Önce öldür, sonra avut beni

Joseph Roth’u satın alamazsınız. Roth mektuplarında, hamisi Stefan Zweig’ın kelime seçimlerinden sıfat, zarf kullanımlarına her şeyi eleştirir

21 Aralık 2017 13:56

Birdenbire… Her şey önem taşımaya başladı.
Cathy Malkasian, Eartha

 

Yazı epigrafla başlamalı. Başka türlüsü kabul edilemez. Yazar ne kadar müphem, yapıt ne kadar unutulmuş ve söz ne kadar muğlaksa, o kadar iyi.

Kaos ve düzen, uyum ve kargaşa demeli yazı bir yerlerde, baba ve oğul, Doğu ve Batı, karanlık ve aydınlık, gerçek ve hayal. Şey ve şey. Edebiyat ikilemden doğar çünkü, yazı buna inanmalı ve sunî zıtlıklarla kendini kanıtlamalı.

Çok geçmeden, tercihen dünya sevimsizi, tercihen erkek, hasbelkader hâlâ ölmediyse tercihen epey yaşlı, her halükârda Marksist bir teorisyene yaslanmalı yazı. Herhangi bir Marksist olur. Marks bile olur. Ne de olsa, Gramsci’nin dediği üzere, “kayıtsızlık, tarihin ayak bağıdır.”

Bir ihtimal daha var: Dert, demeli yazı. Yazarın bir derdi var. Yalnızca bu önerme, yazıyı, yazanı ve yazılanı değerli bulmamıza yetmeli. Dert.

Bir yazıyı iyi kılan pek çok farklı kıstas olabilir ve bir yazıyı iyi kılan o sinsi kıstaslar silsilesinin hiçbiri bu yazıda olmayabilir. Yine de dinle; ne de olsa bir yazının okunabilirliğini iyi olup olmaması belirlemiyor, bunu sen de ben de biliyoruz, değil mi? Sen dedim ya şimdi, hani davetsizce, öyle damdan düşercesine, sanki bir günahı paylaşır gibi, bir an, ya nasıl desem, bir ovanın düz olmasını mesela birlikte keşfetmiş gibiyiz, sen ve ben. Çay?

“Güvenebileceğiniz bir ben inşa etmelisiniz” diyor şair, eleştirmen ve öğretim üyesi Michael Hofmann, “yoksa yoksunuz demektir.” Ve ben, en yakışıklımızla en betimizin, en davetkâr olanımızla en talepkâr olanımızın, en mütedeyyinimizle en putperestimizin, en çalakalem yazılmış olanımızla en emek harcanmış olanımızın, benlik yoksunluğuyla çizilmiş ince bir çizgi üzerinde buluştuğumuzu, birbirimize yaslandığımızı, dahası birbirimizi mümkün kıldığımızı düşünmeden edemiyorum.

Bir başkasının sesiyle, bir başkasının beğenileriyle, bir başkasının yargılarıyla yazar ve yaşarken, kimsenin arayıp da bulamadığı özgünlüğü olmasa da düşünceyi akim bıraktığımızı ve kendine hayrı olmayan tekerlemeleri yinelediğimizi görmemek mümkün değil. Dolayısıyla, mesela, bugün, Türkiye’de, eli kalem tutan hemen herkesin iltifat kabul edeceği nurdangürbilekleşme kompleksi, bana, popüleredebiyatdergiciliği sendromundan daha tehlikeli, yavan, çapsız ve kısır geliyor. Hiç değilse, kendini aynadaki aksinden daha mühim saydığı için.

Cümlelerin bir gücü var

Afgan-Fransız yazar Atiq Rahimi, edebiyat tarihini “özünde” bir savaş ansiklopedisi olarak tanımlıyor ve sürekli çatışmanın ortasında kendini bulan kahramanlar yazılmasını, savaş sırasında “varoluşsal bir kapı” aralanmasıyla ve insanların saklı yüzlerini göstermeleriyle açıklıyor.[1] Bir ben inşa etmek, bir ihtimal hayat tükenirken kimi oynayacağını bulmak, her şeyden önce hakiki cümleler kurmaktan geçiyor sanırım.

