden ayırt edilmez hale gelir.
Peki, bu her yerde ortaya çıkışına tanık olduğumuz, birbirine benzeyen yeni Monarkların, Efendilerin buyurduğu bir şey gerçekten var mı? Söyledikleri bize bir buyruk jestinden daha fazlası değilmiş gibi geliyor, buyurma gücünden yoksun bir buyruk. Bize ancak yeni “düşmanları”, “asıl suçlu ya da kabahatlileri”, yeni günah keçilerini (mülteciler, göçmenler, azınlıklar, işsiz güçsüzler, beceriksizler, vs.) işaret edebiliyorlar. Bir “düşman” bulup göstermek, gerekirse öldürme iznini vermek, böylece nefret, hınç, aşağılanma duygularımızı biraz olsun yatıştıralım, biraz güç, bir parça kudret duygusunu yeniden elde edebilelim. Ama belki onlar aynı zamanda hâlâ “insan” olduğumuza inanmak istediğimiz için, bizi insan olduğumuza, bir dünyaya, olağan ilişkilere sahip olduğumuza inandırsınlar diye oradalar.
Kapitalizmin “insandan” vazgeçtiğini, artık insana ihtiyacı kalmadığını söyleyenler haklı olabilir, kapitalist makine “insanın” ötesine belki çoktan geçti. “İnsanın” bu makinenin diğer parçaları arasında sadece bir parçasını, üretimden tüketime devrelerdeki akımı sürdüren bir başka düğümü oluşturması, çeşit çeşit kesintisiz akışları –ses, görüntü, enformasyon, veri– alan, işleyen, ileten başka bir bağlantı noktası olması yeterlidir. Bununla birlikte “insandan” vaz geçmişse bile bu aynı zamanda onunla ne yapacağını bilmediği, hiçbir yeni önerisinin olmadığı anlamına gelir.
Bu dediğimiz isabetliyse, ne hayvana ne insana karşılık gelen, soyut, hayaletsi hayvandan sonra şimdi ne insana ne makineye karşılık gelen, ne yaşayabilen ne ölebilen, ikisini de yerine getirme gücünden yoksun, soyut, hayaletimsi bir insanın varlığı söz konusudur.[7] İşte belki de asıl şimdi “insan,” “hayvanla” (ve gezegenin tüm diğer varlıklarıyla) ortak bir kadere sahip olmak anlamında hiç olmadığı kadar yakınlaşır.
Surrogates filminden bir sahne. Jonathan Mostow, 2009.
Maurizio Lazzarato, Göstergeler ve Makineler kitabında bugün kapitalizmin zayıflığının öznellik üretiminde yattığını öne sürer.[8] Ona göre sistemin krizleriyle öznellik üretimindeki krizler kesinlikle bağlantılıdır. Lazzarato, özellikle Guattari’nin fikirlerinden yola çıkarak kapitalizmde öznellik üretiminin iki boyutu olduğunu söyler, toplumsal boyun eğme (ya da Türkçe çevirisiyle tabi kılma) ve makinesel kölelik. Toplumsal boyun eğme bizi bir bireyliğe, bir kimlik, cinsiyet, iş, ulusa atar; bireyselleşmiş özneler, bilinç, temsiller, davranışlar üretir. Makinesel kölelik ise tersine, toplumsal boyun eğme boyutunu çözer, söker; birey bu düzeyde ne “bireyleşmiş özne” ne “ekonomik özne” ne de “yurttaştır”. Bir dişli, çarktır, “iş” ile “finans” sistemindeki, medya düzeneğindeki ya da okuldan televizyona, internete her tür kuruluşun bir parçadır. Bu yön tıpkı bir sistemin bileşenlerini, ısı, basınç, hız ya da çıktı gibi değişkenlerini yönetmek ya da idare etmek gibidir. Makinesel kölelik gerek insan gerek insan olmayan parçalardan oluşmuş toplumsal makinenin bu biçimde yönetilmesi, kontrol edilmesidir.
