Nobel peşinde Japon edebiyatı

Her yıl Ekim ayı geldiğinde tüm dünyada “Acaba bu yıl Nobel’i kim kazanacak” sorusu peşindeki heyecan dalgası, Japonya’da çok daha şiddetli yaşanıyor. Bunun kökeni aslında biraz da Japonya’nın tarihiyle ilgili...

09 Kasım 2017 14:24

Kiraz çiçekleri kadar kırılgan, samuraylar kadar acımasız ve tekinsiz

Hayat bazen romanları taklit eder. Öyle şey yaşanır ki roman olacak hikâye dersiniz. Peki ya söz konusu olan edebiyat, yazarlar ve gözleri kamaştıran bir ödül olursa… Üstelik bir de konu Japonya’da geçerse, neler olur? Modern Japon edebiyatı tarihine yakından baktığımızda, Nobel Ödülü çevresinde gelişen, romanlara layık gerçek hikâyelerle karşılaşıyoruz. Bir parça gizem ve çokça intihar temasını da atlamadan…

Her yıl Ekim ayı geldiğinde tüm dünyada “Acaba bu yıl Nobel’i kim kazanacak” sorusu peşindeki heyecan dalgası, Japonya’da çok daha şiddetli yaşanıyor. Bunun kökeni aslında biraz da Japonya’nın tarihiyle de ilgili. II. Dünya Savaşı’ndan büyük bir çöküşle çıkan ülke için, Nobel ödülleri bir nevi dünyaya karşı yeniden kendini ispat simgesi olarak görülmüş uzun yıllar. Bugün artık Japonya’nın böyle bir kaygısı olmasa ve çeşitli Nobel ödüllerine sahip olmuş olsa da, Nobel Edebiyat Ödülü’nün onlar için hâlâ ayrı bir önemi var. Özellikle de Haruki Murakami hayranları için. Hatta bu konunun mizahı bile yapılıyor... “Sonbaharın geldiğini nasıl anlarsınız? Murakami’nin yine Nobel alamamasından” gibi… Beklentiler tabii bu yıl da yüksekti. Hatta bazı kitapçıların vitrinlerine Murakami’nin külliyatını dizdiği bile görüldü. Tabii, sonuçlar açıklanınca o vitrinler apar topar Kazuo Ishiguro’nun kitaplarıyla yeniden düzenlendi.

Murakami’nin Ishiguro’ya dair kişisel düşüncelerini bilemiyorum. Ancak modern Japon edebiyatı tarihine baktığımızda “yıldızlar” arasında yaşanan Nobel rekabetinin, neredeyse bir tür geleneğe dönüştüğünü, bazen görünür bazen görünmeyen, sessiz ve derinden “dostluk” çekişmelerinin de yaşandığını, hatta polisiyeleri aratmayan gizemli olayların dahi gerçekleştiğini görüyoruz.

Binlerce yıllık Japon kültürü, çok köklü ve çok da zengin… Görünürdeki huzur dolu ahengin ardında nice gizemleri barındıran bu kendine özgü kültürün edebiyatı da yine neredeyse bin yıllık bir kökten besleniyor. Uyumu en büyük değer sayan, duygularını gizlemeyi bir sanata dönüştüren, güzelliği ise kutsayan bu zarif insanların edebiyatı da; görünürde uyum içinde akarken, derinlerinde nice belirsizlikler ve tuhaf tekinsizlikler taşıyan, ancak her daim yalın ve minimal bir tonda, ince bir ustalıkla ilerleyen bir özelliğe sahip genel olarak. Hâl böyle olunca, büyük yazarları da benzer yaşam öykülerine ve karakterlere sahip oluyorlar. Hatta onların hayat hikâyelerini öğrenince, kendi eserlerinden dahi rol çalan ilginçliklerle karşılaşıyoruz.

Modern Japon edebiyatı tarihine baktığımızda Nobel Edebiyat Ödülü’nü belki de en çok isteyen, hatta Batılılara dahi onun kazanacağını düşündürten, ancak maalesef ödülü almak bir yana, trajik bir sonla hayatını kaybeden isim Yukio Mişima olmuştur. 1960’larda, henüz 30’larında genç bir yazarken, romanları İngilizceye çevrilip tüm dünyanın ilgisini çeken, hatta kendisi bile bizzat yurt dışındaki ilgili kişilerle görüşüp bir tür lobicilik yapan, Batılı gazetelerde kazanmasına büyük şans verilen Mişima, 1968 yılında, “Japonya’nın ilk Edebiyat Nobel Ödülü” onurunu, eski akıl hocası Yasunari Kavabata’ya kaptırır. Ödül açıklandıktan sonra yine de metin davranan ve bizzat gidip eski hocasını ziyaret etmekle kalmayan (Kavabata aslında bu ödülü istemediğini söylemiştir.) bir de yazılı tebrik yayınlayan Mişima’nın bu görünürdeki yenilgisinin, aslında pek de bilinmeyen perde arkası gerçekleri vardır. Gerçekte Kavabata, Mişima’dan, yasal bir sıkıntısını çözmesi karşılığında Nobel komitesine kendisine dair övgüler içeren bir takdim mektubu yazmasını istemiştir. Tüm bu olan biteni daha da tuhaflaştıran ise Mişima’nın Kavabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar kitabının kimi bölümleri için hayalet yazarlık yaptığının ortaya çıkmasıdır.

Duyguların belli edilmesinin yakışıksız kabul edildiği, serinlikler ülkesi Japonya’da, yine de tüm bunlar dışarıya yansıtılmaz ve görünürde iki dost hayatlarına devam ederler. Ta ki iki yıl sonra “aşırı sağcı” görüşleriyle tanınan Mişima’nın kendi yönettiği adamlarıyla birlikte yürüttüğü, başarısız olacağı zaten baştan belli küçük çaplı bir darbe hareketinden sonra Samuray usulü intihar etmesine kadar. Daha da ilginci, birkaç yıl sonra, bugün hâlâ nedendir tam bilinmez Kavabata da intihar edecektir.

Bu arada 50 yıl geçer. Nobel sonuçlarına dair yasaklar kalkar ve biz de öğreniriz ki Mişima çok daha güçlü bir aday olmasına rağmen ve dillere destan sağcılığına karşın, Nobel komitesi tarafından, nedendir bilinmez, komünist sanılmıştır. Ve Soğuk Savaş'ın zirvesindeki o yıllarda ödül de ılımlı yazar Kavabata’nın olmuştur. Dahası, o yıl bir başka Japon adayı daha olduğunu öğreniriz. Ve o da modern Japon edebiyatının en büyük ismi olarak görülen Tanizaki’den başkası değildir. İşin ilginç yanı, Mişima’nın daha 1968 yılındaki yenilgisi sırasında, bir sonraki Nobel sahibinin Kenzaburo Oe olacağını bir kâhin gibi bilmesidir.