Zamanın, medeniyetin ve -biri için- ütopyaların dahi un ufak olduğunu gören iki adam, Joseph Roth ve Stefan Zweig. Çoktan zâyi olmuş bir zamanın izinde oldukları da söylenebilir: birinin bunu geçmiş güzel günlerin görkeminde, ötekinin ise belki de hiç gelmeyecek bir gaipte, belirsiz bir gelecekte kurguladığı düşünülüyor.

Kâğıt üzerinde birbirinden daha farklı iki adam düşünmek zor. Biri oldum olası göçebe, diğeri ancak köklerini salarak huzurlu hissedebiliyor. Roth, hatırladığı ilk anısı sorulduğunda, annesinin onu kucağına alıp beşiğini ihtiyacı olan bir komşularına verdiği ânı anla. Kayıplarla mühürlü yaşamı. Zweig ise biriktirerek yaşıyor. Öldüğünde, Beethoven’ın masasından Mozart’ın nota defterlerine, Goethe’nin elyazmalarına eşsiz bir koleksiyon bırakıyor ardında.[2] Biri hayatını topu topu üç valize sığdırıyor.[3] Öbürü Salzburg’da görkemli bir şatoda oturuyor. Biri gazeteci, günü takip ediyor. Diğeri alaylı tarihçi. Biri her daim çulsuz. Öteki en dar gününde parasızlık nedir görmemiş.

Biri iyi bir yazar. Diğeri kötü bir yazar. Joseph Roth ve Stefan Zweig. Her yazar gibi, hakiki buldukları cümleleri hayatlarında harcamaktansa, kitaplarına saklıyorlar.

“Ne insaniyetimden ne özgürlüğümden”

Hannah Arendt, Stefan Zweig: Dünün Dünyası’nda Yahudiler’de, dönemin en büyük motivasyonunun “şöhret ve şöhret isteği” olduğunu yazıyor. Arendt’e göre, bilhassa Yahudiler şöhret ve başarıya ulaşırlarsa, zamanın önüne geleni kötürüm bırakan afetlerinden kurtulabilecekleri sanrısına tutunarak yaşıyorlar.[4] Avrupa bir yıkımın yaralarını daha yeni yeni sararken, bir kez daha uçurumun kenarında, buhranda duruyor. Huzursuzluk hayatın her safhasını benimsemiş.

Joseph Roth ile Stefan Zweig, böyle bir dünyada, 1927 yılında yazışarak tanışıyorlar[5]. Roth, Montrö’de, Zweig Salzburg’da. Roth, tanınmış bir gazeteci, Zweig dönemin fırtınalar estiren yazarı, fethetmediği dil yok, Karl Kraus’un haylaz tabiriyle, “biri hariç.”[6] Zweig’ın nazik mektupları, “Pek kıymetli…” diye başlayan yanıtlar alıyor. İkisi de “büyük adam” olmak istiyorlar. 1939’a, Roth’un ölümüne kadar sürecek olan muhabbetleri, epey girift ve gelgitli.

Zweig, hayattaki son 10 yılı boyunca Roth’un hamiliğini üstleniyor. 1935’te yazdığı bir mektupta “ne insaniyetinden ne de özgürlüğünden” vazgeçebileceğini söyleyen Roth ise ilişkide ipleri elinde tutan taraf. Zira yazar olan o, yetenekli olan o, Zweig en iyi ihtimalle alelade bir çoksatar.

Hermann Kesten’in anlattığı bir anı, ikilinin ilişkisindeki dinamikleri de açığa çıkarıyor. Ostend’de birlikte geçirdikleri 1936 yazında, gündüzleri çalışırlar, akşamları ise Zweig Roth’u pahalı restoranlara götürür, şehrin ileri gelenleriyle tanıştırır. Nihayet Roth’un tek pantolunu da üzerinde paralanınca, Zweig arkadaşını kendi terzisine götürür, iyice dil dökerek pahalı bir çift pantolon diktirir. Ertesi gün, öğle yemeğinde Kesten ile buluştuklarında, Roth gösterişli bir tavırla içkisini ceketine döker. “Ne yapıyorsun sen yahu” diye sorduklarında ise, “Zweig’ı cezalandırıyorum. Milyonerler böyledir işte. Bizi terziye götürüp pantolon almayı bilirler de, yanına bir de ceket almak akıllarına gelmez” der.