Toplumsal boyun eğme dille, söylemle, temsillerle, hikâyeler ya da anlamlandırmalarla çalışıyorsa (bir gösterenler semiyotiğini kuruyorsa) bu ikinciler dilsel olmayan, dilin, temsilin altında ya da üstünde yer alan işaretlerle (gösterenin olmadığı bir semiyotik) çalışır (örneğin borsa endeksleri, matematik denklemler, her tür çizelge ya da şema, bilgisayar programları, uygulamalar, vs.). Doğrudan bedenlere, gerçeklik ya da maddi düzeylere yönelir, algısal, duyusal, duygusal, bilişsel işlevleri, dilsel davranışları biçimler. Bir organı, algısal sistemi, zihinsel etkinliği doğrudan bir makineye, işlemlere, akışlara bağlar. Bu boyutta dile bile gerek yoktur ya da küçük bir düzeyde var olması yeterlidir; buyruklar asıl olarak programlar, işlemler, planlar, protokoller, tablolar, vs. ile çalışan aygıtlar yoluyla, doğrudan bedene işlenerek verilir.[9]
Lazzarato’ya göre içinde bulunduğumuz aşamada, yani neo-liberal yersizyutsuzlaşmayla birlikte artık yeni hiçbir öznellik üretimi meydan gelmez. Bir yandan neo-liberalizm önceki toplumsal ilişkileri, öznelleşme biçimlerini yok etmiştir (işçi, komünist ya da sosyal demokrat özneleşme, milliyetçi öznellik, burjuva öznelliği, vs.) Diğer yandan –bir ara önerdiği, aşağı yukarı çokkültürcülük zamanıyla çakışan ama kısa sürede çöken–girişimcilik modeli de (kendinin girişimcisi, tasarımcısı olmak, “innovatif” olmak, hep “motive” halde olmak, vs.) soruna hiçbir çözüm getirmemiştir (dahası, “kendinin girişimcisi” insan son ekonomik krizlerle birlikte borçlu insana dönüşmüştür. Tanım gereği eylemlerinin bizzat kaynağı olduğundan, şimdi kaderinden sorumlu yine o olur; yani borçlarını ödeyememesi, hayatının kötü gitmesi kendi hatasıdır.)
Aslında neo-liberal ekonomi tam bir öznellik ekonomisidir ama öznellik burada makinenin tam bir parçası olmak anlamındadır, artık özne-nesne, insan-makine, canlı-cansız ayrımının kalmadığı, makine için var olan bir öznelliktir. Artık makineleri kullanan insanlar değil, başka makinelere bağlanan makineler oluruz. Böylece bir zamanlar insan denen bu ruhsal makineden geriye yalnızca bir bio-makine kalır.
Ama bu söylediklerimiz tıpkı Kafka’nın Dava’sında betimlenen durumu andırmıyor mu? K.’ya tutuklandığını söyleyen görevliler olağan görevliler değildir; mahkeme de bildik, olağan bir mahkeme değildir. Yasasına gelince, bu yasa ne yasasıdır, “tutuklusunuz” demekten başka ne söyler, o da bilinmez. Yasanın ne dediği herkesin başka başka anlattığı ya da yorumladığı söylentiler kılığına bürünmüştür.