Oysa o yıllarda çoğu kişi Oe’yi pek tanımaz bile. Batı dünyasının çok daha yakından tanıdığı Shusaku Endo ve Kobo Abe gibi isimlere daha fazla şans tanınmaktadır. Abe’nin 1993 yılındaki ölümünün ardından, ülkeye 1994 yılında ikinci Nobel Edebiyat Ödülü’nü getiren isim Kenzaburo Oe olur. Endo da, bu onuru tadamadan 1996 yılında bu dünyadan göçecektir.

Sonrasını ise zaten biliyorsunuz. Bakalım gün gelecek, "gönüllerin Nobellisi” Murakami de ödülü almaya hak kazanacak ve bu intiharlı, bol ölümlü makûs Nobel tarihini değiştirecek şansa sahip olacak mı?

Peki, biz kimi Nobelli kimi de Nobel’e bir adım kala şansını kaybetmiş bu her biri birbirinden usta, modern Japon edebiyatı yazarlarını ne kadar yakından tanıyoruz, Türkçede hangi eserlerini okuduk, okuyoruz?

Modern Japon edebiyatının ilk büyük ustası Juniçiro Tanizaki (1886-1965)

Listeye öncelikle, modern Japon edebiyatının ilk büyük ustası olarak görülen Juniçiro Tanizaki ile başlıyoruz. 1886’da varlıklı bir tüccar ailesinin oğlu olarak Tokyo’da doğan Tanizaki’nin ne var ki, büyüdükçe ailesinin geliri düşer ve sonunda üniversitedeki edebiyat öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalır. Daha sonraları Japonya’nın tüm prestijli ödüllerini alacak bu genç yazar adayının edebî kariyeri henüz başlamaktadır: Üniversitedeyken 1909’da tek sahnelik bir tiyatro oyunu yazan Tanizaki, bir yıl sonra yayımlanan ilk öyküsüyle adını duyurmayı başarır. Sadece sonraki iki yıl içinde yazdığı dört romanda değil, yaşamı boyunca tüm eserlerinde kötücül güzellik, erotizm, sadizm ve mazoşizm gibi temaların etrafında gezinir. Oscar Wilde, Poe ve Marquis de Sade’dan etkilenir. Güzellik ve grotesk, onun sayfalarında hep yan yana gelir. Sevgi ve acı arasında yaşamı boyunca güçlü bir bağ kurar. Kahramanlarının birbirinden ilginç tensel hazlarını reddedilme, aşağılanma ve mazoşizmle birlikte sunar. Sessiz sinema senaryoları yazar ve Japon sinemasına modernist temaları, edebiyata ise Naomi’de de görülen, başarılı sinematografik anlatımın iyi örneklerini kazandırır.

Juniçiro TanizakiTanizaki “büyük deprem”e dek, sonraları eleştireceği Batılı bir yaşam sürerek yazmaya devam eder. Ancak 1923’teki Büyük Kanto depremi sadece Tokyo’yu değil, Tanizaki’nin Batılı tarafını da yıkar. Tanizaki, yerle bir olan şehirden mecburen ayrılır ve Osaka’ya, Japon geleneksel evlerinden birine yerleşir. Japon estetiğine ve kültürüne karşı hiç sönmeyecek bir ilgi geliştirmeye ve Batılılaşmayı sorgulamaya başlar. Tanizaki’nin yazarlığında önemli bir kırılma noktası olan Naomi, işte bu dönemin ilk ve önemli örneği olarak yazarına –bu kez ulusal çapta- ün ve saygınlık kazandırır. Bir Budalanın Aşkı başlığıyla yayımlanan ancak zamanla Naomi adını kazanan roman, ilgi çekmekle kalmayıp kendi gündemini de yaratır: “O şekilde Batılılaşan genç kız” fenomeni, “Naomizm” kavramıyla açıklanmaya başlanır. “Naomileşmek”, belirli bir Batılılaşma sürecini anlatan bir deyim hâline gelir. Bir anlamda, Japonya’nın, daha popüler bir “Bihruz Bey”i olur “Naomi.” Roman, sadece bu niteliğiyle değil, ruhsal çözümlemeleri ve teknik başarısıyla da dünya edebiyatının önemli köşe taşlarından biri hâline gelir.

Tanizaki, sonraki yıllarda Naomi’de işlediği sorunsalın merkezinde gelişen ve erotizmden beslenen romanlar yazmaya devam eder. Japon kültürüne bağlılığını hiçbir zaman kaybetmese de, Batılı teknikleri başarıyla uygular ve ilk gençliğinde bağlandığı kaynaklardan beslenmeye devam eder. Yazarlığının yanı sıra, Japon klasiklerini modern Japoncaya da kazandıran Tanizaki, savaştan sonraki yaşamını yazarak ve ödül alarak geçirir. Fakat 1958’de sağ eli felç olur, 1960’tan itibarense hastanede kalmaya başlar. Bunlara rağmen, 1962’de, birbirinden ilginç cinsel fantezilerini yazan yatalak bir hastayı konu edinen son romanı Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi’ni yayımlar. 1965’te geçirdiği kalp kriziyle hayata veda eder. Onun ölümüyle Japon edebiyatı, çoğu eleştirmene göre en önemli modern yazarını kaybetmiş olur.

Naomi’den:

“‘Batılıların arasına karışmak’, ‘Batılı gibi’ ve buna benzer deyimleri sık sık kullanırdım. Hoşuna gittiğine şüphe yoktu. Aynanın karşısına geçmiş değişik tarzlar denerken, ‘Ne düşünüyorsun?’ diye sorardı, ‘Şunu şöyle yapsam Batılıya benzer miyim?’ Görünüşe bakılırsa film izlemeye gittiğimiz zamanlarda kadın sinema oyuncularını incelemiş olmalıydı, zira onları taklitte çok iyiydi. Herhangi bir sanatçının mizaç ve ruh halini hemen kapabiliyordu. ‘Pickford böyle güler, Pina Menichelli gözlerini şöyle oynatır, Geraldine Farrar saçlarını şu tarz toplar’ derdi. Saçlarını çözüp dağıtır, sonra da değişik şekillere sokardı.”

Japonya’ya ilk Nobel Ödülü’nü kazandıran Yasunari Kavabata (1899-1968)

1899 doğumlu Yasunari Kavabata, 1968’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. 1924’te Japon ve İngiliz edebiyatı öğrenimi gördüğü Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’ni bitirir. İlk romanı İzu Dansözü ile üne kavuşan Kavabata, özellikle 1950’den sonra yayımladığı eserleriyle dünya çapında tanınır. Batılılara göre, Japonların geleneksel düşünce tarzını yansıtması ve konularını hikâyeleştirmedeki ustalığı ile dikkat çekici olan Kavabata, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk Japon yazarıdır.