Joseph Roth’u satın alamazsınız. Mektuplarında, Zweig’ın kelime seçimlerinden sıfat, zarf kullanımlarına her şeyi eleştirir. Zweig’ın politik duruşuna dair, ki Roth bunu daha ziyade omurgasızlık olarak görür. Nürnberg Yasaları çıkarken, Zweig Hitler hükümetinin Reich Oda Müziği’nin Başkanı Richard Strauss’la[7] iş birliği yapar, Sessiz Bir Kadın operasının librettosunu yazar. Roth tehditler savurur, “Ya ben ya o” der. Hâsılı, Zweig kan gövdeyi götürürken, yanı başında kıyamet koparken ütopyalar kurar, Joseph Roth ise onu dünyanın gerçeklerini görmeye çağırır.

Joseph Roth’un Pierre Menard’ı

Joseph Roth’un Pierre Menard’ı olarak da tanımlayabileceğimiz Michael Hofmann[8], London Review of Books’ta yayımlanan Vermicular Dither başlıklı makalesinde, “Stefan Zweig’ın sahte bir tadı var. O, Avusturya yazınının Pepsi’si” diyor. Zweig’ın, yitip giden Avrupa ideali karşısında direnecek gücü kalmadığını, yeniden başlamaya takati olmadığını yazdığı intihar mektubunda dahi bir sahtelik görüyor Hofmann: “Sanki gönlü tam da razı gelmemiş gibi.”

Dünyanın övmelere doyamadığı Sebald’ı “fazla gotik” bulan, Günter Grass’ın Soğanı Soyarken’i üzerine “başarısız sayfaları… yüzünden ders kitaplarına konulmalı” yorumunu yapan, Martin Amis için “baştan sona iki kere okudum, yine de hiçbir şey okumamış gibiyim” diyen Hofmann[9], kendi tabiriyle “bütün edebiyatta en çok sese” önem verdiğinden, sözünü sakınmayan, düşman edinmekten çekinmeyen bir yazar. Beri yandan, Zweig eleştirisinde yalnız olduğunu söylemek haksızlık olur. Arendt de Zweig için “Bu dönemdeki tek bir tepkisi bile siyasî görüşlerinin sonucu değildir; tepkileri toplum karşısında küçük düşmeye karşı aşırı hassasiyetiyle belirlenir” diyor.

Avrupa’nın Nazilerin elinde yıkımı karşısında Stefan Zweig’ın tutumu, Michael Hofmann’a göre, “barışçıllık değil, passivizm”dir. Ne Avusturyalı-Avusturyalı ne de Yahudi-Yahudidir. Olsa olsa, Viyana romantizmine gönül bağlamıştır. Beri yandan, 1935’e tarihlenen bir mektubunda “Benim Yahudi olmam, bana mesela bıyıklarımın sarıya çalması kadar tesadüfi bir olay gibi geliyor” yazan, yine aynı yıl Zweig’a “Avrupa kültürüne Sosyalizmi Yahudiler(in) soktu”ğundan dert yanan ve “Bir Siyonist Nasyonal Sosyalisttir, bir Nasyonal Sosyalist Siyonisttir” diyen Roth ise Habsburg monarşisine duyulan nostalji olarak kabul gören siyasî duruşunun altında, felaketler çağında yazan biri olarak hayal gücüne sığınır ve yalnızca bu anlamda aktif bir direniş gösterir.

Gordimer’in tabiriyle, “zamanıyla takıntılı ve zamanı tarafından ele geçirilmiş” bir yazardır Roth. Duyargaları hep açık olduğundan, Örümcek Ağı romanında Hitler’in Birahane Darbesi teşebbüsünü, kuzenine yazdığı bir mektupta ise “Çabuk olmalıyız. Önce kitaplarımızı yakacaklar, sonra bizi” diyerek 1933’ü öngörür. Zweig’a “Barbarlar yönetimi ele aldı. Kendini kandırma. Cehennem saltanat sürüyor” yazar Roth.