Ressam Titorelli’nın çözüm önerileri bu açıdan aydınlatıcıdır. Ressam ilkin sahte umudu def eder, beraat ya da gerçek aklanma diye bir şey yoktur. Bizi tutuklayanların gün gelip artık serbestsiniz diyeceği ya da hiçbir şeyin kendiliğinden biteceği yoktur. İkinci yol görünüşte aklanmadır, davalı dava yeniden canlanana kadar hayatını olağan biçimde sürdürür, burada bir olağan dönem, bir olağanüstü dönem birbirini izleyerek sürer. Bunun aşağı yukarı geçen yüzyıla ya da modern döneme denk geldiğini söyleyebiliriz. Bu seçenekte olağan ile olağanüstü, normal ile normal dışı bir çift olarak çalışır. Bulanıklaştığı bölgeler belirli yerlerde ya da zamanlardadır, yaygınlaşmamıştır. Zamanımıza karşılık gelen üçüncü yolsa sürüncemeye bırakmadır; davalı, “mahkemeyle hep kişisel bir ilişki içinde kalarak” davayı sürekli başlangıç durumunda tutar. Dava hiç bitmez ama mahkûmiyet kararının verilmesi de böylece engellenir ya da sürekli ertelenir.[10]
Bu üçüncü durum doğrusu tuhafın da tuhafıdır; zira ne olağandır ne olağanüstü, ne normaldir ne normal dışı. Bu tuhafın da tuhafı durumda beraat ile mahkûmiyet artık ayırt edilemez hale gelir, benzer biçimde K. tutuklu mu değil mi, o da ayırt edilemez. Özgürlük ile tutsaklığın görünümü aynı olmuştur. Yine, mahkeme ortada görünmez ama aynı zamanda her yerdedir: ev, okul, işyeri, otel odası, hastane ya da hapishane… her yer mahkemenin de yeri olabilir. Başka bir deyişle, eskiden ayrı ayrı bölgelere karşılık gelen bu yerler şimdi birbirleri içlerine girmiştir. (Ev ile iş alanının zaten çok hızlı biçimde bütünleştiğine tanık olduk. Çalışma ile boş zaman ayrımı neredeyse silindi ya da birbirine benzemeye başladı. Herkes bankasını zaten yanında taşımaktadır, bir bakıma hem bankanın parçası olmuştur hem de verisi, vs.) Artık sürekli eğitim, sürekli çalışma, sürekli denetlenme ve kendini denetleme vardır.[11] Bu da eskiden genel diye görülüp özelin karşısında konan her tür akışın artık kişisel olduğu, bunun dışında başka hiçbir yerde olmadığı anlamına gelir. Tersi biçimde, kişiselin kendisi de genel olmuştur.
İlginç biçimde bu durum aslında yeni türden bir anonimlik, adsızlıktır. Bu açıdan artık tam bir adı olmayan, K. harfine indirgenmiş kahraman bu kişisel-genel’in, yeni anonimliğin bir imi olarak görülebilir. Benzer biçimde, yazı açısından K., yaşayan kişi Kafka ile yazıdaki “yazarın”, “anlatan sesin” iki ayrı şey değil ama iç içe geçerek dönüştüğü bir bölgeyi işaret eder.
Bu yeni anonimliği ya da adsızlığı “bürokratik bir dünyada kaybolan bireyin durumu” gibi o eski tarzda yorumlamak zorunda değiliz. K. ne bu anlamda “kaybolmuştur” ne de edilgen bir kişidir. “Birey” zaten hiçbir zaman “bir” olmamıştır, her zaman değişik türden bir sürü malzemeden, parçalardan, farklı çizgilerden ya da güçlerden oluşmuştur. Kafka K.’ya dönüşürken, K. da bir “bireyi” oluşturan tüm bu yeni, eski ya da şimdiden oluşmakta olan güçler alanını kateder; romansa bu çizgileri ya da güçleri araştırma, ortaya çıkarma hareketine dönüşür. Belki de K.’lar temelde at üstündeki o mahzun, komik yüzlü şövalyenin soyundan gelir. Bu bakımdan bugün bizler belki çok daha anonim bir dünyada yaşıyor, –dijital ya da değil– türlü türlü ağların içinde yer alıyoruz, doğrusu eski anlamda ne bir “bireyiz” ne de bir “ada” sahibiz.
Sonuçta her şey belirsizleşir. Ama belirsizlik burada tam ne anlama gelir, her şeyin birbirine karıştığı, ayırt edilmez olduğu mu? Sanmıyoruz. Özel bir belirsizliktir bu, belki tüm mesele bu belirsizliğin tam ne anlama geldiğini yakalamada yatar, ne ki özelliği sanki tam da yakalanamamasıdır. Kuşkusuz hiyerarşik bir ilişki vardır, birilerinin bizi tutuklama gücü vardır, belirsizlik bu düzeyde değildir, ama tam kimdir bunlar, nerededir? Güçlerinin kaynağı nedir? Ayrıca dediğimiz gibi büsbütün tutuklanmış sayılmayız. Hayatımız nasılsa yine öyle sürer, ama aynı zamanda askıya alınmış, kesintiye uğratılmıştır, sanki iki hayatımız varmış gibi: nasılsa öyle süren, bir de askıya alınmış, böylece sürmeyerek süren bir hayat. Yine de iki ayrı hayat değil, birinin diğerinin içinden durmaksızın geçtiği aynı, tek bir hayattır bu.