Yasunari KavabataHayatı, “insanın içinde sürüklendiği bir akım, bir rüzgâr” diye niteleyen Kavabata, 1972 yılında intihar ederek yaşamına son verir.

Kavabata’nın başyapıtı olarak kabul edilen ve 12 yılda tamamlayabildiği Karlar Ülkesi’nde bir geyşa ile bir kentli erkeğin ilişkisi son derece etkileyici bir biçimde anlatılır.

En zarif eserlerinden biri ise Bin Beyaz Turna’dır. Romanın kahramanı genç adam, ölen babasının eski sevgililerinden birinin düzenlediği bir çay seremonisine katılmak zorunda kalır. Bu toplantıda babasının başka bir sevgilisi ve kızıyla tanışacaktır. Seremoni çıkışında kadın onun yolunu gözlemektedir. Bu buluşma beklenmedik bir yakınlığa yol açar. Genç adamın önce kadınla, sonra da kızıyla arasında özel bir bağ kurulacaktır. Eserlerinde otobiyografik izlere rastlanan, romanları ayrıntıların üzerine kurulu yazar, Bin Beyaz Turna’da fon olarak çay seremonilerini seçer. Şiirsel dili sayesinde Japon geleneklerini ve inceliğini tüm ruhuyla hissedersiniz cümlelerinde. Kullanılan fincanlar, bu fincanlara verilen değer, onlar üzerinden kurulan ve bozulan ilişkiler… Fincanların üzerinden anlatılan duygular, fincanların içinde yaratılan bir iktidar… Ölüm, arzu, şehvet ve özlem… Duyguların akışında, duygular kadar zarif ve dokunaklı bir romandır Bin Beyaz Turna.

Bir saplantının öyküsü olan Göl’ü ise, II. Dünya Savaşı sonrasında en üretken döneminde yazmıştır. Göl, erişilmez kusursuzluğun, uzaktan hayran olunan, ama ulaşılamayan güzelliğin ardına umutsuzca takılmış bir adamı, hangi suçtan dolayı kaçtığı bilinmeyen evsiz ve yurtsuz bir kaçağı anlatır. Önüne geçemediği bir özlem, Gimpei adlı kahramanı sokakta rastladığı güzel kadınların peşine takılmaya iter. Gimpei, kadınları izler, hendeğe saklanıp gözetler onları, ama geçip gider kadınlar, hep güzel, hep uzak kalmak üzere. Çünkü onların güzelliği bu dünyaya değil, düş dünyasına özgü bir güzelliktir. Onun tek arkadaşı olan gerçeklik ise, tuhaf ayaklarının biçimsizliğinde somut anlamını bulan kalıcı bir çirkinlikten başka bir şey değildir. Bütün ilgisi yoldan rastgele geçen bir yabancıya birden kayıveren Gimpei gibi, öykü de birden şimdiki zamandan geçmişe, anıdan sanrıya savrulur, ardından çıplak gün ışığını, düşü dağıtır. Savaşın yıkıntıları arasından, yalnızlık ve hayatın acılı gerçekleri ortaya çıkar. Göl’ün bana göre en ilginç özelliği ise güzellik saplantısına sahip, çirkin erkek karakteriyle Mişima’nın Altın Köşk Tapınağı romanını ve baş kahramanını anımsatmasıdır. Kavabata ile Mişima arasında ölümlerinin şekline dek sürecek bu tuhaf benzerlik ve ikizleşme vakası, âdeta çağdaş Japon edebiyatından rol çalar.

Karlar Ülkesi’nden:

“Şimamura gerçekten hüzünlü bir sahnenin insana verebileceği acıyı duymuyordu. Daha çok bir düş görüntüsüyle karşı karşıyaydı. Bu da penceredeki garip aynanın işi olmalıydı. Aynanın derinliklerinden akşam görünümleri akıp geçiyordu; ayna ve yansıttığı hayaller üst üste çekilmiş sinema resimleri gibi. Hayallerin arkadaki manzarayla ilişiği yoktu. Gene de hayaller –elle tutulmaz, saydam- ve koyulan karanlıkta zor seçilen dış manzara eriyerek birbirine karışıyor ve bu dünyadan olmayan bir simge dünya yaratıyordu. Hele dışardaki dağda yanan bir ışık kızın yüzünde parlayınca… Bu anlatılmaz güzellik karşısında Şimamura’nın soluğu kesiliyordu.”

Beş kez intihara teşebbüs eden büyük yazar Osamu Dazai (1909-1948)

Marjinal hayat tarzıyla da tanınan Osamu Dazai, belki Nobel’e giden yolda yürümemiştir ama modern Japon edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kendinden sonraki kuşakları derinden etkilemiştir. Özellikle savaş sonrası Japon toplumunu ve bireyini varoluşçuluk felsefesi içinde mükemmel bir biçimde işlemiştir. Birçok öyküsü ve romanı çeşitli dillere çevrilen Dazai, başta alkol olmak üzere esrar gibi çeşitli sorunlarla ve verem hastalığıyla da boğuşmak zorunda kalmış ve birkaç kez intihara kalkışmıştır. Fırtınalı bir aşk hayatı da yaşayan Dazai, uğruna karısı ve çocuklarını terk ettiği sevgilisi Tomie ile bir zaman birlikte yaşadıktan sonra beraber yağmur sularının taşırdığı bir kanala atlayarak yaşamlarına son vermişlerdir. Dazai’nin bedeni birkaç gün sonra tam da doğum günü olan 19 Haziran’da bulunur ve Tokyo’ya gömülür.

Osamu DazaiHüzünlüdür Osamu Dazai, ama bir o kadar da sert bir şekilde gerçekçi… Batan Güneş’te anlattığı dağılmakta olan bir aile öyküsü üzerinden, esas olarak; hem varoluşsal sıkıntılar temelinde bireyin toplumla çatışmalarını hem de savaştan yeni çıkmış bir ülkenin her anlamda depresyondaki insanlarını, sosyo-ekonomik ve toplumsal düzenini son derece çarpıcı ve duru bir şekilde yansıtır. Dazai’nin başarısı ise bu büyük insanî trajedileri Japon edebiyatına has minimal ustalıkla anlatabilmesindedir.