Zweig ise evi basılıp kitapları yakıldığında dahi, bir karışıklık olduğunu, Arnold Zweig’la karıştırıldığını düşünecektir önceleri. Sonraları, kitaplarının yakılması da bir prestij madalyası işlevi görse de, aynı yıl kimi kaynaklara göre, Hitler’in 13 sayfalık bir konuşma metnini alacaktır. 1935’te bile “Ben Almanya aleyhinde konuşmam” der. Zweig yine bildiğini okur.

Hataları seviniz

Ve, ilk ve tek söze, edebiyata gelirsek… Joseph Roth, başyapıtı kabul edilen ve 19’uncu yüzyıl Avrupa’sının çöküşünü anlatan Radetzky Marşı ve onun devamı niteliğindeki İmparatorun Mezarlığı bir yana, modern dünyada yolunu bulamayan kayıp adamları anlatıyor. Kitapları, bir büyük eserin oraya buraya serpilmiş parçaları olarak da okunabilir. Hatta, öyle okunursa daha iyi olur. Kitaplar arasında gidip gelen karakterler de kapsamı dar kalan külliyatını birbirine teğeller zira. Kısa bölümlerle bir oraya bir buraya çekilen anlatıda, sürekli yeni karakterler, yeni mekânlar çıkar okurun karşısına. Anlatı en olmadık yerde yön değiştirir.

İster Satranç’ı ister Olağanüstü Bir Gece’yi düşünün, Stefan Zweig, çoğunlukla takıntılarının kurbanı olan burjuva karakterlerin melodrama kayan hikâyelerini tumturaklı bir dille yazıyor. Hep şematik: Zaman zaman kendi şeytanları, zaman zaman ise koşullar nedeniyle köşeye sıkışan karakter, trajik bir sonla karşılaşıyor. Atmosfer karanlık. Anlatı, karakterin içine düştüğü durumdan çıkabilecek kudreti olmadığını kabul etmesiyle sonlanıyor.  

Nobel Edebiyat Ödüllü Nadine Gordimer, Radetzky Marşı’nın 1995’te Penguin Books’tan çıkan baskısının takdiminde, “Joseph Roth’un eserlerinin bütünü, modern kurmaca teknikleri kullanılarak kotarılmış bir insanlık trajedisinden az değildir” diyor. Zweig için böyle övgüler ara ki bulasın. Musil’den Thomas ve Klaus Mann’a, Hesse’den Canetti’ye, kitaplarının geniş kitlelerle buluşması dışında Zweig’ın sözü edilecek bir yazar olmadığını düşünürler. Roth bile yakınlarına Zweig’la arkadaş olduklarını, bu yüzden onun kitaplarını okumak zorunda olduğu için kendisini yargılamamalarını söyler.

Michael Hofmann, Joseph Roth: A Life in Letters’da Joseph Roth ile Stefan Zweig arasındaki “temel farkı” şöyle açıklıyor: “JR hızlı ve fevridir; SZ’de ise metronomun yavaş yavaş tıkladığını duyabilirsiniz.” Zweig sakin ve temkinli. O kadar temkinli ki fazlasıyla sıkıcı, hatta mıymıntı. Her zaman uzak. Her zaman şuurlu. Hata yapma ihtimali yok. İnce eleyip sık dokuyor. Hesaplı kitaplı. Hâliyle sinsi bir tarafı var.

Roth, şehirler, ülkeler, konular ve teslim tarihine hep kıl payı yetiştirdiği makaleler arasında mekik dokurken, hızla yazıyor. Roth öfkeli. Her zaman agresif. Yazdıklarında bir aciliyet var. Panik var. Her an bir uçurumun kıyısından yuvarlanabilir. Sağı solu belli olmaz; size zarar verebilir, kendine zarar verdiği kadar. Ama edebiyat biraz da risk alma sanatı değil midir?