Benzer biçimde, bir savaş ya da kavga kesinlikle vardır; K. masumiyetini kanıtlamak, özgürlüğünü elde etmek için savaşır. Yine de tam kimle ya da neyle? Aslında herkes şu ya da bu şekilde mahkemeyle ilişkilidir, K. bile bir bakıma fırsatını bulduğunda mahkemenin adamı gibi davranmaz mı? Fakat kavga vardır, sürer, hatta göğüs göğüse bir savaş gibi sürer, tam nerede belli olmasa bile, belki her anda, her alanda sürdüğünden böyle görünür. Yakalanamaz olan şimdiki an ile yerdir sanki, hep bir sonraki âna kaçan o an, hep bir sonraki yere kaçan o yerdir. Böylece aynı zamanda her bir an ile yer aşılamayan, ötesine geçemediğimiz tek bir soyut şimdi ile yeri kurar. Ama kavga da böylece her bir an ile yere yayılır, tam olarak günübirlik, anlık, sürekli hale gelir, kimse bir sonraki ânın ne getireceğini bilemez, belirleyemez.
•
NOTLAR:
[1] Giorgio Agamben, Açıklık, çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY. Ayrıca Agamben’e bir giriş kitabı için, Sergei Prozorov, Agamben and Politics, Edinburgh University Press, 2014.
[2] Achille Mbembe, Zenci Aklın Eleştirisi’nde (çev. Özge Arasan Simon, Volkan Çandar, İletişim, 2019) dünyanın zenci haline gelişinden söz eder. Ona göre siyahlık ile ırkın düzenleniş tarihinde üç önemli an vardır. İlki 15. ile 19. yüzyıllar arasında süren Atlantik köle ticaretidir. İkinci an 18. yüzyılın sonundaki köle ayaklanmalarını, 1804 Haiti devrimini, köle ticaretinin ortadan kaldırılması için savaşları, kolonyalizmden çıkış süreçlerini kapsar. Bu ikinci an 20. yüzyılın son yıllarında apartheid rejiminin çözülmesiyle tepe noktasına ulaşır. Üçüncü an 21. yüzyılda piyasaların küreselleşmesini, dünyanın neo-liberalizm koşullarında özelleşmesini kapsar. Bu üçüncü anda ne olur? “İlkin, kapitalizmin ilk zamanlarında yalnızca zenci kölelerin maruz kaldığı sistemik tehlikeler, artık bütün alt insanlık için norm haline gelmemişse bile hepsinin payına düşeni oluşturmaktadır. İkincisi zenci olma koşulunun bu evrenselleşme eğilimi yepyeni emperyal pratiklerin ortaya çıkmasıyla atbaşı gidiyor.”
[3] Bu konuda Maurizio Lazzarato’nun Borçlandırılmış İnsanın İmali kitabına (çev. Murat Erşen, Dergâh, 2020) bakılabilir.
[4] “Yeri iptal eder sermaye, sürekli yer değiştirir, ardında boş binalar bırakarak (sonradan müze olabilir). Ve zamanı da tahkiyeyi hükümsüz kılan bir soyut ve süreğen şimdi’dir (finansallaşma ve kredi çağında geleceği de yutar, bir ödünç zamandır)." Yer ile zamanın bu çözülüşü, roman sanatı açısından "kapitalizm hikâye edilebilir mi, tahkiye yoluyla yakalanabilir mi” gibi ciddi bir soruya yol açar. Okura Orhan Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler’de (Metis, 2017) bu soru etrafında müthiş bir tartışmayı yürüttüğü –alıntıyı aldığımız– “De Ta Fabula Narratur?” başlıklı 5. bölümünü anımsatmak isteriz.
[5] Lazzarato ise bunu son kitabında şöyle ifade ediyor: “‘birlikte yaşamak’ kapitalizmin ilgilendiği bir şey hiçbir zaman zaten olmamıştı, şimdi ise kendini siyasi olarak otonom ve bağımsız yapmaya çalışmaktadır, işçilerden, yoksullardan, mülksüzlerden. Onlara ekonomik olarak gereksinimi vardır ama köleye ihtiyacı olan plantasyon sahibi gibi.” Capital Hates Everyone, çev. Robert Hurley, MIT, 2021.