Batan Güneş’ten:

“İlk mektubumda, göğsümde varolan bir gökkuşağından söz etmiştim. Bu gökkuşağı, yıldızların ince parlaklığına sahip değil. Öylesine hafif, öylesine uzak olsaydı, böyle acı çekmezdim ve zamanla sizi unutabilirdim. Göğsümdeki gökkuşağı bir alev köprüsü. Öylesine güçlü ki içim yanıyor. Uyuşturucudan yoksun kalmış bir bağımlı bu kadar acı duyamaz. Yanılmadığımdan eminim, sapıklık göstermiyorum; tamamıyla bilinçli olduğum halde, ara sıra delilik yaptığım düşüncesiyle ürperiyorum. Deliriyor muyum, diye düşündüğüm oluyor. Oysa kendi başıma, kendime hakim olarak plan yapma gücüm var. Lütfen, bir kez olsun gelin. Hangi gün olursa olsun. Dışarıya hiç çıkmayıp sadece sizi bekleyeceğim. Lütfen bana inanın.”

Nobel’i kıl payı kaçıran Şusaku Endo (1923-1996)

Şusaku Endo, kitaplarında genellikle Japon Roma Katoliklerini anlatır. Endo, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan üçüncü büyük yazar zümresi olan “Üçüncü Nesil” içinde yer alır. 1934 yılında vaftiz edilip Katolik olur. 1954’te Beyaz Adamlar adlı romanıyla Akutagava Ödülü’nü alır, bir yıl sonra da Okada Junko’yla evlenir. Eserleri sık sık Graham Greene’in romanlarıyla karşılaştırılmışsa da, bizzat Graham Greene tarafından yaşayan en iyi yazarlardan biri olarak gösterilmiştir. 1994’te Nobel Edebiyat Ödülü Kenzaburo Oe’ye gitmiş olmasına rağmen, bir yıl sonra o da Kültür Nişanı’nı alır. Endo, 29 Eylül 1996’da Tokyo’daki Keio Üniversitesi Hastanesi’nde karaciğer iltihabından ölür.

Şusaku EndoEndo’nun tüm dünyada tanınmasını sağlayan ve başyapıtı olarak görülen, daha yayımlandığı yıl Tanizaki Ödülü alan Sessizlik’te, Portekizli rahip Rodrigues, misyoner yoldaşı Francisco Garrpe'yle birlikte çıktığı zorlu bir yolculuğun ardından Japonya'ya varır. Bir Hristiyan, üstüne üstlük bir rahip için akıl almaz tehlikelerle dolu bu ülkeye gelmelerinin iki amacı vardır: birincisi, türlü işkencelere maruz kalan Hristiyan Japonların başıboş kalıp savrulmalarını engellemek; ikincisi ise hayranlık duydukları öğretmenleri Ferreira'nın, inancına ihanet etmesinin ardındaki gerçeği öğrenmek... Zulüm onlara hiç de uzak olmayan, eli kulağında bir gerçektir. Bir süre sonra Garrpe ile yolları ayrılır. Rodrigues artık bir başınadır. Onun Ferreira ile yüzleşmek üzere çıktığı bu yolculuk, sonraları kendisiyle, inancıyla ve Tanrı'sıyla yüzleştiği bir yolculuğa dönüşecektir, inananlar zulme uğrarken Tanrı neden hâlâ sessizdir?

Hassas bir konuyu, son derece cesur bir şekilde işleyen Endo, her ne kadar roman yayımlandığı yıl Tanizaki Ödülü’nü almış olsa da, ülkesinde kendini şiddetli tartışmaların içinde bulmaktan da kurtulamaz. Yine de eser öylesine güçlüdür ki zaman içinde sular durulur ve Sessizlik, modern Japon edebiyatının en önemli köşe taşlarından biri olarak görülmeye başlanır. Ve hatta yakın dönemde Martin Scorsese tarafından aynı adla beyazperdeye de aktarılır.

Sessizlik’ten:

“Sabah olduğunda ve güneşin güçlü ışıkları parmaklıkların arasından bir kez daha içeriye sızdığında rahip ruhunun birazını geri kazandı ve önceki gecenin yalnızlığını atlattı. Ayaklarını uzatıp başını duvara dayayarak dinlendirirken acı dolu bir sesle Mezmurlar’dan sözler fısıldadı: ‘Kararlıyım, ey Tanrı, kararlıyım. Ezgiler, ilahiler söyleyeceğim. Uyan, ey canım. Uyan, ey lir, ey çenk. Seheri ben uyandırayım!’ Çocukken, mavi gökyüzünde ve ağaçların arasında esen rüzgarı izlerken bu sözler geçerdi hep zihninden, fakat o zamanlar Tanrı, şimdiki gibi korku ve tereddüt unsuru değil dünyaya yakın, ahenk ve yaşama sevinci veren biriydi.”

Japon edebiyatının Kafka'sı” Kobo Abe (1924-1993)

Kobo Abe, savaş sonrası Japon edebiyatının başlıca romancılarındandır. Avangart üsluplu Abe, felaketler yağdıran II. Dünya Savaşı sürerken tıp eğitimi alsa da, bir yandan da edebiyata ve felsefeye yönelerek Poe, Beckett, Dostoyevski, Nietzsche ve Kafka okumalarına dalar. Çok geçmeden, 1948 yılında bir öykü kitabı yayımlayarak doktorluk mesleğini bırakır. İlk önemli yapıtı Kırmızı Tırtıllar, 1950 yılında okuyucularla buluşur. 1950 ve 1960’larda art arda yayımladığı kitaplarla savaş sonrası Japon edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak sivrilir. 1962’de yayımlanan Kumların Kadını romanıyla dünya çapında ün kazanır. Kumların Kadını, 1964 yılında Hiroshi Teshigahara yönetmenliğinde beyazperdeye de aktarılır.

Kobo AbeAvangart yazar Kobo Abe, modern Japon edebiyatından belki de en sıra dışı ve kendine has bir üsluba sahip olan yazarıdır. Kökenini kapitalist toplum tarafından yalnızlaştırılan ve türlü ruhsal sorunlara sürüklenen modern bireyin dramı üzerine kurduğu eserlerinde, gerçeküstü ve karanlık üslubuyla iyice klostrofobik ortamlar yaratır. Mutsuz ve depresif karakterlerinin ruhsal sıkıntılarını âdeta onları iyice köşeye kıstırarak okuruna yansıtır. Bu güçlü ve keskin üslubu nedeniyle çok yoğun bir şekilde sembolizmi de kullanan Abe’nin sıra dışı edebî dehası, zarif Japon üslubuyla birleşince ortaya kendine has özellikte rüyamsı atmosferler çıkar. Yine de romantizmden uzak, tam tersine sert ve yer yer rahatsız edici bir atmosferdir bu. Ve asıl olarak modern bireyin kaçış arayışlarını derinlerde hissedilen bir tür tekinsizlik ve dehşet duygusuyla yansıtır.