Stefan Zweig hep hayalindeki bir büyük adamın sesiyle konuşuyor. Sahteliği, yapmacıklığı biraz da bundan. Joseph Roth palas pandıras. Ben hata yapanları çok seviyorum.

 

 


[1] Goncourt Ödüllü Atiq Rahimi’nin sözlerini, yazarla 2014’te yaptığım bir söyleşiden hatırladığım ve notlarımda bulabildiğim kadarıyla aktarıyorum. Söyleşinin yayımlandığı Taraf gazetesinin arşivi internetten silindiğinden, kaynak gösteremiyorum.
[2] Stefan Zweig’ın koleksiyonunun önemli bir kısmı, 1986’da yazarın varisleri tarafından Britanya Kütüphanesi’ne bağışlanmış. Koleksiyonun kataloguna buradan erişebilirsiniz.
[3] Joseph Roth, 27 Şubat 1929’da Stefan Zweig’a gönderdiği mektupta, “Arada bir arkadaşlarımın yanında geçirdiğim zamanı saymazsak, on sekiz yaşımdan beri bir evde yaşamadım. Sahip olduğum her şey üç valize sığıyor” diyor. Michael Hofmann ise, “daha şiirsel” bulduğundan olacak, Roth’un biri büyük, biri küçük iki valize hayatını sığdırdığını söylemeyi seviyor.
[4] Stefan Zweig’ın Erasmus, Rolland gibi “büyük adamların” gölgesine sığınıp, Gülperi Sert’in deyimiyle “örtülü” otobiyografiler yazması, bana kalırsa, Freud’dan Rilke’ye, Dali’ye şöhretler geçidiyle kurduğu ilişkilerden aldığı tutkulu zevk gibi, büyüklük takıntısına da bağlanabilir. Öte yandan, Zweig’ın tarihin büyüklerinde kendini bulma çabasını bir ben inşa etmek olarak kabul edersek, Joseph Roth’un kendi hayatına dair çelişkili anlatımlarını, bir öyle bir böyle konuşmasını da benzer bir benlik inşa çabası olarak kabul etmek gerekir. Dennis Marks, Wandering Jew kitabında Roth’un doğum yerini ve tarihini, hayatına dair biyografik detayları her seferinde değiştirerek anlattığını etkileyici bir şekilde gösterir. Zaten bir dediği de bir dediğini tutmaz Roth’un; genç bir yazar adayına aşkın uçuculuğundan dem vururken, ertesi gün yazdığı bir mektupta körkütük âşık olduğunu söyler. Büyük ihtimalle, bir ordu gazetesinde çalışmasına karşın, etrafındakilere sıcak çatışmalara girdiğini, Ruslar tarafından esir alındığını söyler.
[5] Joseph Roth: A Life in Letters, Michael Hofmann, W.W.Norton & Company
[6] The Impossible Exile: Stefan Zweig at the End of the World, George Prochnik, Other Press
[7] Toscanini de Strauss’u şu sözlerle eleştirir: “Besteci Strauss’un karşısında şapkamı çıkarıyorum, insan Strauss’un karşısında şapkamı yeniden takıyorum.”
[8] Joseph Roth’un pek çok eserini İngilizceye çeviren Michael Hofmann, yalnızca “Artık Roth’suz bir hayat düşünemiyorum” dediği için bu tanımı kullanmıyorum. Övüldüğü kadar da yerilen çevirilerinde, sözgelimi eserin Almancasında hiç geçmeyen “fuck” sözcüğünü bol keseden kullanmasının, bu hâliyle Roth’u “kelimesi kelimesine” yeniden yazmasının da, tanımlamayı haklı kıldığını düşünüyorum. Tabii, Hofmann Borges analojimi duysa, büyük ihtimalle burun kıvıracaktır. 
[9] Hofmann’a göre, edebiyat eleştirisi “ekolojik” olmalı. “Kitap dünyasında gereğinden fazla övgü ve gereğinden fazla ilgi var ve bunlar, sayılı birkaç kişi üzerinde yoğunlaşıyor" diyor Hofmann, “Ayarınca davrandığınızda, iyi bir şey yapmış olursunuz.”