[6] Şükrü Argın, “Aşağı Katlarda Siyaset”, Express Dergi, üç bölüm: “Kontra-Makyavelizm” (sayı: 141), “Muğlak Monarşilere Karşı Müphem Halk Hareketleri” (sayı: 142) ve “Üç tarz-ı Siyaset” (sayı: 143).
Burada söyledikleri, Argın’ınkilerle yer yer kesişen bir başka yazarı daha anımsamak yerinde olur. Franco “Bifo” Berardi’ye göre oyunun kuralını belirleyenler finans korporasyonları ile bu kuralları toplumsal ekonomiye işleyen şebekesel yönetmedir. Bu yeni boyutta ulus-devlet yeni bir görevi yerine getirir: toplumsal kaynakların bankacılık sistemine sürekli olarak aktarılmasını sağlamak. Böylece ulus-devlet, rolünü geçmiştekinden çok farklı bir şeye çevirerek hayatta kalmayı başarmış olur: artık toplumsal refahın güvencesi değil, finansal kârın güvencesi haline gelmiştir. “Leviathan artık birbirleriyle çatışan bilinçli öznelerin siyasi iradesiyle yönlendirilip biçimlenen devlet değildir ama finansal algoritmayı ve yönetmenin teknik yapısını işleyen matematiksel mantıktır. İnsanın siyasi iradesi etkililiğini yitirmiştir.” Berardi, The Second Coming, Polity Press, 2019.
[7] Bilimkurgular pek çok örnek sunmaktadır. Kusuruz yapay insanların üretimi, klonlar, hatta insanın klonuyla savaşması, vs. Artık hayvan değil de insanın kendisinin tıpkısı sanki temel başkalığı oluşturuyormuş gibi. Örneğin Surrogates filminde (Jonathan Mostow, 2009) insanlar her açıdan kusursuz kopyalarını, robot ikizlerini “gerçek” hayatta yollarlar, kendileri ise odalarında yalıtık halde (bunlar yaşlanan, şişmanlayan, yeme, içme, dışkılama gibi şeyleri hâlâ yapmak zorunda olan, bir bakıma şimdilik hâlâ olmayı sürdürdüğümüz eski organik modellerdir) bilgisayar yoluyla bu kopyalara bağlanırlar. Kopyaları yoluyla ölmek dahil her tür deneyimi yaşayabilirler ama elbette ölmezler. Aynı zamanda odalarından hiç ayrılmadıklarından hiçbir şey yaşamazlar.
[8] Lazzarato, Signs and Machines, çev. Joshua David Jordan, Semiotext(e) 2014; Türkçesi, Göstergeler ve Makineler, çev. Ferda Nur Demirci, Otonom, 2018.
[9] Yine Koçak, Tehlikeli Dönüşler’in daha önceki bir dipnotta andığımız bölümünde sermayenin iki öğesi, makineler ile işçiler (ya da öznellik) arasındaki bu çelişkiyi edebiyatla ilişkisi bakımından, Zola’dan Orhan Kemal’e, kimi modernistlere örnekleriyle, çok iyi yakalayıp göstermişti: ya üretim, makineler anlatılır ama işçiler yoktur ya da işçiler, yani hissedişleriyle, düşünceleriyle özneler anlatılır ama makineler silinir. İkisi birden anlatılamaz. Genel olarak: “Ama üretim, somut bir ürünün üretilmesi değil de sermaye ilişkisinin üretilmesi olarak üretim nüfuz edilmez değilse bile ‘yaşantılanamazdır’: ona maruz kalınır, onu tahlil etmek mümkündür, temsil etmek zor, öyküleştirmek imkânsız.”
[10] Franz Kafka, Dava, çev. Ahmet Cemal, Can, 1999.
[11] Gilles Deleuze, “Denetim Toplumları”, çev. Ulus Baker, Birikim Dergisi, sayı 142-143, Şubat-Mart 2001.