“Japonya’nın Kafka’sı” olarak tanımlanan Kobo Abe, Kumların Kadını‘nda son derece tuhaf, tekinsiz görünümlü ancak gerçekte iç içe geçen derin temalarla zenginleşen bir öyküyü anlatır. Roman, bir ağustos günü bir adamın ortadan kaybolmasıyla başlar. Adam, bir tatil gününde, buharlı trenle yarım günlük mesafedeki sahile doğru yola çıkar ve kendisinden bir daha haber alınamaz. Ne kayıp başvurusu ne de gazete ilanları bir işe yarar... Bu adamla ilgili vakada kayda değer bir ipucu yoktur. Ayrıca, günlük hayatında ortadan kaybolmak istediğini düşündürecek en ufak bir hâl veya harekete rastlanmamıştır. Doğal olarak, başlangıçta herkes gizli bir ilişkisi olabileceğini düşünür. Fakat adamın karısı onun bu geziye böcek toplamak maksadıyla çıktığını söylediğinde, hem polisler hem de iş arkadaşları biraz hayal kırıklığına uğrarlar. Gerçekte ise adam kâbuslardan çıkmış bir şekilde kumdan bir köyde, tuhaf bir kadının evinde, köy halkı tarafından tutulmaktadır. Gerçekten de Kafka’ya yaraşır bir karanlık ve tekinsiz tonda ilerleyen öykü giderek “kumun” doğasını yansıtan bir biçime dönüşür…

Kumların Kadını, Barış Bayıksel’in Japonca aslından Türkçeleştirmesiyle Monokl Kitap tarafından yayımlandı. Yine aynı yayınevinden Kanguru Günlükleri de yayına hazırlanıyor: Abe’nin tüm külliyatı da yayımlanmaya devam edecek.

Kumların Kadını’ndan:

“Şüphesiz, kum yaşam için elverişli değildi. Peki, durağan hâl varlık için vazgeçilmez miydi? O tiksindirici rekabeti başlatan da sabit kalmaktaki ısrarımız değil miydi? Sabit olmayı bırakıp kendimizi kumun akışına bırakıversek rekabet de ortadan kalkacaktı. Gerçekte, çölde de çiçekler açıyor, böcekler ve hayvanlar yaşamlarını sürdürüyorlardı... Öyle ya, keşke kadına da bu manzaradan bahsedebilseydi. Gidiş-dönüş biletlerin asla işlemeyeceği kumun şarkısını, yanlış perdeden de olsa ona dinletebilseydi keşke. Oysa adamın tek yaptığı, yeteneksiz bir çapkını taklit edip başka bir hayatın yemiyle kadını avlamaya çalışmak olmuştu. Kumdan duvar, adamın ruhunu yakalamış, onu kese kâğıdındaki bir kediye çevirmişti.”

Nobel’e belki de en çok yakışan büyük bir yetenek, talihsiz bir son: Yukio Mişima (1925-1970)

Yukio Mişima, asıl adı Kimitake Hiraoka, 1925’te doğar. İlk hikâyelerini çocukken yazmaya başlar. Babasının ısrarıyla Tokyo Üniversitesi’nde hukuk okur. Mezun olduktan sonra girdiği memuriyette ise ancak bir yıl çalışabilir, istifa eder ve tüm zamanını yazmaya ayırır. Mişima’nın kısa sürede uluslararası bir ün kazanmasını sağlayan Bir Maskenin İtirafları, 1948’de yayımlanır. Çağdaş Japon edebiyatının en önemli yazarı olarak kabul edilen Mişima, 1970’te ününün ve prestijinin doruğundayken Henry Miller (Reflections on the Death of Mishima) ve Marguerite Yourcenar (Mişima ya da Boşluk Algısı) gibi yazarların kitaplarına konu olacak bir intiharla yaşamına son verir.

Yukio Mişima, 20’nci yüzyıl Japon edebiyatının bir anlamda hırçın çocuğuydu. Nobel Ödülü adayları arasında sık sık adı geçtiği hâlde aşırı milliyetçi, narsist, anti-hümanist nitelemeleriyle suçlandı. Ancak bu eleştirilerin temelinde, yazarın gereğince anlaşılamamış olması vardır. Mişima, II. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın yaşadığı dramatik yıkım sırasında yitip giden bir kuşağın haykıran sesidir. Yazarın yaşamı, bu kayıp kuşağın kendini yeniden keşfetmesinin öyküsüdür.

Mişima, Japon savaşçı sınıfının “hiçlik”e dayalı felsefesi ile yazarlığını ustalıkla birleştirir. 25 Kasım 1970 günü canlı yayın yapan kameralar önünde geleneksel Japon yöntemiyle karnını deşerek intihar etmesi de, aynı zamanda usta bir oyun yazarı olan Mişima’nın yaşamını canlı sahne performansı ile sonlandırdığı şeklinde değerlendirilebilir.

Yukio Mişima

Yazarın Bereket Denizi adlı dörtlemesinin ilk kitabı Bahar Karları’dır. Yapıtları Proust, Gide ve Sartre’ın yapıtlarıyla karşılaştırılan, cesaret ve erkeksi niteliklere olan tutkusuyla Hemingway'e benzetilen Yukio Mişima, bu kitabında 1912 yılında Tokyo'da İmparatorluk Sarayı'nın köklü soylu sınıfının kapalı çevresinde, sırtlarında geleneğin ağır yükünü taşımayan zengin ailelerin, paraları sayesinde toplumsal ve siyasal güç aramalarını anlatır...

Dörtlemenin ilk romanı Bahar Karları’nın genç yaşta ölen duygusal kahramanı Kiyoaki'nin sırdaşı, vicdanı; dizinin ikinci romanı Kaçak Atlar’ın bağnaz İsos'unun tarihçisi olan akılcı ve başarılı avukat Honda, dörtlemenin üçüncü kitabı Şafak Tapınağı ile sahnenin ortasına gelir. Dörtlemenin son halkası olan Meleğin Çürüyüşü ise Japonya'nın II. Dünya Savaşı sonrası yıllarını, Japonya'ya özgü niteliklerin birer birer yok olmaya başladığı yılları anlatır. Japonya'nın 20’nci yüzyıl deneyiminin bir özeti olarak nitelenen dörtlemenin, eleştirmenler, bir epik, toplumsal bir belge, bir sızlanma, bir ağıt olduğu kanısındadırlar. Bahar Karları’ndaki genç öğrenci, Kaçak Atlar’ın saygın hâkimi, Şafak Tapınağı’ndaki filozof Honda, son roman olan Meleğin Çürüyüşü’nde 1960'lı yıllarda yaşamının sonuna yaklaşmış yaşlı ve zengin bir adamdır. Dörtlemeyi noktalayan son sahnede Honda, Geşu Tapınağı'na tırmanırken Bereket Denizi dörtlemesi de son eğretilemesel anlatımını bulur: Yalnızca Honda'nın ölümünü değil, Mişima'nın kendisinin intiharını haber veren çırılçıplak güneş ışığı seli bir boşluğu aydınlatmaktadır. Bütün düşüncelerini, duygularını bu dörtlemeye aktardıktan sonra kendini bomboş hissettiğini dostlarına söyleyen Mişima, dörtlünün son sözcüğünü yazdığı 25 Kasım 1970 sabahı intihar eder.

