"O’Brien’ın izini sürdüğü temanın merkezinde cinsellik var: Joyce’un aşk ve şehvet arasına çizdiği sınır. Kitaptaki temel tez, her ne kadar her türlü dini dogmatizmi reddetmiş olsa da, sıkı Katolik eğitim alan Joyce’un hayatında ve eserlerinde bu Katolik eğitimin izlerinin görülebildiği yönünde."
25 Haziran 2020 01:37
Bazı yazarlar yazdıklarının çok ötesinde bir üne sahip olurlar. Onların bu ünü çoğunlukla yazdıkları eli yüzü düzgün metinlerden, bazen iddialı niyetlerinden, nadiren de bu iddialı niyetleri tavizsiz biçimde kâğıda geçirebilmelerinden ve öncüllerinden bambaşka bir bakış açısı ortaya koymalarından gelir. Joyce bu son kategoriye giren ender isimlerdendir ve muhtemelen bu nedenle üzerine en fazla akademik çalışma yapılan yazarların başında gelmektedir. Kimi eleştirmenlere göre, ziyadesiyle yerel bir yazar olan Joyce’un, yaşadığı yılların İrlanda’sının atmosferini yazmasına, kendi hayatını, çevresini, gözlemlerini kurgulaştırmasına rağmen, bu kadar geniş çapta ünlenmesi tıpkı eserlerindeki hiç bitmeyen daimî bir şakayı andırmaktadır.
Çocukken Dublin’de Cizvit okullarında sıkı dini eğitim alan Joyce’un eserlerinde bu Katolik eğitimin izleri içeriksel ve biçimsel olarak görülebilmekte. Joyce’un yaşadığı dönem İrlanda’daki özcülük çatışmasının, ikiliğin iyice açığa çıktığı yıllar. Bir tarafta kendilerini Britanya İmparatorluğunun parçası olarak gören Protestan Anglo-İrlandalı üst sınıf, diğer tarafta Joyce’un da dahil olduğu Katolik İrlanda asıllı halk. Sonradan büyük çatışmalara yol açacak bu siyasi gerilim Joyce’un eserlerinde de yer almaktadır. Dublin’deki University College’da felsefe ve modern diller okuyan Joyce, üniversiteden mezun olduktan sonra doktor olma niyetiyle Paris’e gider, ancak tıp derslerinden ziyade Paris’teki hayatla ve kafasını meşgul eden felsefi düşüncelerle daha çok ilgilenir, orada parasız ve sıkıntılı bir dönem geçirir, ertesi yıl annesini kaybedince İrlanda’ya geri döner. Ama daha sonra temelli terk edecektir doğduğu yeri.
Joyce genç yaşta ayrıldığı ve tek tük ziyaretler dışında bir daha geri dönmediği Dublin’i metinlerinde merkezi konuma koymuştur. Dublin’in sokakları, insanları, şehrin boğucu atmosferi arkada bırakılan ama bir türlü unutulamayan bir sevgili misali kitaplarının içindedir hep. Uzakta olduğu kentin ayrıntı zenginliğini doğru verebilmek için rehberlere, kataloglara baktığı söylenir. Sözgelimi Dublinliler öykü kitabı kentliler hakkında değil, bizatihi kentin kendisi hakkındadır ve tabiri caizse görece en kolay okunan kitabıdır. Joyce 1905 yılında İngiliz yayıncısına metni teslim ederken, “Art niyetli bir üslupla kaleme aldığım bu öykülerde okuyucu İrlanda’daki kokuşmanın kokusunu duyacak,” demiştir. İlk başlarda eleştirmenler tarafından sıkıcı ve yüzeysel bulunan öyküler, zamanla zengin katmanlı yalın üslup denemeleri olarak görülecek, insanları eylemsizliğe iten kentin kötücül etkisinin benzersiz bir şekilde anlatıldığı vurgulanacaktır. Dublinliler kitabı birçok eleştirmen tarafından günümüzde bir öykü toplamından ziyade çok katmanlı bir roman olarak değerlendirilmektedir.
