Kanayak

Çerçialan kitabıyla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü'nü alan Gamze Arslan'ın yeni kitabı Kanayak'tan tadımlık bir bölüm, K24 okurları için...

13 Haziran 2019 07:30

Çarpmanın Sesiyle

Sürükleniyoruz.

Artık ağaçları sayamıyorum. Kilometre tabelaları yelpazenin hızla savrulan desenlerine benziyor. Her saniyede şekilleri tamamlamaya çalışıyorum. Daha hızlı, serinliyorum. Bir ağaç, bir tabela, asfaltın kesik çizgisi bütünleşiyor. Rengi net değil.

Bir kütük, tabela, beyaz yansıma, balata kokusu, ağaçlar büyüyor. Hâlâ kendimdeyim. Sesler, kurumuş boğazlar, neden bağırmıyorum? Sessiz olmalıyım, kızıma bakıyorum, korkmuyor. Anlamıyor mu acaba? “Anne,” diyor bir kere, yüzü beyaz, asfalt çizgisi şimdi onun yüzünde.

“Üşüdün mü? Yelpazeyi kapatayım annem,” diyorum. Çığlık kıyamet, sesini ayırıyorum yine de, “Anne,” diye parmağını kaldırıyor, dalgalı deniz gibi derisi yüzüme çarpıyor. Belli bir yeri gösteriyor bana. Cama dönüyorum, bir güvercin karnı camda patlamış. Kanadının biri yok. “O da bizle geliyor, bahçedeki kınalı.” Evet bizle geliyor. Kınalı, bagaja koyduğumuz porselen takımı, on kutu çam sakızı ağda, ona ördüğüm kırmızı başlık, nevresim takımı –yeni aldım–, kızımla uyuyacağız. Onun kokusu olmadan, pis kafa kokusu.

Gidiyoruz. Yapamam zannetmişti, “Anana mı gideceksin kız, seni alır mı eve?” Anam ötede kalsın şimdi. Kızım güvercine bakıyor, korkmuyor bu kız. Cama dönüp ağzımı açıyorum, yolu, kütükleri, bodur ağaçları, çizgileri tıka basa yutuyorum. Kaç kilometre kaldı acaba?

Niye bitmiyor? Bitmediğini bilemem ya, daha önce bir yere gitmişliğim mi var sanki? Doğduğum vakitten beri aynı yerdeyim. Kafamı kaldırıyorum koltuklardan sarkan kollar, kafalar görüyorum. “Gün vakti ne uykusu bu be?” Sağ yana bakıyorum, derin bir çukur, çorba gibi kaynıyor sanki, bir taşım almak lazım üzerinden. Virajları nasıl da alıyoruz bu hızla. Aşağıda geliş yolu, arabalar çorbanın üzerindeki sinek gibi. Çukur çorbası, ağaçlar, kayalar… kaya tuzu atmalı çorbaya. Turuncu bazısı, yeşiller daha net. Tarhana mı bu? Hızdan seçemiyorum ama duman tütüyor. Bir tırım trak sesle koltuktan popom yükseliyor. Kızım mıh gibi. Çorbaya doğru uçuyoruz şimdi. Aşağıya uçuyoruz. Aşağı uçmak. Nasıl olur diyorum, uçulan şey hep gökken. “Sen çok yukarıdan uçuyorsun,” diyordu kocam. Önce annem mi diyordu yoksa? Uçuyorum işte, hem de aşağıya, o derin yol yarığına. Hani yapamazdım? Hem gidiyorum, hem uçuyorum şimdi.

Ütü!

Aklıma ütü geliyor, kafamı hızla öndeki koltuğun arkasına vuruyorum. Fişi çektim mi? Hep olmaz anlarda ütü geliyor aklıma. Bir şeye anlam veremediğim vakitlerde daha sık, bana el kaldırdığında yatak odasındaki ütüyü düşünüyorum. Korkuyorum ev yanarsa diye. O an dayağın şiddetini unutmak için mi, yoksa gerçekten evin yanmasından mı korkuyorum, bilmiyorum. Her halükârda ütü korkutucu bir şey. Metalindeki delikler, gövdesinde neler saklı, o delikler nereye uzanıyor, içindeki kazana mı? Buharı, dumanı. Hâlâ uçuyoruz, camlar buğulandı. Ütünün içindeyiz sanki, otobüsün koltukları ütünün delikleri artık. Metalin içindeyiz. Umarım diyorum fişimiz bir prize takılıdır. Takılıysa çukura düşmeden durabiliriz. Biri bizi fişte unuttuysa yaşarız, yaşamamız buna bağlı bu ütünün içinde. Isı yükseliyor, buhar düğmesine basıldıkça bazı yolcular deliklerden dışarı fırlıyor. Arkamda oturan adamın kolu koltukla cam arasındaki boşlukta sıkışıp önüme fırladı şimdi. Alyansı var, kılları var, tırnakları kalın, dirsekleri ponzalamalık. Ne yumruklar savurmuştur bu eller. Kocam tırnaklarını bana kestirirdi. “Al, iş istiyordun, bundan iyisi mi var kız,” derdi. Kopmuş kola bakıyorum, karnı patlamış güvercin camda değil artık.