Aynı anda hem kiraz ağaçları gibi uçucu ve kendine özgü bir kırılganlığa hem de Samurayları anımsatan beklenmedik ve sert bir acımasızlığa sahip olabilen, kendine has Japon ruhunu belki de en iyi gözlemleyebilen ve yapıtlarına aktaran yazar Mişima’dır. Böyle bir toplumda, içinde yaşadığı dönemde bir eşcinsel olmak gibi kişisel bir trajediye de sahip olan Mişima, kendi ruhunun sağaltımı ve kaçış noktası olarak da bir anlamda yazmayı seçmiştir. Müthiş bir gözlem gücüne ve derin bir içsel sezgiye sahip olan yazarın eserlerinde hep görünürdeki "tanrısal" güzelliklerin ardında tekin olmayan bir şeyler, dehşete yol açan çirkinlikler belirir. Mişima âdeta yaşamın görünürdeki güzel yüzünün üstündeki maskeleri bir bir çıkarıp atar ve okurunu çıplak gerçekliğin çirkin yüzüyle tanıştırır. Zaten en ünlü romanlarından biri olan ve yoğun otobiyografik özellikler taşıyan kült eserinin adı da Bir Maskenin İtirafları’dır. Eser de asıl olarak yaşamdaki kendi dertlerinin yani eşcinsellik, ölüm ve intihar saplantısı etrafında döner. Ve kendi çağdaşı diğer yazarlar gibi modern yaşamın getirdiği sorunların bireyin üzerinde yarattığı baskılardan da, modern yaşamın reddinden de bahsetmeden geçmez.

Bizde de son olarak, tüm eserleri gibi yine Can Yayınları’ndan yayımlanan ve Ali Volkan Erdemir’in çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Altın Köşk Tapınağı ise, 1950’lerde yaşanan gerçek bir olayı konu alır. Şiirsel üslubu ve dramatik sahneleriyle dünya edebiyatına damgasını vuran Mişima’nın sık sık ele aldığı şiddet, tutku, din ve tarih gibi konular bu romanda kusursuzca harmanlanır. Romanda kekeme olduğu için hayatı boyunca yalnızlık çeken Mizoguçi, babasının ölümünden sonra Altın Tapınak’ın baş keşişine emanet edilir. Tapınağın güzelliğini bir saplantı hâline getiren Mizoguçi’nin bu güzelliğe sahip olma tutkusu onu yıkıcı bir yola sürükleyecektir.

Altın Köşk Tapınağı’ndan:

“Bu gizemli altın kuş ne gün doğumunda ötüyor ne kanat çırpıyordu, kendinin bir kuş olduğunu unuttuğuna kuşku yoktu. Ancak onun uçmuyor olduğunu düşünmek de yanlıştı aslında. Diğer kuşlar gökyüzünde uçarken bu kırmızı altından Anka kuşu parlayan kanatlarını açmış, sonsuza dek zamanın içinde uçmaktaydı. Zaman onun kanatlarına çarpıyordu. Kanatlarına çarpıp geri süzülüyordu.”

Japonya’ya ikinci Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran Kenzaburo Oe (1935)

Kenzaburo Oe, 1935 yılında Japonya’nın Şikoku Adası’nda doğar. Tokyo Üniversitesi’nde Fransız edebiyatı eğitimi görür. Eserlerinde II. Dünya Savaşı sonrasında yetişen kuşağın hayal kırıklığını ve duygularını ifade eder. Güçlü toplumsal ve siyasî eleştirileriyle Japon edebiyatında kendine özgü bir yer edinir. 1957’de Kurbanı Beslemek, 1964’te Kişisel Bir Sorun, 1967’de Sessiz Çığlık, 1969’da Delilikten Kurtar Bizi, 1983’te Ayağa Kalk Genç Adam yayımlanır. Çarpıcı romanları ona dünya edebiyatında da önemli bir yer kazandırır ve Oe, 1994 Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırılır.

Kenzaburo OeMişima'nın “Yaşayan en büyük Japon yazarlarından biri” dediği Kenzaburo Oe, kitaba adını veren “Kurbanı Beslemek” adlı uzun öyküsünde en sıradan ve masum insanın nasıl bir canavara dönüşebileceğini, salt mimiklerle bile ırkçılığın nasıl usul usul beslenebileceğini anlatır. Can Yayınları'nın geçmişte üç ayrı kitap olarak yayımladığı “Kurbanı Beslemek”, “Delilikten Kurtar Bizi” ve “Gözyaşlarımı Sileceği Gün” adlı bu üç uzun öyküsünde Oe, çağdaş dünyanın uğraştığı en sıkıcı insanî sorunları yüksek bir edebî başarıyla anlatır. Özgün dilinden yeniden çevrilen bu üç uzun öykü, yeniden bir arada Ali Volkan Erdemir’in Türkçeleştirmesiyle yayımlandı.

Delilikten Kurtar Bizi’den:

“Eeyore, görmek denilen şey, hayal gücünü kullanarak objeleri algılamaktan başka bir şey değildir ki. Eeyore, senin göz sinirlerin düzgün çalışsaydı bile, hayvanları hayal etme isteğin olmadıktan sonra onları yine göremezdin. Burada karşımıza çıkan şeyler, günlük yaşantımızda görmeye alışık olduğumuz, onları algılamak için hayal gücümüzü azıcık bile çalıştırmamıza gerek olmayan şeyler değil Eeyore.”

Kişisel Bir Sorun ise, kendisi de engelli bir çocuk sahibi olan Oe'nin tüm dünyada tanınmasını sağlayan en önemli eserlerinden biri, yarı otobiyografik eseridir. Oe, kitapta büyükşehir ortamındaki yalnızlaşma ve yabancılaşma sancılarından kurtuluşu Afrika gezisi hayallerinde arayan dershane öğretmeni Bird’ün hikayesini anlatır. Karısı her an doğum yapmak üzeredir ve evlendiği anda iyice azalan Afrika gezisine çıkma umudu, çocuğun doğumuyla tümüyle sönecektir. Bir de çocuk beyin fıtığı gibi ender rastlanan bir hastalık ile doğuverince, Bird kendini bir karabasanın ortasında bulur. Yaşadığı utanç ve korku onu önce alkole ve sorumluluklarından kaçmaya, sonra çocuğu yeryüzünden bir an önce silinmesi gereken bir düşman olarak görmeye kadar götürecektir...