Joyce’un zor okunan bir yazar olarak haklı bir ünü vardır. Özellikle Ulysses’den ileride bir gün okunacak ya da okuma işlemi halen devam eden (bazen yıllar alan) bir roman olarak bahsedilir hep. Hakkında en çok konuşulan ve okunmayan kitaptır o. Bir sarkaç sallanır, okuyorum ya da okuyacağım fiilleri arasında. Aslında ikisi de aynı anlama gelir: kitap bende var, aldım onu, değerini ve önemini takdir ediyorum, kütüphanesinde Ulysses olan bir okur statüsündeyim. Bu kadarı yeterlidir zira onu okuyamamak olağan bir durum olarak kabul edilir. “Ulysses’deki her şey bizzat şahsımdır,” diyen Joyce dilin içine gömülü, katman katman, sembolik bir metin kurgulamıştır. Tüm roman sadece tek bir günde geçer ve ayrıntılı tasvir edilen günün sıradan olayları dışında önemli bir vaka olmaz. Ancak sabırla ve inatla, bize iyi geleceğini bildiğimiz birini sevmeye çalışır gibi metin içinde ilerledikçe esas vakanın ayrıntı zenginliği içindeki Dublin’in kendisi olduğunu ve kahramanların zihninde gezinirken sadece olayın geçtiği günde değil, aynı zamanda kahramanların tüm hayatlarının içinde gezindiğimizi de anlarız. Her biri ayrı bir üslupla yazılmış 18 bölüm boyunca yazın olanaklarının imkân verdiği her türlü tekniği görür, pek çok sembolik katmanla karşılaşıp ayrıntı denizinin içinde boğulur, kendi içine bükülen ve oradan bambaşka anlamlara açılan ve acınası insan hallerine gülümseyen bir dille karşılaşırız. Ulysses sadece Joyce’un değil, dünya edebiyatının da en tartışmalı romanıdır belki. Ondan sonra yazdığı ve çoğu eleştirmene göre yeteneğin çarçur edilmesi olarak görülen Finnegans Wake deneysel dili, rüyayı andıran atmosferi ve birbirinin içine geçen bölümleriyle çözümsüz bir puzzle’ı andırmaktadır adeta. Gündüze adanmış Ulysses’in tersine Finnegans Wake gecenin, rüyaların ve gölgelerin romanıdır.
Dünya edebiyatında Joyce hakkında yazılmış bazıları birbirinin tamamen zıttı zengin bir külliyat var. Hatta kimilerine göre ortada yorumsal bir kaos var. Bunların çok çok azı Türkçeye çevrilmiş durumda. Yakın zamanda kendisi de bir romancı ve akademisyen olan Darcy O’Brien’ın James Joyce’un Vicdanı adlı eseri NotaBene Yayınları'ndan basıldı. Okurları yeniden Joyce üzerine düşünmeye çağıran O’Brien’ın çalışması iki düzlemde okunabiliyor. Öncelikle, James Joyce’un yaşamı, eserleri ve eserlerin ahlaki boyutundan ortaya farklı bir Joyce portresi çıkıyor, ki kitabın asıl niyeti de kanımca bu takıntılı ve karamsar kişiliğini mizahla yenmeye çalışan Joyce portresi… Ancak bu titiz çalışma bir şey daha vaat ediyor, o da; Joyce’un romanları ve öyküleri içinde zengin ve keyifli bir yolculuğa bir kez daha çıkmak. Hatta bazen metinlerin yeniden hatırlanması ve bundan alınan haz Joyce portresinin önüne bile geçebiliyor.
O’Brien kronolojik bir sırayla Joyce’un eserlerini inceliyor. Ama elbette esas ağırlığı Joyce’un tüm kolektif belleği, her bir cümleye olabilecek bütün anlamları yükleyerek yapıtının içine almaya çalıştığı, gürül gürül bir kahkahayı andıran labirentimsi Ulysses romanı almakta. Ulysses’in unutulmaz karakteri Leopold Bloom’un ortaya çıkması ve Joyce’un onun eline tutuşturduğu sevinç el bombasıyla Joyce’un ilk eserlerindeki karamsar tonun nasıl bir seyir aldığını görüyoruz. Olgun Joyce artık hayata gülerek bakıyor. Zira güldükçe çaresizliği kendinden uzaklaştırdığının ve hayatla etkili bir baş etme yöntemi bulduğunun farkında artık. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nden, bizde daha az bilinen tiyatro oyunu Sürgünler’e ve Dublinliler’den Finnegans Wake’e kadar O’Brien’ın izini sürdüğü temanın merkezinde ise cinsellik var. Joyce’un aşk ve şehvet arasına çizdiği sınır.