Zemine çakılmadık, bir kadının hafta sonu yığılan ütüsü gibiyiz belli ki, ütüyü masaya koymadan, durmadan, soluksuz. İçimden inşallah kadının ütüsü çoktur diyorum.

Tembelse, biriktirmişse, kocasının boynu yağlı, çocuğunun sümüğü suluysa biz birkaç dakika daha fazla yaşayacağız. “Son ütücü ablam, ağırdan ağırdan yapıver şunları. Ölmemem lazım bak, doğduğum bu yerden kurtulmam için ilk ve son şansım.”

“Bok kurtulursun sen buradan! Bu korkaklıkla ileride kocanın boklu donlarını yıkarsın.” Şu sözüne nasıl da direnmiştim, ne evlenmesi, ne kocası Allah aşkına. Buradan gidecektim, “o”nunla tanışmamış olsam bile gidecektim hatta. Karşıma çıktığında henüz saçlarını kısa kestirmiyordu, kısa dedimse kulakmemesini gösterecek kadar kısa. Uzun, dolaşıklarının eksik olmadığı, öyle pek ahım şahım bir rengi olmayan saçları vardı. Okulun koridorlarında sanki bir tek onda varmış gibi memelerini dike dike giderdi. Ama şimdi yalan diyemem, memelerimi içime içime akıtmıştım ben, göğüskafesimle anlaşmış, babasının anasının sözünden çıkmayan kız olarak onlara yeni bir duruş belirlemiştim. Şimdi şu kazada otobüsün herhangi bir demiri, koltuğun kolu, camdan fırlayan sivrisi girse göğsüme doğru, yani girmek istese işte yerini bulamaz. Ortada pamuk gibi bir döş de, dışarı boy veren bir meme de yok nihayetinde.

Çıkmadan dolabı yemekle doldurdum, “o” haklı, çünkü bende bu korkaklık varken ne bok yıkamaktan ne de evi terk ederken bile herife yemek yapmaktan vazgeçerim. Nereden bilecektim Allah aşkına, lise koridoru işte, arkasından sümsük sümsük yürürken saçlarının uzun dolaşıklarına parmaklarımı sokup taramak istedim. Allahım o saçları, hayır güzel değil, hatta fazla pespaye. Anası fırçalamıyor muydu bunun saçlarını? Bir şeye takıldığım zaman onu yapmadan duramam, kendi bedenime bile nasıl olgunlaşması gerektiğini söylemiş biriyim ben, düşünün. Eğil göğüskafesim eğil.

Kızım, “Anne yol çok mu, çişim geldi,” diyor. Anasına çekmiş diye söylenir dururdu babası. Haklı adam, baksana neye inanıyorsa ona inanmaktan vazgeçmiyor bu kız. Taklalardan taklalar beğenmiş bu koskoca otobüsün içinde, ışıklı koridorda kanın oluk oluk aktığı, şoförün ısrarla direksiyonu tutmaya çalışıp, muavininse çoktan pencereden kayın ormanına uçtuğu yerde kızım bana, “Anne yol çok mu, çişim geldi,” diyor. Ben de böyleydim işte, uyuz tavuk Zilli’yi, imamın minareden düşüşünü ve öğretmenin derste birden osuruvermesini aklıma getirirsem her şeyin daha iyi olacağını düşünürdüm.

Bir gün ben bunun daha saçlarına parmaklarımı sokamamışken, adını bile bilmiyorken daha, bahçede tünemiş gelen geçeni izlerken memeleriyle geçti önümden, arkasında bir ordu erkek. “Kaç oda, kaç salon. Kiracın olayım, memene kurulayım,” diye edepsiz edepsiz konuşmalarını duyunca beni bir ağlama tuttu. Ama nasıl bir ağlama, taş zemin yetti artık sırılsıklam oldum diye bağıracak sanki. O an hemen aklıma uyuz tavuğu, imamı ve osuruk bey öğretmeni getirdim, kötü şeyler oluyorsa çare belliydi benim için. Bir kıkırtı, bir kahkaha, bir kahkaha daha derken oğlanlar bile korkup onun peşinden ayrılıverdiler. O da bu ani gülüşüme anlam verememiş, yolunu değiştirip yanıma gelmişti. “Ne oldu, ne gülüyorsun,” demesiyle, takıldığım şey fırladı dudaklarımdan, “Saçlarını parmaklarımla tarayayım mı?”

 

 

İllüstrasyon: Liene Magdalēna