Kişisel Bir Sorun’dan:

"Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar..."

Ve böylece yolumuz Kazuo Ishiguro ve Haruki Murakami’ye dek ulaştı. Beş yaşından bu yana İngiltere’de yaşadığı için, kimilerince eserlerinde pek de Japon kimliğinin görülmediği söylense de hepimizin gönlünde Ishiguro’nun ayrı bir yeri var.

Nobel’in son muzafferi Kazuo Ishiguro (1954)

Kazuo Ishiguro, 1954’te Japonya’nın Nagazaki şehrinde doğar. Eğitimini, babasının Ulusal Oşinografi Enstitüsü’nde çalışmaya başlaması üzerine beş yaşındayken ailesiyle birlikte geldiği İngiltere’de tamamlar. Kent Üniversitesi’nde İngilizce ve felsefe eğitimi alır. Mezun olduktan sonra Londra’da sosyal hizmetler görevlisi olarak çalışmaya başlar. East Anglia Üniversitesi’nde Malcolm Bradbury’den yaratıcı yazarlık eğitimi alır ve yazarlık kariyerinin ilk dönemlerindeki akıl hocası Angela Carter’la tanışır. 1981’de üç kısa hikâyesi yayımlanan Kazuo Ishiguro o tarihten beri sadece yazarlık yapıyor.

Kazuo Ishiguro1982’de ilk romanı Uzak Tepeler yayımlanır ve Winifred Holtby Memorial Ödülü’nü kazanır. 1983’te Granta dergisi tarafından en iyi genç İngiliz yazarları arasında gösterilir. 1986’da yayımlanan ikinci romanı Değişen Dünyada Bir Sanatçı’yla Whitbread Book of the Year Ödülü’nü alır, Booker Ödülü’ne aday gösterilir. 1989’da yayımlanan Günden Kalanlar, Booker Ödülü’nü kazanır ve kitap 1993’te James Ivory tarafından filme uyarlanır. 1995’te Cheltenham Ödülü’nü alan romanı Avunamayanlar, 2000’de Booker Ödülü’ne ve Whitbread Ödülü’ne aday olan Öksüzlüğümüz yayımlanır. Beni Asla Bırakma, yayımlandığı yıl Time tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesinde gösterilir. Alex Ödülü’nü alır ve National Book Critics Circle Ödülü’ne aday olur. 2005’te The Saddest Music in the World adlı ilk uzun metraj film senaryosunu tamamlar, ilk öykü kitabı Noktürnler: Müziğe ve Geceye Dair Öyküler 2009’da yayımlanır. Son romanı Gömülü Dev, 2015 yılında yılın en önemli edebiyat olaylarından biri olarak kabul edilir. Romanları otuzdan fazla dile çevrilen Kazuo Ishiguro, eşi ve kızıyla birlikte Londra’da yaşamayı sürdürüyor.

Ishiguro, benim başucu yazarlarımdan. Onun aynı anda hem çok zarif ve şiirsel hem de biraz mesafeli ve yalın edebiyatını hep çok sevmişimdir. Damarlarında taşıdığı Japon kültürünün rüyamsı kırılganlığı ile eğitimini görüp uzun yıllar yaşadığı İngiliz kültürünün “serinliğini” mükemmel biçimde birleştirip ortaya kendine has bir üslup çıkarmayı başarmış, usta bir yazardır. Ona en büyük ünü getiren Günden Kalanlar ile popülerliğini artıran Beni Asla Bırakma benim için de çok özel kitaplar. Ama bana “Sen en çok hangi eserini seviyorsun” diye soranları, hiç tereddütsüz her zaman Değişen Dünyada Bir Sanatçı diyerek cevaplarım. O kırılgan güzellikteki kitabında, bence tam da yukarıda tarif etmeye çalıştığım kendine has üslubunun doruğuna çıkmış ve Japon kültürüne özgü inceliklerle, Batı edebiyatının romancılık sanatındaki ustalığını hassas bir dengede harmanlamıştır.

Günden Kalanlar’dan:

“Bayan Kenton ile babam, eve aşağı yukarı aynı zamanda gelmişlerdi; -yani 1922 baharında-. Eski kahyayla başuşak yardımcısı evlenip işi bırakmaya karar verdiklerinden, aynı anda hem kahya hem de başuşak yardımcısı açığı ortaya çıkmıştı. Bu tür ilişkileri bir evdeki iş düzeni açısından ciddi bir tehlike olarak görmüşümdür hep. O zamandan beri aynı nedenle sayısız hizmetli yitirdim. Hizmetçilerle uşaklar arasında bu gibi olayların yaşanması elbette beklenmelidir, iyi bir başuşak tasarılarını yaparken bunu hep hesaba katmalıdır da. Ama bu tür evliliklerin daha üst kademe hizmetliler arasında gerçekleşmesi mesleğimizi son derece olumsuz etkiler. Çalışanlardan iki kişi birbirine aşık olur ve evlenmeye karar verirlerse onları suçlamak yersiz olacaktır kuşkusuz; ama beni asıl rahatsız eden şey, mesleklerine içten bir bağlılık duymayan, gönül serüvenleri peşinde bir işten ötekine koşan insanlardır; bu konuda özellikle kahyaları suçlu buluyorum. Böyle kişiler, mesleki haysiyetimize gölge düşürürler.”

Gönüllerin Nobellisi, kendine özgü dünyalar kuran Haruki Murakami (1949)

Haruki Murakami 1949 yılında, Budist bir rahibin oğlu ile Osakalı bir tüccarın kızının evliliğinden dünyaya gelir. Babası da dedesi gibi Budist bir din adamı olan Murakami, gençliğinin büyük bir bölümünü Kobe'de geçirir. Üniversite öğrenimini Tokyo’daki Vaseda Üniversitesi'nde tamamlayıp 1975’te mezun olur. Okulda okuduğu sırada eşi Yoko ile tanışıp evlenir. Mezuniyetinin ardından hayattaki en büyük iki tutkusunun peşinden gidecektir. Caz müziğine olan tutkusu, onu eşiyle birlikte birkaç yıl boyunca bir caz barını işletmeye sürükleyecek; Batı edebiyatına olan tutkusu ise âdeta bilinçaltında o fark etmeden büyüyüp bir gün bir Beyzbol maçı izlerken vahiy gibi gelen bir yazma isteğiyle dolduracaktır onu. Murakami’nin ilk novellası Hear the Wind Sing, (Rüzgârın Şarkısını Dinle) 1979 yılında yayımlandıktan sonra hayatı geri dönülmez bir biçimde değişir. İkinci romanı Yaban Koyununun İzinde ile üçüncü romanı Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, ülkesindeki okurların o güne dek görmediği, alışılagelmemiş tarzda yazılmış, üstelik farklı dünyalardan, Japonların pek de alışık olmadığı özgür ruhlu kahramanlardan bahsetmektedir. Okurlar kısaca büyülenirler.