O’Brien’ın çalışmasındaki temel tez, her ne kadar her türlü dini dogmatizmi reddetmiş olsa da, sıkı Katolik eğitim alan Joyce’un hayatında ve eserlerinde bu Katolik eğitimin izlerinin görülebildiği yönünde. Joyce’un eserlerinde Hıristiyan öğretisinin, sembollerinin ve izlerinin bulunduğu bir sır değil zaten. Ancak O’Brien bundan farklı olarak, Joyce’un bu eğitimden ve dogmalardan hiçbir zaman kurtulamadığını, Cizvit eğitim tarzından devşirilmiş bir ahlak anlayışıyla, tene karşı duyduğu arzu ve korkularla mücadele ettiğini iddia ediyor. Özellikle İrlanda Katolik ahlakının cinselliğe atfettiği önemin, Kutsal Bakire mitosundan kaynaklı kadına ve cinselliğe bakışın izini –sadece Joyce’un kurgu eserlerinde değil– karısı Nora’yla mektuplaşmalarında da sürüyor O’Brien. Buralarda sanatı adına kararlı duran, tavizsiz ve savaşçı Joyce portresinden faklı bir görüntü var. Daha insani bir görüntü.
James Joyce’un Vicdanı okunurken Joyce’un kilisenin öğretilerine hâlâ bağlı olduğu gibi bir anlamın çıkarılması son derece yanlış olur. Elbette O’Brien’ın kastı bu değil. Ona göre Joyce cinselliğe İrlanda Katolik inancına özgü bir zihin alışkanlığıyla bakmaktan kaçamamış, bundan dolayı tensel arzuları yüzünden kendini suçlamayı sürdürmüştür hep.
Eve Arnold'un sonradan ikonik hale gelen fotoğrafı: Amerikalı yıldız Marilyn Monroe, Long Island'da Ulysses okuyor. Yıl 1955. Kitabı gerçekten okumadığına, fotoğrafın göstermelik olduğuna dair iddialar, Monroe'ya yapılmış haksızlıklardan biriydi.
O’Brien’ın kitabı 1968 yılında Princeton University Press’ten ilk kez çıktığında bazı kesimler tarafından tepki çekmiş. Aslında döneminde kitabın tezini savunan akademik makaleler ve kitaplar da mevcut. Ancak hiçbirisi merkeze püriten anlayıştan doğan cinsel gerilimi bu kadar açıkça koymuş değil. Kitaba yöneltilen eleştirilerin merkezinde Joyce’un mizahının önüne geçen bir çilekeş halden bahsedildiği belirtiliyor. Ancak O’Brien’ın tüm külliyata ziyadesiyle hâkim olduğu ve Joyce’un dehasını ve mizahını takdir ettiği aşikâr. Üstelik O’Brien, Joyce’un kardeşinin (Stanislaus Joyce) Ulysses için abisine yönelttiği, “bir Katolik kitabı yazmışsın, kitap günah çıkarma eyleminin kendisi,” eleştirilerine de, Ulysses’in mizahı göz ardı ediliyor diye tam olarak katılmıyor. O’Brien’a göre kitabın günah çıkarma ruhu olduğu doğru, ancak bu günah çıkarma eylemi sadece Joyce’a ait değil, ideal olanla gerçek arasındaki ihtilaf herkese ait bir sorunsal ve Ulysses’te tüm insanlığın hataları anlatılmakta. Üstelik Joyce trajik olanı komediye çevirerek, günahlarla hiciv yoluyla dalga geçerek, oyunbaz bir alaycılıkla sadece kendisini değil tüm insanlığı mizahıyla kırbaçlıyor. İşin kötüsü, kendisine meftun okurlarının mazoşist bir hazla bu kırbaçtan zevk almasını da sağlıyor.
Kabul etmek gerekir ki Joyce, özellikle Ulysses’le insanoğlunun en karakteristik kusuruna, kendi kendini aldatmasına, başka biri gibi görünme arzusuna saldırmış ve bu durumun onu düşürdüğü komediye dikkat çekmiştir. Joyce’un bunu görme becerisinin ve bunu daha önce eşi benzeri görülmemiş bir biçimde ayrıntı içine ayrıntı katarak anlatma takıntısının temeline inmeye çalışıyor James Joyce’un Vicdanı.
İçkiye çok düşkün, müsrif, dış görünüşüne delice önem veren, poz vermeyi seven, kimi zaman sessiz kimi zaman çevresindekilerle rahatsızlık verircesine dalga geçen, savaşçı karakterli, yazıya ve dile saplantı derecesinde tutkulu bu tuhaf İrlandalı sanırım biz ölümlü okurlarına musallat olmaya ve farklı farklı şeyler söylemeye devam edecek.
•