İlk kitaplarıyla Gunzou Edebiyat Ödülü, Yeni Yazarlar Noma Edebiyat Ödülü ve Tanizaki Ödülü’nü kazanacaktır. Ancak Murakami artık kabına sığmamaktadır. 1986 yılında Amerika’ya yerleşir ve kendini tamamen edebiyata adar. Hem ders verir, hem de sürekli yazar. Amerika’da yazdığı ilk romanı ise İmkânsızın Şarkısı (1987) olacaktır. Onu dünyaya tanıtan ve kendinden söz ettiren, tam 16 dile çevrilmiş olan kitabı da bu olacaktır. 1995’te yayımlanan Zemberekkuşu'nun Güncesi kitabı ile ertesi yıl da Yomiuri Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Haruki Murakami'nin son romanı 2013'te Japonya'da piyasaya çıkar ve daha okuyucuyla buluşmadan günler önce online rezervasyon ile çok satanlar listesine girer. Eser bizde de Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları adıyla yayımlanır.

Haruki MurakamiMurakami hâlâ iki büyük tutkusu olan caz dinlemeyi ve okuyup yazmayı sürdürüyor. Bu iki büyük tutkusuna uzun yıllardır koşmayı da eklemiş durumda. Bu anlamda kitaplarındaki çılgın dünyalardan ve renkli karakterlerden çok uzak, hatta son derece düzenli ve disiplinli bir yaşam sürüyor gibi görünse de, hem babası hem de dedesinin birer Budist rahip olduğunu da unutmamak gerekiyor. Her şey bir yana, dünyada özel bir Haruki Murakami çılgınlığı yaşandığı kesin. Onun kimselerinkine benzemeyen romanlarını okuduğunuzda hem hiç bilinmeyen dünyalara adım attığınızı hem de yukarıda saymaya çalıştığımız kendinden önceki büyük Japon ustalardan esintiler taşıdığını görüyorsunuz. Yani, onu istedikleri kadar Amerikan ve Batı kültürü etkisi altında kalmakla suçlasınlar, ne gam. Onun eserlerini iyi tanıyanlar yalnızca Japon kültürüne ait olan farklı dünyalara dair ipuçlarını, tüllerin ardına bir haiku mükemmelliğinde saklanmış olsa da görüp sezebiliyorlar.

Tutkulu hayranlarının da çok iyi bileceği gibi, Murakami’nin bizde son olarak Fırın Saldırısı adlı, birbirini takip eden iki uzun hikâyesinden oluşan kitabı Doğan Kitap’tan yayımlandı. Bu hâliyle iki bölümlük bir novella olarak da tanımlayacağımız kitapta, aslında yazarın 1981 ve 1985 yılında yazdığı ve ikincisi The Elephant Vanishes adlı öykü kitabında da yer alan, iki öyküsü bulunuyor. Kat Menschik’in illüstrasyonlarıyla da renklendirilen kitap, bu hâliyle gözlerimizi de bir hayli okşayıp, mutlu ediyor.

Gelelim kitabın konusuna… Gençlik yıllarında dayanılmaz açlıklarını bir fırın soymaya kalkarak gidermeye teşebbüs eden, ancak fırıncının onları lanetlemekle tehdit etmesine karşılık tuhaf bir takas üzerinde anlaşan (fırıncı istedikleri kadar ekmek almalarının karşılığında onlardan oturup Wagner’in “Tristan ve Isolde” operasını dinlemelerini istemiştir) iki erkekten biri artık evlidir ve bir gece yarısı aynı o zamankine benzer feci bir açlık krizine düşer. İşin ilginç yanı, eşi de benzer derecede güçlü bir açlık krizi yaşamaktadır. Kocasının yıllar önce bu krizle nasıl baş ettiğini ondan dinleyen genç kadının, çok net bir önerisi olacaktır. Onun üstündeki, belli ki kendisine de bulaştırmış olduğu laneti, gidermenin tek yolunun benzer bir soygun gerçekleştirmek olduğu fikri üzerine, genç evliler bir gece yarısı sokaklara düşerler.

Çok genel olarak böyle özetleyebileceğimiz bu kısa ama çok katmanlı öyküde her zamanki gibi Murakami’ye özgü (görünürde gerçeklik düzeyinde gerçekleşen ancak geri planında büyülü gerçekçilik detaylarıyla bezeli) oyunlar ve metaforlar yer alıyor. Açlık duygusunu bilinen her anlamında (fiziksel, ruhsal ve zihinsel) işliyor Murakami. Bir yandan da gençliğinde gerçekleştiremediği şiddet eylemi nedeniyle bir yanı hep edilgen kalan bir adamın (belki de bir tür kendine has bunalımlarıyla uğraşan çağdaş erkek figürünün) yıllar sonra evliliğinde de yaşadığı benzer bir bunalımı, -bir tür çarpıklıkla olsa da- edilgenliğini, başrolünü kendisi yerine eşinin üstlendiği bir şiddet eylemi sayesinde şifalandırması olarak da okuyoruz bu öyküyü. Geçmişinde kalsa da, onu hâlâ bir tür lanet gibi takip eden bu belli belirsiz, nedeni tam olarak anlaşılamayan suçluluk duygusunu (kendi erkekliğine karşı olabilir mi?) bir tür gündüz düşü gibi düşündüğü özel bir imgeyle bağdaştırır kahramanımız. Bu yaşa dığı, anlam veremediği açlığı, şu görsel imgeyle açıklamaya çalışır: “Suyun üzerinde sessizce yüzen küçük bir kayığa biniyorum. Aşağıya bakıyorum, suyun içinde, denizin dibinden yükselen bir yanardağın tepesi görünüyor. Deniz yüzeyi ile yanardağın tepesi arasında fazla mesafe yokmuş gibi görünüyor ama ne kadar yakın olduğu da anlaşılmıyor. Çünkü su çok saydam, bu yüzden de mesafe kestirilemiyor.”

Doğan Kitap ayrıca, bir süredir yazarın öykülerinden seçmeleri, illüstrasyonlar eşliğinde yayımlamaya devam ediyor.